Sokağın sonunda buluşalım abla

Koridorun en sonunda, hafif karanlık ve büyük bir odaydı beldenin kütüphanesi. Arka bahçede top oynamıyorsam eğer, buraya gelirdim. Aslında daha çok kütüphanedeydim. Top oynamamız yasak değildi, lakin istenmiyordu. Neymiş, Kur’an kursu talebeleri top peşinde koşmazmış. O nedenle belletmenler, ders sonlarında ayda birkaç kez izin verirlerdi. Topu da alırlardı. Alışmıştık artık.
Ben de “Kütüphane Kuşu” olmuştum. Bu ismi bana Fatih abi vermişti.
İlkokuldan sonra başladığım yatılı kursun içinde kasabanın kütüphanesinin de olduğunu öğrendiğimde çok sevinmiştim zaten.
Kapısını tedirginlikle açmış, yerden tavana uzanan kitaplıkları süzmüştüm. Dört koridoru vardı. Ortasında uzunca bir masa. Bazen bir başıma saatlerce otururdum. Bazen de genellikle akşamüstleri, aşağıdaki ortaokulun öğrencileri gelirdi. Ben ise kursun eğitimi bittiği anda hep oradaydım.
Kütüphanecimiz Fatih abiydi. Zayıf, esmer, bıyıklı ve gür bir sesi vardı. Okuma masasının tam hizasında otururdu. Dar bir masası vardı, gazetesine gömülürdü.
Bir keresinde rafların tozlarını alırken yardım etmek istemiştim. Kabul etmemişti. Herkesin bir vazifesi varmış; onun işi kitapları düzeltmek, rafları silmek, tozları almakmış. Benim işim de okumakmış.
İlkokulda bitirdiğim kitapların ötesine geçmek istiyordum. Ancak Fatih abi temkinliydi. Her kitabı okumama izin vermiyordu. Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, Robinson Crusoe, Beyaz Balina ve benzer serileri ikinci kez okumuştum. Artık Meydan Larousse karıştırıyordum: “Bazı yılanlar aç kalınca veya strese girince kuyruklarını yiyebilirler.”
Fatih abi bir gün üstteki raftan bir kitap aldı ve önüme koydu.
- Geçen ay geldi. Daha yerleştirmedim. Hadi bakalım, ilk sen oku.
Kapağında biri siyahi, diğeri sarışın iki çocuk vardı. Saldaydılar. Ayakta kürek çekiyorlardı. Kitabın adı Kahraman Cingözler idi.
Elime almamla okumaya başlamıştım. O gece, yatakhanenin ışıkları kapanana kadar gözümü kırpmamış ve kalanını sabah bitirmiştim. Ertesi gün yine kütüphanede ansiklopedi karıştırıyordum: “Yetişkin bir insanın vücudunda 206 kemik vardır.”
Fatih abi yeni siparişler geçeceğini ve benim yaşıtlarımın okuyabileceği hikâyelerden bol bol isteyeceğini söylemişti. Sevinmiştim ama bekleyecektim.
Kara kapaklı, kalın ve ağır Meydan Larousse’un içinde kaybolmaktan başka bir seçeneğim yoktu: “Afgan halkı daima Müslüman ve milliyetçi kaldı. Memlekete başkaca bir din sızamadı.”
Arayıştaydım. Kitapların gelmesini beklediğim günlerde, tesettürlü genç bir kız girdi içeri. Mahcup bir edayla elindeki iki kitabı uzatırken, ağzından dökülenler kulaklarımda yer etti:
– Getirdim Fatih abi. Arkadaşımdan yalvar yakar aldım. Söz, bir daha olmaz. Vermem asla.
Ardından da hızla çıktı kütüphaneden. Fatih abi de kitabı kontrol etmeye koyuldu. Not aldı. Yerine koymamıştı. Meraklanmıştım. Hemen sokuldum yanına…
– Abi, kimin kitapları bunlar? Kime vereceksin?
– Getiren kız ödünç almıştı, bir aydır getiremedi. Meğer arkadaşına vermiş. Okumak isteyen başkaları var. Sıraya koydum, tam beş kişi bekliyor.
Üzerinde Huzur Sokağı yazılıydı. İki ciltti. Fatih abi, kıymetli eşyayı tutar gibi eline alarak anlattı:
– Bizim kütüphanedekiler ilk baskıları. Yazarı Şule Yüksel Kars ama soyadı değişti, Şenler oldu.
– Ben de okumak istiyorum.
– Bir sen eksiktin. Duyarlarsa kaç kişi daha sıraya girecek, kim bilir… Oku ama şimdi değil. Lisedeyken. Sana biraz ağır kaçar.
Sessizce yerime döndüğümde gözüm, Fatih abinin elinin altında tuttuğu kitaplardaydı. Huzur’un sokağı vardı demek…
Lisedeyken, kaldığımız yurdun kütüphanesinde elime geçtiğinde “zamanı geldi” demiştim. Emine Şenlikoğlu’nun İdamlık Genç romanını yeni bitirmiştim. Hayli sarsıcıydı. Hele o son sabah… “Piç Vedat” delikanlılığın kitabını yazmıştı.
Şimdi, çocukluktan kendime sipariş ettiğim yeni bir roman vardı elimde… Bir hafta sonu ve soğuk bir kış günü yatakhaneye girip gömülmüştüm Huzur Sokağı’na. İlk baskılardaki kapağı da değişmişti, genç bir kadın ellerini semaya açmış dua ediyordu.
“Huzur Sokağı’nın ağır başlı ve efendi delikanlısı Bilal ezan sesine doğru yürüyordu”
ki yatakhanenin kapısı aralandı. Bir göz içeriyi süzdü hafifçe. Gelen üst sınıftan Salih’ti. Aradığı bendim.
– Ya abicim, İkbal okudu, bıraktı. Kaç gündür bekliyorum. Kaşla göz arasında almışsın kitabı.
– Orada öyle duruyor diye aldım. Bilemedim. Uzun zamandır da okumak istiyordum.
– Başladın mı hemen?
– Evet abi, 27’nci sayfadayım. Ama vereyim, ben senden sonra…
– Yok yok. Başladıysan nasip seninmiş. Çabuk bitir ve kitaplığa koyma sakın. Hatta direkt yastığımın altına koy.
Üç günde bitirdim. Bu kez sadece romanın sürükleyiciliği kesmemiş, Bilal ile Feyza’nın peşinden sürüklenmiştim. Aşkın tüm veçhelerini yaşayıp kavuşamamışlardı ve çocuklarını evlendiriyorlardı. Feyza son nefesini veriyordu:
“Bilal!... Bilal!... Dinle… Duyuyor musun? Senin sesin…”
Bitirir bitirmez üst kata çıktım. Romanı Salih’in yastığının altına koyarken duraksadım. Çocukluğuma gittim, kütüphanedeki abla geldi aklıma. Heyecanı, mahcubiyeti… Elindeki kitapları istemeden bırakışı… İşte sokağın sonunda buluşmuştuk. Kim bilir, ben kaçıncıydım?