Suçluluk, dans ve tuzaklar üzerine

Raskolnikov, 45 yaşında olsa ve tefeci kocakarıyı hatta üstüne yine zavallı Lizaveta’yı da öldürseydi, benzer bir vicdan azabı yaşar mıydı?
Raskolnikov, 45 yaşında olsa ve tefeci kocakarıyı hatta üstüne yine zavallı Lizaveta’yı da öldürseydi, benzer bir vicdan azabı yaşar mıydı?

Dünya insanı yorar. Etrafını hayatla çevirir, işle, eşle, aileyle, çevreyle, arkadaşlarla, maişet derdiyle… Yaşı ilerledikçe insanlar ne yazık ki daha önce kendisini harekete geçiren her bir duyguya karşı bir çeşit bağışıklık kazanıyorlar. İnsan kaldıkça dünyayı daha çok sevmeye başlıyor, alışmaya başlıyor. Dokunduğu her şey, küçücük bir izden prangaya doğru dönüşüyor.

Bir Yetenek Olarak Suçluluk Hissi

Raskolnikov, 45 yaşında olsa ve tefeci kocakarıyı hatta üstüne yine zavallı Lizaveta’yı da öldürseydi, benzer bir vicdan azabı yaşar mıydı? Ona uzun uykusuz geceler, sara nöbetleri bağışlayan vicdan azabının sonunda Sonya’nın ayaklarına kapanır mıydı? Ya da Sibirya’ya mahkum edilmek pahasına suçunu itiraf eder miydi?

İnsan gençken sorumluluk duyar, öfke duyar, sever, nefret eder, adalet için savaşır, özgürlük, idealler, dava vs ama yaşı ilerledikçe aslında umut da kesilmeye başlar.


Neden bilmem bana bu, neredeyse imkânsız gibi geliyor. Kırk yaşında, yaklaştığımız varsayılan kemalâtı, her bir insan için mutlak olgunluk gibi değil, bir tamamlanma olarak görmek gerekli. Sorgulamaların azaldığı zorlaştığı, olgunluğun zihni ve gönlü yavaşlattığı yaş. İnsan gençken sorumluluk duyar, öfke duyar, sever, nefret eder, adalet için savaşır, özgürlük, idealler, dava vs ama yaşı ilerledikçe aslında umut da kesilmeye başlar. Dünya insanı yorar. Etrafını hayatla çevirir, işle, eşle, aileyle, çevreyle, arkadaşlarla, maişet derdiyle… Yaşı ilerledikçe insanlar ne yazık ki daha önce kendisini harekete geçiren her bir duyguya karşı bir çeşit bağışıklık kazanıyorlar. İnsan kaldıkça dünyayı daha çok sevmeye başlıyor, alışmaya başlıyor. Dokunduğu her şey, küçücük bir izden prangaya doğru dönüşüyor. Şairin “Ölmedim bir gençlik ölümü saklı kaldı bende” dediği tam da bu galiba. Daha da fenası tecrübe kazanıyoruz; yaşlandıkça vicdanımızı rahatlatmanın yollarını, sesi duymamayı, kısmayı, kendi masumiyetimizi ispatlamanın yollarını öğreniyoruz. Bu dehşet verici tecrübe, masumiyetin bu hunharca katli ürkütücü değil mi?

Bilebildiğimiz suçluların, psikopatların, sapıkların, filmlerdeki gibi kendi kötülüklerinin farkında olduklarını mı sanıyoruz? “Kötü adamlar” başını yastığa koyduklarında gönül rahatlığıyla uyuyabilirler. Çünkü rahatlayabilecekleri, mazeretler sıralayabilecek kadar görgüleri, zekâları vardır.

Vicdanları rahattır. Saflık zaten, kusursuzluk, mayasına kötülük karıştırmamış, iyilik timsali, meleksi bir safiyete sahip olmak değildir; saflık, kötülük yaptığında; senden bir kötü şey sadır olduğunda kendine bunun aksini söyleyememe yeteneğidir. Seni aklamak isteyen nefsine, aklına, akrabalarına, dostlarına rağmen. Evet gerçek yetenek budur.

