Süleymaniye'ye girmek

Sinan, yan yana kondurduğu bu yapıların aralarına ilham veren geçitler, sürprizler vadeden dar sokaklar ve kıvrımlı yollar tasarlamıştır.
Sinan, yan yana kondurduğu bu yapıların aralarına ilham veren geçitler, sürprizler vadeden dar sokaklar ve kıvrımlı yollar tasarlamıştır.

Süleymaniye'ye, aralıklardan, eşiklerden, dönemeçlerden ve merdivenlerden geçe geçe, yolun sonundaki mihrapla karşılaşmak üzere yapılan kısa ama etkili bir yolculuk, yolcusuna özlü bir Hac deneyimini vadeder.

Süleymaniye'nin etrafı medrese, şifahane, türbe, imaret gibi, Süleymaniye'nin saçaklarını ve halesini oluşturan yapılarla çevrilidir. Bu yapılar, bir külliyenin uzuvları olarak birbirlerine kâh dokunurlar, kah yaslanırlar. Onları, Süleymaniye'nin şehre sokulmasına yardımcı olan kollar ya da onu şehre geçiren iletkenler olarak görmek mümkün. Öte yandan bu yapılar mahalle içlerinden Süleymaniye'ye ulaşmak isteyen kimsenin önündeki engellerdir de. Camiye gitmek isteyen kimse bu yapıları dolaşarak aşmak zorundadır. Sinan, yan yana kondurduğu bu yapıların aralarına ilham veren geçitler, sürprizler vadeden dar sokaklar ve kıvrımlı yollar tasarlamıştır. Bu binalar, arkalarında kalan kimsenin bakışlarıyla cami arasına girerek, caminin bir bütün olarak görülmesini engeller. Cami ancak aralarda kalan boşluklardan, kısmen, tadımlık görülebilir. Süleymaniye'yi kuşatan bu yapılar yolları da kesmiş olur böylece: Ezanın çağrısına karşılık vermek üzere evinden çıkan birini, önündeki bu büklümlü, dolambaçlı, daralıp genişleyen koridorlar yavaşlatır. Camiye ulaşmak ancak bu yapıları aşmak için çaba harcamakla mümkündür.

Bu gitme ve ulaşma çabası, kısa ama etkili bir yolculuk ritüelini, artık şehirde yer almayan tabiattan devşirilmiş "yola çıkma-ulaşma" ritüellerinin yerine ikâme eder. Marco Pallis, güçlü bir sezgiyle bu duruma işaret etmişti: Tabiatla ilişki içinde olan topluluklar (o Kızılderilileri örnek olarak anar), kendi kutsal ritüellerini ve sembollerini tabiatın içindeki gündelik hayatlarından çekip çıkarmaktaydılar. Böylece, kendi gündelik ve dünyevi gerçeklikleri, manevi gerçeklikle bağ kurabilecek bir zemine, yani ritüele kavuşmaktaydı. Mesela "büyük takip" gibi bir av serüveni, aynı zamanda pekâlâ manevi arayışın bir dekoru olarak da kavranabiliyordu. Pallis'in bıraktığı yerden devam edersek, İstanbul gibi bir şehir, sakinlerinin tabiatla birer "ilkel" insan olarak bağ kuramamasının sonucu olarak da, tabiatın içinden çekip çıkartılacak ritüellerden yoksundur. Ama camiye doğru yürümek, hatta tırmanmak, varmak için çaba sarf etmek ve bütün bunları bazı eşikleri, merdivenleri, dar geçitleri kat ederek yapmak zorunda kalmak, doğal biçimde ve önümüzde hazır bulmadığımız ritüellerin yerine, sun'i ama güçlü bir ritüel ikamesi sağlıyor: Yürü, tırman, gir... yürü, tırman, gir... Üç güçlü sembolü bedenle tanıştırmaktır bu: Yol, merdiven, kapı.

