Süleymaniye'nin hayal edilişi

Bir anda, kısacık bir anda, kendi hayalini, halkının hayali hâline getirmesi gerektiğini anladı.
Bir anda, kısacık bir anda, kendi hayalini, halkının hayali hâline getirmesi gerektiğini anladı.

İnsanın kendi hayalini, başka hiç kimseye hesap verme zorunluluğu duymadan, paylaşmadan ve tartışmadan, hiç kimseyi inandırmak zorunda kalmadan ama aynı zamanda bir inanca dönüştürecek denli kesinleştirip granitleştirdiği anlar vardır.

Süleymaniye'nin ilk hayal edilişi hakkındaki hayallerimden en sevdiğim şudur: Sultan, bir günbatımı saatinde Haliç'te, on üç tane sırım gibi kürekçinin yüzdürdüğü köşklü saltanat kayığının içindeydi. Dünyanın en sessiz saraylarından birinde doğmuş, fısıltılar arasında büyümüş, mırıltılar arasında yaşlanmış, bildiği dilleri kendi zihninde yarattığı masal kahramanlarınca (ki bunların bir kısmı cinlerden oluşuyordu) dünyayı gezerken konuşturduğu için yalnızlığın tam olarak neye benzediğini unutmuş bir hayalciydi.

Güneş sanki hep, bakırcıların zarif çekiçlerinin, Galata'da satılmayı bekleyen pirinç şamdanların, Hindistan'dan gelmiş tutilerin şehri kaplayan seslerini soğurarak, İstanbul'u günbatımı esnasında yarım saatlik bir sessizliğe gömerek batardı. Havanın kararma anında, şehir sanki teklerdi. Hava kararmadan eve dönmesi gereken kadınlar ve çocuklarla, kale kapıları kapanmadan içeriye girmek için koşturan tacirlerin ve bahçıvanların telaştan iyice kabarmış ciğerlerinden bırakılan soluklar uzak mahallelerden duyulurdu. Divanlarında birazdan gevşeyecek bedenler, günün yorgunluğunu atmaya sıra gelince yine ev içi neşelerine döneceklerdi ama bu neşeden hemen önceki o yarım saatlik sessizliği, güneşin sımsıkı yapıştığı için kendisiyle birlikte sürükleyip batırdığı bir örtü gibi şehrin üzerine çektiğini Sultan bilmekteydi.

Bir an filikasından dışarıya sarkan beyaz ve zayıf elini süsleyen akik yüzüğüne kaydı gözü. Kubbeye benzeyen yüzük taşındaki kan kırmızısı damarları seyretti. Bu damarlar, bulutların içinde bir cin düğünü gibi kıvılcımlanan şimşek yumaklarına benziyorlardı. Sonra gözü, akikteki damarlardan elinin üstündeki damarlara kaydı. Bir an, kısacık bir an, yüzükteki akiği bir uzvunu süsleyen bir taşmış gibi değil de, derisinden ve etinden kabarmış, parmağının üstünü bezemek üzere orada katılaşmış bir ben gibi duyumsadı. Kabarmış sözcüğü üzerinde duraladı ve afyon suyuyla baygınmışçasına ölgün bakışlarını, kıyıdaki kayıklardan, kıyıya bakan evlerin camlarından gelen soluk ışıklara, oradan Vefa'nın tepelerine doğru sürdü.

Güneşin Vefa tepelerine vuran son ışıklarının da, oraya bir akik kondurmuş olduğunu hayretle gördü. Tepeye vuran son ışıklar da orada kıvılcımlanıyordu. Ama dedi, tepedeki bu akik de, niçin yerin altından kabarmış, dehlizlerin, mahzenlerin, yılan yumurtalarının, servi ve sedir ağaçlarının dolaşık köklerinin arasından bulduğu bir yoldan dışarı yol bulmuş bir apse, bir ben, bir yumru olmasın. Ama kendisini bunun üzerinde yeterince düşünemeyecek kadar yorgun hissediyordu. Ertesi gün, o tepeyi kontrol etmeye karar vererek, sarayına çekildi. Sabahleyin Sultan'ın zihnini meşgul eden nokta şuydu: Eğer sandığı ve duyumsadığı gibi, o tepeye günbatımında uçup konan ve bir ateş topuna, düşmüş bir yıldıza, alevler içinde bir mabede benzeyen o akik ya sadece bir seraptan ibaretse. Dahası kendisinin memnuniyetle, yerin altından üstüne vurduğunu düşlediği renkli ve ışıklı kabartı, bir yer altı uyanışı değil de, sadece güneşin giderken bir veda jesti olarak tepeye doğru savurduğu rengârenk şapkasıysa.