Bütün bu dansçılar arasında en şen oynayan kim?
Bütün bu dansçılar arasında en şen oynayan kim?

Dans hakkında bilmediğim şeyler

Bilinen en eski anlamlı yazı Fenikelilere aitmiş. M.Ö 700 yılına ait bir vazo. Dipylon Vazosu adı verilen bu vazonun üzerinde geometrik desenler, hayvan figürleri yanında şu yazı var: “Bütün bu dansçılar arasında en şen oynayan kim?”

  • Bu çağrışımı bol keşif, bir gün bir işime yarayacak ama ne? Söylesenize “bütün bu dansçılar arasında en şen oynayan kim?”

Walter Ong,Sözlü ve Yazılı Kültür kitabında yazılı kültürle ve modern dünyayla henüz tanışmamış kabilelerle antropologların yaptığı görüşmelerden ilginç pasajlar aktarıyor. Bir kabile üyesine yeni tanıştığı birini nasıl bulduğunu, onun hakkındaki, kanaatlerini soruyor ve şu cevabı alıyorlar: "Bir şey söyleyemem; daha dansını görmedim!"

Ya bu? Bunlar bilmediklerim.

Sonunda kadın, adama kendi hakkında o kadar çok şey anlattı ki, bir gün kendisini “âşık olmaktan başka çarem yok” diye mırıldanırken buldu.
Sonunda kadın, adama kendi hakkında o kadar çok şey anlattı ki, bir gün kendisini “âşık olmaktan başka çarem yok” diye mırıldanırken buldu.

Tuzaklarla Dolu Bir Aşk Hikayesi

Adam kadını seviyordu. Kadın adama güveniyordu. Ki bu aşk değildir. Bunu adam da biliyor, ama şimdilik görmezden geliyordu.

Kadın etrafında konuşabileceği, güvenebileceği kimse olmadığından dert yanıyordu: “Etraf sevilebilecek erkeklerle dolu ama güvenebileceğim çok az kişi var.” Bu hâlâ aşk değildi. Adam farkındaydı. Kadına dinlemeye hazır olduğunu söyledi. Günlerce haftalarca dinledi. Sevdiğini belli etmedi. Adam kadına güvenmiyordu. Ki bu aşk olabilir.

Her buluşmalarında ona yeni sorular sordu. Güzel kadın, kendisini dinlemeye gönüllü birini bulmanın keyfini sürdü. Her soruya uzun cevaplar verdi. Kadın anlattı, adam dinledi, kadın anlattı, adam dinledi. Ki bu hala aşk değildi. Adam sabırla, kadının artık geri dönemeyeceği bir yola girdiğinden emin olana kadar dinlemeye devam etti. Bu aşk olabilir mi?

Suçluların, psikopatların, sapıkların, filmlerdeki gibi kendi kötülüklerinin farkında olduklarını mı sanıyoruz? “Kötü adamlar” başını yastığa koyduklarında gönül rahatlığıyla uyuyabilirler. Çünkü rahatlayabilecekleri, mazeretler sıralayabilecek kadar görgüleri, zekâları vardır.

Sonunda kadın, adama kendi hakkında o kadar çok şey anlattı ki, bir gün kendisini “âşık olmaktan başka çarem yok” diye mırıldanırken buldu: “Hakkımda ne de çok şey biliyor!” Gönlü ve zihni bu sözleri daha havaya karışmadan yutup yok etti. Aşk, böyle tespitlere gelemez. Hiç fark edilmemiş gibi yapılmalıdır.

Adam, nihayet kendisine yönelen bu mecburi ilgiyi heyecanını belli etmeden, ağırbaşlılıkla kabul etti sadece. Peki bu aşk mıdır? Cevabı adam veremez. Çünkü hedefine ulaşır ulaşmaz kurduğu bütün tuzakları bozup unuttu. Unuttuğunun farkında bile olmadan. Artık kadın ve adam nasıl âşık oldunuz sorusuna birbirlerine sokularak; “ilk görüşte anlamıştık” diye başlayan hikâyeler anlatıyorlar. Buna inanıyorlar da. Belki aşk tam da budur!