Sosyal medya çağında hakikati aramak neden bu kadar zorlaştı

Demokratikleşmenin yaygınlaşması, herkese her şey hakkında söz sahibi olma ayrıcalığını beraberinde getirdi. Hiç kuşkusuz her insanın hakikatle bir şekilde kurduğu bir ilişki var; bunu inkâr etmek doğru olmaz. Fakat insanın hakikatle kurduğu ilişkinin boyutu ve kapasitesi değişkenlik arz eder.
Postmodern çağda ‘hakikat’ten bahis açmak zor, biliyorum. Ancak konuşmanın, yazmanın ve tartışmanın yani bizatihi ‘anlam aktarma’nın biricik imkânı da hakikatin varlığına muhtaç. Bu hakikatin mutlak olarak lâhûtî olmasına gerek yok. Seküler bir zeminde varlık hakkında konuşmanın, varlığın hükmüne dair söz söylemenin kendisi de bir hakikati önceler. Yaşadığımız grand-habitusu İslam örfü şekillendirdiği için, en seküler olanlar bile hakikat meselesini ilk olarak lâhûtî veçheden değerlendirme eğilimindedir. Fakat benim buradaki kastım gündelik dilin performativitesiyle alakalı. Herhangi bir kavram üzerinden konuşma gerçekleştirebilmenin yegâne imkânı, konuşan her kesimin kavrama aynı anlamı vermelerinde yatar. Başka bir deyişle, aynı kavramdan aynı anlamı çıkaran insanlar konuşabilir, verimli tartışmalar yapabilir. Buradaki hakikate, bir kavramda/kelimede anlamın sabitlenmesi dense yeridir. Bu anlamın sabitliği meselesi, bahis konusu kavram/kelime ya da şeyin hakikatidir dense, yanlış olmaz. Gelin görün ki ilk cümlede dediğim gibi, postmodern çağ bu imkânı yadsımasıyla meşhur.
İnsan, yeryüzünde imtihan olmaya hüküm giydiğinden beri tabiatla ilişki içerisinde oldu hiç kuşkusuz. Ancak bu ilişkiyi belirleyen, son tahlilde ne İnsan ne de Tabiat olmuştur. Zira Tabiat da İnsan da yazgısına boyun eğmekle maruftur. En son birkaç hafta önce tecrübe ettiğimiz deprem ve sonrasındaki gündem, bu bağlamda insanı, hakikati ve ona dair görümüzü tekrar düşünmeye sevk ediyor.
İletişim imkanlarının artmasıyla dünyanın küçük bir köy olacağı, bilginin ve metaların dolaşımının önlenemez bir hıza ulaşacağı 2000’lerin başında çokça konuşulurdu. Ancak bu köyleşmenin yaratacağı daha doğrusu yaygınlaştıracağı anlam yitimi çoğu kimsenin aklına gelmezdi. Batı kamuoyunda Jean Baudrillard’ın simulakr/simülasyon bağlamında yazdıkları, ABD’nin I. Irak İşgali’ni TV’de canlı yayın vermesi üzerine söyledikleri henüz marjinal kalmaktaydı. Fakat çok değil 20-25 yıl sonra bizim de tecrübe ettiğimiz dünya Baudrillad’a rahmet okutacak düzeye geldi. Her an dünyanın herhangi bir yerindeki bir insanın sözde kişisel hayatına şahit olabilmekteyiz. Kuvvetle muhtemeldir ki ceplerimizde taşıdığımız mobil telefonların en az kullanılan özelliği, telefon olarak kullanılmasıdır. Her an her istediği şeyi görebilen insan, algısına boca edilen bu fenomenler anaforunda hakikati cebinde taşıdığı zehabına kapılıyor. Hal böyle olunca, cebinde ne varsa kalbine ve ruhuna da o sızıyor.
Demokratikleşmenin yaygınlaşması, herkese her şey hakkında söz sahibi olma ayrıcalığını beraberinde getirdi. Hiç kuşkusuz her insanın hakikatle bir şekilde kurduğu bir ilişki var; bunu inkâr etmek doğru olmaz. Fakat insanın hakikatle kurduğu ilişkinin boyutu ve kapasitesi değişkenlik arz eder. Sosyal medya olarak tanımlanan mecralar, insanların gerçekle/hakikatle olan ilişkisini en net okuyabileceğiniz yerler. Deprem dolayısıyla dolaşıma giren haberlerin, ihbarların, iftiraların ya da inkarların bu bağlamda gerçekliğe olan sadakati, üzerinde düşünülmeyi hak ediyor.
İnsanı hayvandan ayıran temel ayrımın sosyal ya da politik olması kabulünü hatırlayacak olursak, sosyal medya olarak tanımlanan mecraların daha insani ilişkiler ağına vesile olması gerekirdi. Oysa sosyal medya aracılığıyla insanın şahit oldukları, kalbini beslemesi bir yana onu kuraklaştırmaktan öteye gitmiyor. Vicdanın, adaletin, esenliğin yaygınlaşması beklenirken, kötülüğün, saf kötülüğün hakikat kisvesinde insanların kalplerinden sızdığına şahit oluyoruz. Kalbin içinde taşınan tabi ki dile gelendir.
Sosyal medya ile kurduğunuz ilişki, ruh sağlığınıza ne kadar dikkat ettiğinizi de ele verir. Artık konvansiyonel medyanın bile taklit ettiği bu sınırsızlık/ sabitsizlik, kendi varoluşunun esnek durumuna uygun olarak varsaydığı hakikati de amorf kılıyor. Bu minvalde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki deprem vesilesiyle oluşan gündemde üzerinde tepinilen hakikat, ölüm oldu. Tabiri caizse ‘ölüm hakikati’ üzerinde tepinmekten başka bir şey olmayan sosyal medya iletileri, kısa vadede sağaltıcı, vicdan rahatlatıcı ya da psikolojik boşalmaya neden olurken, uzun vadede ölümü hiçleştirmektedir.
‘İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler’ diyen şair, ölüm hakikatini hatta yerde ölme hakikatini kime hatırlatıyordu acaba? Bu, esrik bir şairin sayıklaması mıydı yoksa? Herkes enkazlar nedeniyle açılmış bu hesabın faturasını kime keseceğini ararken, ölüm hakikati olduğu gibi aramızda dosdoğru duruyor.
Ancak ölüme yüklediğimiz anlam aynı mı acaba? Ölümü ifade etmek için aracı kıldığımız anlam, herkes için sabit mi? Bu soruya cevap verecek durumda değiliz maalesef.
- İnsanı hayvandan ayıran temel ayrımın sosyal ya da politik olması kabulünü hatırlayacak olursak, sosyal medya olarak tanımlanan mecraların daha insani ilişkiler ağına vesile olması gerekirdi.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.