Şimdi bir bina yapılırken ilk olarak hangi hayatlar düşünülmeli

Arşiv
Arşiv

İnsan bir tohumu dikerken bile düşünür, hesap eder; yağacak yağmuru ve karı, çıkacak fırtınayı, açacak güneşi. Ve ona göre ilgilenir tarlasıyla, meyve ağaçlarıyla. Bir müteahhit bir binanın temeli kazılırken yükselen binayı, bahçesinde neşeyle oynayan çocukları, balkonundan huzurla etrafı seyreden yaşlıları, televizyon başında çocuklarıyla oturan, mutfak masasında kaselere çorba döken annelerin, babaların hayalini kurmalı.

Her şey yerinde güzel. Ağaç ormandaysa güzel, kerestecide değil; yaprak dalında kıymetli, kitap sayfaları arasında değil. Kuşlar hayvanat bahçelerinde değil, bir gürgenin dallarında daha mutlu. Her şey yerinde büyümeli, yerinde yaşamalı. Yaratılışı dışında kullanılan her şey hüzün getirir, felaketi besler. Açın kafesin kapısını, nasıl da dışarıya kanat çırpacaktır kanarya. İsrafın önüne bentler kurun, nasıl da çağlayacaktır nehirler yeniden. Her şey doğasında yaşamalı çünkü.

Sahilde yapılan kumdan kaleler örneğin, geçici güzellikte değil midir? İlk büyük dalgayla yerle bir olup, ait oldukları sulara geri çekilmezler mi? Oysa buna rağmen deniz kumunu çimentoyla karıp, biraz demir biraz da midye kabuğu eklerler. Sağlam gözükür göze. Kum bedava değil mi, midyeden bol ne var? O zaman neden on katlı olmasın kumdan kaleler. Deniz uzak, dalga ulaşamaz nasıl olsa. Kumdan kaleyi yıkan dalgalar, kumlu betona yaklaşamaz sanırlar. Kandıracaklarını sandıkları yerin dalgalarıdır oysa. Denizdeki gibi değildir üstelik bu dalgalar. Artçısı bile korkunçtur. Dokunduğu yeri geri sürüklemez sadece, üstünde ne var ne yok yanına, yerin dibine çeker ansızın.

Asrın felaketinde yerle bir olan apartmanları yapan müteahhitler o gün neler hissetti acaba? Kurtarma çalışmalarını izlerken yanlarında çocukları da oturuyor muydu ki? Hemen kanalı mı değiştirdiler yoksa başlarını mı çevirdiler? “Baba, bu binayı sen yapmamış mıydın” sorusuna ne yanıt verdiler? “Baba, bu binayı sen yapmadın mı?” sorusunu; “Baba, bu çocukları sen mi öldürdün?” diye mi duydular? Belki de müteahhitlerden birinin çocuğu, göçük altında solan, hayatının baharında bile olamayacak kadar küçük olan Elif’le aynı adı ve yaşı paylaşıyordu? Elif’in ölümüne neden olan aynı el, belki de bir başka Elif’in başını okşuyordu an. Okşarken elinden kan damlıyor mu acaba? Ya da o müteahhittin eli kızına diken gibi mi batıyordu? Kim bilir belki de elleri hissizleşmişti. Hafta sonları avdan döndüklerinde, silahı ceylanlara doğrulttukları elleriyle çocuklarını kucaklamıyorlar mıydı? Yavru ceylanları annelerinden ayırırken üzülmeyen, Elif’i annesinden kopardığı için mi utanacaktı? Ağır mı oldu? Olmadı. Ağır olduğunu düşünen varsa Elif’in babasının yüzüne, annesinin gözlerine baksın. Ağır oldu diyen varsa, onlarca canın yakınlarının sesini işitsin. Ağır oldu diyen varsa kollarını, bacaklarını molozların altında bırakanlarla konuşsun. Ağır oldu diyen varsa Eliflerin bir daha gülemeyeceğini, bir daha koşamayacağını hatırlasın.

Belki 1999’daki Marmara Depremi’nden önce yapılan binalarda ki gibi deniz kumu, midye kullanmadılar. Ama bir şeyleri eksik yaptılar işte bir şeyleri eksik koydular. Eksik konulan demiri, çimentoyu çocuklar, gençler, ihtiyarlar ölerek tamamladılar. On ton demir, yüz torba çimento kaç hayattan daha pahalı olabilir ki? 6 yaşında ölen Elif’in kalan ömrü ne kadarlık bir inşaat malzemesi ederdi ki?

İnsan bir tohumu dikerken bile düşünür, hesap eder; yağacak yağmuru ve karı, çıkacak fırtınayı, açacak güneşi. Ve ona göre ilgilenir tarlasıyla, meyve ağaçlarıyla. Bir müteahhit bir binanın temeli kazılırken yükselen binayı, bahçesinde neşeyle oynayan çocukları, balkonundan huzurla etrafı seyreden yaşlıları, televizyon başında çocuklarıyla oturan, mutfak masasında kaselere çorba döken annelerin, babaların hayalini kurmalı. En çok da kendi çocuklarını, kendi ailesini gözünün önünden ayırmamalı. Onlar yaşayacak gibi yapmalı evleri, binaları. Nalburla, demirciyle, ustabaşıyla yapılan her pazarlık aslında canların pazarlığı olduğunu bir an için bile aklından çıkarmamalı. Üç lira az olsun kâr edeyim değil, üç lira fazla olsun sağlam olsun, beş ton fazla olsun, canlar sağ olsun demeli. Diyenlerin binaları hâlâ ayakta, hâlâ akşam olunca lambaları yanıyor, ocaklarında yemek kaynıyor. Çünkü her şey yerinde güzel; kuş gökyüzünde, çiçek dalında, ağaç ormanda. Her şey yerinde kalmalı; kum sahil-de, midye denizde. Her şey yerinde yaşamalı; Elifler evinde, okulunda, bahçelerinde… En çok da annelerinin koynunda, babalarının kollarında…

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.