Suriçi deyip

​Suriçi deyip.
​Suriçi deyip.

Fatih caddesindeki ıhlamur ağacımızı kestiler; bizim tadımız, kokumuz ve manzaramız yok oldu. Pek çok şey gibi artık ıhlamur ağacımızda mahallece gördüğümüz bir rüyadan ibaret...

Geçtiğimiz Eylül başında Gökçeada’daydım. Zeytinliköy sokaklarını turladığım bir akşam, bir madama, nefes nefese kalmış bir aile “İlerleyen yaşınıza rağmen bu yokuşlardan her gün nasıl inip çıkıyorsunuz?” diye sordu. Madam bu soruyu gülümseyerek cevapladı: “Bu taşlar beni çocukluğumdan beri tanır, yaşlanan ayaklarıma yardım eder.” Cümlesini noktaladığında dik yokuşun başındaki taş evinin, mavi boyalı ahşap kapısını açıyordu. Sorunun sahibi aile ise verilen cevapla ilgilenmeden, kahve kokularının yayıldığı meydandaki kafelere doğru ilerledi. Madamı izlemeye devam ediyordum. Göz göze geldiğimizde onu kalben anladığımı hissetmişti. Birbirimize mütebessim bir baş selamı verdik. Kapısını kapatınca onun bir koltuğa uzun oturmuş, ayaklarını dualayarak ovduğunu görür gibi oldum. Rahmetli babaannem böyle yapardı. Hemen hepsi yokuşta olan bahçelerimizden döndüğünde ne yolun uzunluğuna ne yokuşun dikliğine söylenir, sadece onu gün boyu taşıyan ayaklarını şükür ve duayla ovardı. Kendisiyle bahçeye gittiğim günlerde yorulup mızırdanırsam “Gide gele bu yollar seni tanıyacak, o zaman da seni hiç yormayacak!” derdi. Ne yalan söyleyeyim, o yaşlarda buna hiç inanmazdım. Haklı çıkmış, dediği olmuştu. Artık yürüdüğüm yollarla tanış olmayı biliyor, yol ile tatlı bir muhabbete dalıyorum.

Bu karşılaşmadan sonra İstanbul’un yollarıyla da muhabbetimi artırmak istedim. Zaten sık yaptığım yürüyüşlere -işimin evime yakınlığını da fırsat bilerek- bir rutin getirdim. Birkaç hafta içinde Suriçi’nde aşina olduğum sokaklar bile bana bambaşka yüzlerini göstermeye başladı.

Rüyadaki ıhlamur ağacı çiçek açar mı?

Yaşadığımız şehir her geçen gün eksiliyor. Buna şahitliğime basit bir örnek vereyim: Geçen ay Fatih caddesindeki ıhlamur ağacımızı yanındaki apartman kentsel dönüşüme girdiği için kestiler. O caddeyle o günden sonra tanışanlar için bunun hiçbir anlamı olmayabilir. Fakat bizim tadımız, kokumuz ve manzaramız yok oldu. Pek çok şey gibi artık ıhlamur ağacımızda mahallece gördüğümüz bir rüyadan ibaret… Tıpkı Calvino’nun, Görünmez Kentler’ini yaşanmaz hâle gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüya olarak yazması gibi…

Bazı şeyler kolay kesilip atılamadığı için bakımsız da bırakılsalar varlığını sürdürebiliyor. Bunlara verebileceğim en güzel örnek İstanbul sur kapıları olur. Bu kapılardan geçmeyi, o mahallenin sokaklarında yürümeyi, bir süre oradaki hayatın akışı içinde kalmayı seviyorum.

Her akşam iş çıkışı Bizanslıların Hagios Romanos, bizim ise fethin kapısı olarak bildiğimiz Topkapı’dan geçiyorum. Fetih sırasında surları döven bazı toplar bu kapının üzerine yerleştirildiği için kapı böyle anılıyor. Bu tarihi olayın nişanesi olarak “iki topun yanı başında, iki yeniçeri heykeli” kapıdan gelip geçenleri selamlıyordu. Bir süredir açıklama yapılmaksızın yok oldular. Neyse ki Fatih’in ordusunun topların bu civarda açtığı gedikten şehre girdiğini tarih düşen kitabe hâlen mevcut.

Top kapısı- Romanos kapısı.
Top kapısı- Romanos kapısı.

Birlikte yol alalım...

Şu tarih düşmeleri artık daha sağlıklı bir şekilde yapabilmeyi umut ederek kapıdan geçer geçmez sola dönüp yürümeye başlayalım. Sağımızda ibadete açık iki kilise kalacak: Surp Nigoğayos Ermeni Kilisesi ve Aya Nikola Kilisesi. Hemen arka sokakta ise 1820’den günümüze eğitimine devam eden Levon Vartuhyan Ermeni İlkokulu ve Ortaokulu bulunuyor. Bu okula ait binalardan birinde ismi cismi olmayan eski bir dükkânda, doğal ev yoğurdu satılıyor. Dükkânın neden ismi yok, bu yoğurtçunun burada ne işi var, yoğurdun doğallığının mekânın doğallığıyla bir ilgisi var mı, diye sormayın. Suriçi böyle karşılaşmaları yadırgamamanız gereken bir yer. Biraz yürüyünce siz de alışacaksınız. İşte şimdi de Ermeni bir taş ustasının dükkânındayız. Epey yol aldıktan sonra Fatma Sultan Mahallesi’nin incisinde biraz nefeslenelim: Zarif bir Mimar Sinan eseri Gazi Ahmet Paşa Camii…

Mahalleden çıkıp Ulubatlı metro durağına yol alırken burnuma gelen keskin kokuyu genziniz yanmasın diye size tarif etmeyeceğim. Fakat, Fatih Adak Kurban Kesim Yeri’nin yıllardır neden ısrarla burada bulunduğunu sorgulayabiliriz. Buna Suriçi deyip, susmayalım.

Edirne kapısı.
Edirne kapısı.

Şimdi iki tepesinin tam ortasına geldik. Burası eskiden adı Lykos olan bir dere yatağıymış, bugün ise akmayan trafiğiyle kendisine Vatan Caddesi diyoruz. Karşıya geçip Edirnekapı’ya doğru yürümeye devam etmek için alt geçide inelim. O da ne! Bir kartonun üzerine peynir-zeytin ile sofra kurup bir somunu bölüşen mutlu bir çift görüyorum. Mutlu olduklarını nereden mi çıkardım? Sohbet ederken sadece yüzleri değil, gözlerinin içi de gülüyor, muhabbetle birbirlerini dinliyor ve Allah ne verdiyse karınlarını doyuruyorlar. Suriçi deyip, Fransız Şair Monteiro’dan mırıldanıyorum: Eski insanlar misali/ Taş üstüne taş koyarak/ Büyük bir perili köşk yaparız, kendi içimizde.