Son İbn Sirac'ın başından geçenler Granada'da bir aşk hikayesi

Doğu masallarında anlatılan bir sarayın kapısındaydı sanki.
Doğu masallarında anlatılan bir sarayın kapısındaydı sanki.

*Cins için çeviren Fahrettin Arslan

Aşkın çekiciliklerine karışan bu vatanın bütün güzellikleri, bütün üzüntüleri İbn Sirac’ın yüreğine doldu. Sessiz ve hareketsiz bir halde, bu Peri sarayına şaşkın şaşkın bakıyordu. Doğu masallarında anlatılan bir sarayın kapısındaydı sanki. Küçük geçitler, kenarlarında limon ağaçları ve çiçekli portakal ağaçları ile beyaz mermerden su yolları, çeşmeler, ıssız avlular, her yandan İbn Hamit’in üzerine geliyordu; revakların uzayıp giden kubbeleri altından daha başka geçitlerle, yeni yeni güzelliklerle karşılaşıyordu. Gotik tarzda bir kemer dizisini tutan sütunlar arasından güzeller güzeli bir gök mavisi kendini gösteriyordu. Arabesk desenlerle süslü duvarlar, haremde canı sıkılan bir cariyenin heveslerini işlediği Şark kumaşlarını andırıyordu. Mağribli hükümdarların bütün hazları tattıkları ve dünya işlerini unuttukları, bir çeşit aşk yuvası olan bu sihirli yapıda, bu esrarlı uzletgâhta, şehvetten, ruhaniyetten, savaştan bir soluk vardı sanki. Kısa süren şaşkınlık ve sessizlikten sonra iki âşık, sonlanmış iktidarların ve geçmiş mutlulukların mekânına girdiler. Önce, çiçek kokuları arasında, suların serinliği içinde Meşveret salonunu gezdiler. Sonra Aslanlar Avlusu’na geçtiler. İbn Hamit’in heyecanı her adımda daha da artıyordu. “Sen, dedi Blanca’ya, ruhumu güzelliklerle doldurmuş olmasaydın, buraların hikâyesini anlatmanı kim bilir nasıl acı duyarak isteyecektim senden! Ah! Bu yerler mutluluğa yuva olmak için yapılmış; ben ise!...”

"Ah! Bu yerler mutluluğa yuva olmak için yapılmış; ben ise!..."
"Ah! Bu yerler mutluluğa yuva olmak için yapılmış; ben ise!..."

İbn Hamit mozaikler arasında Abdullah yazısını gördü. “Ah! Hünkârım! diye inledi, ne oldu sana? Bu ıssız Elhamra’nda, nerede bulayım seni?” Ve genç Mağriblinin gözlerinden sadakat, dürüstlük ve şeref yaşları boşandı. “Eski büyükleriniz, daha doğrusu atalarınızın hükümdarları birer nankör idi, dedi Blanca. – Olabilir! dedi İbn Sirac; talihleri olmadı.” O, bu sözleri söylerken, Blanca Aşk mabedinin mihrabı olduğu anlaşılan yere götürdü onu. Bu kadar güzel başka bir yer olamazdı: Açık mavi ve yaldızlı, arabeskten tül gibi bir kubbeden ışık, sanki çiçekten bir tül arasından süzülüyordu. Yapının ortasında bir fıskiyeden fışkıran sular çiğ damlaları halinde düşüyor ve deniz minaresi biçimli ak mermerden bir kapta toplanıyordu. “İbn Hamit, bu çeşmeye iyi bakın! dedi Santa-Fe dükünün kızı. İbn Sirac’ların koparılmış kafaları buraya atılırdı. Mermerler üzerinde, Abdullah’ın, kendi vehimlerine kurban ettiği bedbahtların kanı var. Saf kadınları baştan çıkaran erkeklerin sizin ülkenizde akıbeti budur.” İbn Hamit artık Blanca’yı dinlemiyordu; diz çökmüş, atalarının kan izlerini saygıyla öpüyordu. Kalkıp şöyle dedi: “Ey Blanca! Bu kahramanların kanı üzerine yemin ederim ki seni bir İbn Sirac kararlılığı, sadakati ve tutkusu ile seveceğim!” “Beni seviyorsunuz, demek?” dedi Blanca, iki güzel elini birleştirip bakışlarını göğe kaldırarak. “Peki, sizin bir Müslüman, bir Mağribli, bir düşman, benim de bir Hıristiyan ve İspanyol olduğumu düşünmüyor musunuz?”

“Ey Blanca! Bu kahramanların kanı üzerine yemin ederim ki seni bir İbn Sirac kararlılığı, sadakati ve tutkusu ile seveceğim!”
“Ey Blanca! Bu kahramanların kanı üzerine yemin ederim ki seni bir İbn Sirac kararlılığı, sadakati ve tutkusu ile seveceğim!”

İbn Hamit: “Ey Sevgili Peygamber, yeminime şahit ol...” diyordu ki, Blanca sözünü keserek: “Benim Tanrıma düşman birinin yeminlerine inanmamı nasıl istersiniz? Sizi sevip sevmediğimi biliyor musunuz? Benimle böyle konuşmaya nasıl cesaret edebilirsiniz?” İbn Hamit, şaşkın: “Doğru, dedi, ben senin sadece kölenim, beni şövalyen olarak kabul etmiş değilsin!” “Mağribli, dedi Blanca, kurnazlığı bırak, seni sevdiğimi bakışlarımdan anladın; sana olan çılgınca aşkım her şeyin üstündedir; Hıristiyan ol, senin olmam için engel kalmaz. Santa-Fe dükünün kızı bu derece açık yüreklilikle sana bunları söyleme cesaretini gösteriyorsa, bundan, kendisine hâkim olduğunu ve, Hıristiyanların bir düşmanının onun üzerinde hiçbir zaman hakkı olamayacağını çıkarabilirsin.” İbn Hamit, tutkulu bir duygu taşması ile Blanca’nın ellerini aldı, önce başına, sonra da kalbine götürdü. “Allah büyüktür, diye haykırdı; İbn Hamit mutludur! Ey Peygamber, bu Hıristiyan kızı senin dinini kabul etsin, hiçbir engel...” “Günaha giriyorsun. Çıkalım buradan.” dedi, Blanca.