İnsanın kendi hayalini, başka hiç kimseye hesap verme zorunluluğu duymadan, paylaşmadan ve tartışmadan, hiç kimseyi inandırmak zorunda kalmadan ama aynı zamanda bir inanca dönüştürecek denli kesinleştirip granitleştirdiği anlar vardır. İnatçı kaşiflerin, deli korsanların, gezgin ve ketum dervişlerin hayallerinin başkalarınca ne kadar çılgınca, beyhude ve akıldışı bulunduklarını düşünün. Bu katılaşma anları aynı zamanda yalnızlaşma anlarıdır. Hayalin sahibi, artık umduğu son hoşgörüyü ve anlayışı uğurlamış olmanın verdiği hafiflikle, gözlerini kısıp ufka bakar. Hayali ona orada, eskiden olduğundan daha yakın ve daha kesin olarak görünür. Hayalinin tek sahibi olmuştur artık ve bu denli yalnızlaşma onun kendisini hayaline adamasını kolaylaştırır. Dahası o farkında değildir ama hayali çoktan salgısıyla onu sarmalayarak kozasının içine hapsetmiştir. Hayaliyle nikâhlanmıştır. Sultan, hayalini zihninde evirip çevirdikçe, bu kesinliğe yaklaştığını hissediyordu. O günkü görüşmelerini iptal etti; valide sultana, biraz keyifsiz olduğu ve dinlenmek istediği haberini gönderdi; kıdemli hanım sultana ava çıkmak istediğini, sadrazamına ise gördüğü kabusunu, yorumlamasını istediği şeyh efendi için yazmak istediğini ve yazıya dökerken belki bu tatsız rüyanın etkisi altına tekrar girebileceğini, bu sebeple kendisini rahatsız etmemesini söyledi. Sonra kabarık kaz tüyü minderinin derinliklerine bedenini gömerken, zihnini de hayalinin içine salıverdi.

Akşam yemeğini biraz da aceleyle yerken, hayali tarafından tamamen tutsak alındığının farkındaydı. O ateş topu, o iri akik, o düşmüş yıldız, o höpürdeyen lav, o dev fanus, bütün şehre bakan o kaplan gözü, Vefa'nın tepe noktasında, oradaydı. Artık buna inanıyordu. Başkalarının onu görmediklerini biliyor ama bunu önemsememek bir yana, hayalini tek başına sahiplenmenin doğurduğu cesaretten (ve belki biraz da delilikten) haz alıyordu. Akşam olunca valide sultanın, biraz da pervasızca odasına dalıvermesi zihninde küçük çaplı bir alaboraya yol açtı. Hayalinin dantellerine dolanmış zihninin ellerini ayaklarını toparlaması vakit aldı. Karşısında buluverdiği annesi ona sadece bir kan bağının sorumluluğunu değil, sahip olduğu dikkat ve entrika bilgisi sebebiyle siyasetin sorumluluğunu da hatırlattı. Evet, kendisi reayasına karşı sorumlulukları olan bir sultandı. Tahtın gereğini yapmak ve halkını zihninde bir neşe, bir dert, bir kıymık, bir ülkü olarak yaşamaktan kaçamazdı. Bir anda, kısacık bir anda, kendi hayalini, halkının hayali hâline getirmesi gerektiğini anladı. Annesinin yüz çizgilerinden oluşan kaligrafi ona bunu veciz ve kestirme bir şekilde söylemekteydi.

İşte Sultan, sarı bir kabartı, bir ateş topu, höpürdeyen bir lav, dev bir fanus olan hayalini o tepede görünür hâle getirmeye o anda karar verdi. Bir anda hayalini dev bir kubbeyle avlaması gerektiğini anladı. O tepede, o sarı kaplan gözünü avlamak için gereken taştan ve kurşundan pençeyi yapmayı o zaman düşündü.