Süleymaniye'yi tasarlayan Sinan'ı yönlendiren fikrin, gitme ve ulaşma çileciliğini içeren bir seyrü süluk tasarımına sahip olduğunu söylemek bugünden bakınca aşırı yorum sayılabilir. Ama yine de, haremin haremi sayılan mihrabın bütün bu çileci yolculuğun sonuna adeta gizlenmiş olması, zahir-batın, açık-gizli, peçe-yüz, örtü-örtülü gerilimlerini tanıyan ortak muhayyileden beslenir. Dolayısıyla bir Türk evinin (ve elbette sarayının) haremi, kapılarla, perdelerle, dönemeçlerle gizlemesini bir cami düzeyinde canlandırmak bu ortak muhayyilenin tabii buluşu olmalıdır. Anıtsal Osmanlı camilerinde, dış avluyu çevreleyen, parmaklıklı pencerelerle bezeli dış duvarlar vardır. Bu dış duvarlar, sözgelimi anıtsal Selçuklu Medreselerinin duvarları gibi yüksek, tecrit edici ve opak değildir. Aksine pencereler sayesinde kazandığı bir geçişkenlik yanında, insani boyutta olan yükseklikleriyle de, merakı tecrit edici olmaktan çok tahrik edici gibidir.

Bir av serüveni, aynı zamanda pekâlâ manevi arayışın bir dekoru olarak da kavranabiliyordu. İstanbul gibi bir şehir, sakinlerinin tabiatla birer "ilkel" insan olarak bağ kuramamasının sonucu olarak da tabiatın içinden çekip çıkartılacak ritüellerden yoksundur.

Süleymaniye, Fatih, Şehzade, Sultan Ahmet, Üsküdar Yeni Valide Camilerinde bulunan bu dış duvardan girildiğinde, şaşırtıcı bir titizliğin ve ölçümün ürünü olan bir bahçeyle karşılaşılır. Bahçe, ne içinde kaybolacağınız kadar büyük, ne de hemen göze çarpacak kadar küçüktür. Dilerseniz bir meşe ağacının gövdesine yaslanarak, geçicilik üzerine tefekkür etme imkânı bulursunuz. Ya da cami içinde, namaz, tesbihat veya ders sırasında üstlendiğiniz ruhani yükü, bütün bütün berhava etmeden bir miktar seyreltmek ve havalandırarak kendinize daha da mâl edilebilir boyutlara getirebilmek için dinleniyor da olabilirsiniz. Cami içinde yaşadığınız ve bir tür maruz kalmakla açıklanabilecek olan muhataplık, bu bahçe içinde sizin tarafınızdan dünyevi boyutlarda yeniden keşfedilir, özümsenir. Bu dış avluya, sonra da yeniden kapıların içinden şadırvan avlusuna, ardından son cemaat yerine ve oradan da iç mekâna geçmek, suyun havuzdan havuza alınarak dinlendirilmesini ve arıtılmasını hatırlatır. Girerken, dünyevi tortular ve çapaklar üzerinde; çıkarken de ruhani tazyikler ve kramplar üzerinde uygulanan bu arıtılma ameliyesi, mümine sınırda yaşamayı öğretecektir: Dünyada ama dünyaya ait olmayarak; ya da ruhani ama bedeni tekfir etmeyerek yaşamak.

Bu ruhsal koridora büyük camilerde ihtiyaç duyulur. Çünkü büyük planlar, her ne kadar yüksek bir matematiksel duyarlığın ve rasyonel bilincin ürünü olarak ortaya çıkmış olsalar da, anıtsal camiler söz konusu olduğunda bu matematik ve rasyonalitenin ardında, sanki her şeye sinmiş gibi ışıyan cezbeyi görmemek mümkün değildir. Evet, abidevi camiler ekonomik, siyasi ya da bilimsel zenginliklerin değil, toplumsal bir cezbe anına denk gelen bir uyarılmanın eseri sayılabilir. Cezbenin çekim anlamına geldiğini hemen hatırlayarak, kubbe ve minaresiyle cami mimarisinin göğe doğru yaptığı dikey hamlenin (kabarmanın), böylesi bir çekimin (cezbenin) ürünü olduğunu söylemek de mümkündür. Ya da o caminin bütün bileşenlerinin ve muhtevasının, bir mutlu tesadüfle, o anda ve orada, o etkiyi yaratacak kudrette belirmesinin, zihinsel olana eşlik eden ruhsal bir devinim ve hatta çırpınışın ürünü olduğunu, bunun da ancak cezbe kelimesiyle açıklanabileceğini de söyleyebiliriz. Süleymaniye'ye, aralıklardan, eşiklerden, dönemeçlerden ve merdivenlerden geçe geçe, yolun sonundaki mihrapla karşılaşmak üzere yapılan kısa ama etkili bir yolculuk, yolcusuna özlü bir Hac deneyimini vadeder.