Söğütten atlarla cenge giden çocuklar

Söğütten atlarla cenge giden çocuklar.
Söğütten atlarla cenge giden çocuklar.

Elindeki kumu aldı, avcunda sıktı, daha çok sıktı, sonra yere koyarak kule yapmak istedi. Biraz daha kum, biraz daha... Yükseldi kule. Geriye doğru çekilip eserine bakacaktı ki küçük bir dalga yerle bir etti kuleyi. Öyle büyük bir dalga değildi. Dalga güçsüzdü ama kule de sağlam değildi. Tekrar kum aldı avucuna. Yeni baştan başladı kule.

Kendi oyuncağını yapmak diye bir şey var ya da kendi oyununu kurmak. Modern çağda çok karşılığı olmasa da şehrin gürültüsünden uzaklaşıp da bir deniz kenarında ya da yemyeşil bir doğanın ortasında bulunca çocuklar kendilerini bir süreliğine de olsa hızına yetişilmeyen teknolojiye ara veriyorlar. Bu, bilinçli bir tercih değil. Kendiliğinden oluşan bir oyun. Büyükler için kafa dinlemek için bir kaçamak olan bu küçük geziler, çocuklar için kendi kendileriyle kalma fırsatına dönüşüyor.

Deniz kenarındaysan bir bakmışsın kumdan kuleler yükseliyor hem de az sonra bir dalganın geleceği biline biline. Bir küçük kumdan havuz yapılıyor içine sahilden toplanan deniz kabuklarının atıldığı. Daha cesaretli olanlar deniz anası da atıyor kumdan havuzuna.

Eğer ki doğanın ortasında, ağaçların arasında bir yerdeyseniz bir bakmışsınız söğüt dallarından at yapmış bir çocuk koşup duruyor çiçeklerin arasında. Az sonra bir kelebeğin peşine takılıp gelinciklerin, papatyaların arasında düşe kalka koşması da an meselesi. Tabi ki tüm bu pastoral sahnelerin gerçekleşmesi için çocukları hiç olmazsa böyle mekânlarda teknolojiden arındırmak gerek. Kafa dinlemek için çocukların eline telefon ya da tablet tutuşturarak rahatlamaya çalışmak da bir nevi cinayet sayılabilir. Çocukların hızla ölen duygularının ve hücrelerinin cinayeti…

Dışarının yaşamak ve nefes almak için bir huzur iklimi sunduğu mevsim geldi çattı. Isınan havalar, hafif esen rüzgâr, uçuşan çiçekler ve kelebekler, dallara durmuş meyveler derken insan kendini bir Sait Faik ya da Refik Halid hikâyesinde bulabilir. Bunun için önce, adım atmasını bilmek gerek. İlla yolumuzun şeftali bahçelerine düşmesine gerek yok. Ya da bir karpuz sergisi karşılamasın bizi. Bir tutam yeşillik bile insanın içindeki kuşları havalandırabilir.

Baktım, hafif bir rüzgâr başlamış. Hava da yaz mevsiminin tüm endamını almış omuzlarına. Apartmanın önünde tablette dönüp duran görüntüye kendini kaptırmış çocuklara baktım. Biraz izledim onları. Beni gören yok. Öyle bir dalmışlar ki oyuna, parmak uçları dokunup duruyor ekrana. Kazandıkları her puan onları mevsimin güzelliklerinden biraz daha uzaklaştırıyor.

“Gençler, uçurtma yapalım da yukarıdaki arsada uçuralım.” dedim. Birkaç kez şaşırmış gibi baktılar. Gençler dememe ve uçurtma yapalım dememe o kadar şaşırmış olmalılar ki bir süre oyunu bırakıp bana baktılar. Hepsi de bizim öğrenciler. “Ben uçurtma yapmayı bilmiyorum ki.” dedi en küçükleri. Diğeri de uçurtma, arsa ne demek der gibi baktı yüzüme.

Benim ilk uçurtmamı babam yapmıştı. Derme çatma çıtalardan, gazete kâğıdı ile yapılan ilk uçurtmamdan sonra bu işin ustası ben oldum. Uzun yıllar mahalledeki çocuklara uçurtmayı ben yaptım. Bir de bahar gelip de söğüt dalları salkım saçak olunca söğüdün narin dallarından düdük yapardık. Hatta söğüt dalından at. Ömer Seyfettin’in And hikâyesinde geçer bu söğütten atlar. Öyle güzel anlatılır ki insanın çocuk olup bir söğütten ata binesi gelir.

“Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakıyla bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak, bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım.”

Bizim çocuklara uçurtma dedim, düdük, hatta at. Bir oyuncağın yapılabilecek bir şey olduğuna inanmaz halleriyle baktılar yüzüme. “Hemen izin alın ailelerinizden. Gidiyoruz.” dedim. Atladık arabaya, sanayiden çıtaları, kırtasiyeden de diğer malzemeleri aldık. El birliğiyle yaptık uçurtmamızı. Babaları da toplandı başımıza. Onlar da çıtanın ucundan tuttu, kuyruk yaptı. “Çocukluğumuza döndürdün bizi hoca.” dediler.

“Ah, keşke hep orada kalsak. Sarılsak çocukluğumuza cennetim deyip.”

Uçurtmalar bitince evimizin hemen üst tarafındaki boş arsaya gittik. Her taraf apartman dolu ama burası boş. İnanılır gibi değil. Aileler arası mirasla ilgili husumet var deniyor. Yıllardır bir türlü anlaşamıyorlarmış. İnşallah uzun yıllar daha anlaşamazlar. Bir avuç yeşillik, nefes alacak gölgelik, birkaç söğüt ağacı bile bizi mutlu edip umutlandırmaya yeter.

Rüzgârın tadı yerinde. Verdim uçurtmayı çocuğun eline. “Ben dur diyene kadar git. Bırak deyinde bırak.” Ben bunları söyleyince çok ciddi bir iş yaptığının farkında olarak aldı uçurtmayı, gitti, gitti, ip uzadı iyice. “Bırak!” dedim. Bıraktı. Uçurtma nazlı nazlı havalandı. Çocuklarda bir bayram havası. Gökyüzünde ilk defa bir uçurtma gördükleri muhakkak. Hemen diğer uçurtmaları da havalandırdık. Uçurtmayı gören başka çocuklar da arsaya geldi. Bayram yerine döndü boş arsa. Sırayla tuttu çocuklar uçurtmayı. Mutlulukları da uçurtmalar gibi havalandı göğe.

Söğüt ağaçlarının yanına gittim. İnce dallardan birkaç tane kesip düdük yapmaya başladım. İki, üç, dört derken epey düdük oldu cebimde. Çocuklara dağıttım düdüğü. Ellerinde uçurtma, ağızlarında söğütten düdük, altlarında söğütten atlarla modern çağa savaş açan bir avuç çocuk, bizim mahalleden tüm dünyaya bir anlık da olsa el sallamış oldu.