Suriçi’nin sokak sesleri

Suriçi’nin sokak sesleri.
Suriçi’nin sokak sesleri.

Tiz tondan “simit, simit” pese çıkarak SSİİMİİĞĞTT” nidasıyla her seferinde sokağı bir tiyatro sahnesine çeviriyor.

Tanpınar, Beş Şehir’inde artık pek çoğunun kaybolduğu satıcı seslerini İstanbul’un ayırt edici özelliklerinden biri olarak anlatır ve onları çocukluk yıllarındaki şarkı çalan masa saatlerine benzetir. Bugün yoğurtçu, macuncu, lambacı yok belki ama simitçi, bozacı, balıkçı hâlen Suriçi’nde saati ve mevsimi belirlemeye devam ediyor. Hafta içi evden henüz çıkmadıysam saatin sabah 09.00 olduğunu ilk simitçinin sesinden, 10.00 olduğunu ise ikincinin geçişinden anlıyorum. Hatta ikinci, birinciden sadece zaman farkıyla değil ses rengiyle de ayrılıyor. Tiz tondan “simit, simit” pese çıkarak SSİİMİİĞĞTT” nidasıyla her seferinde sokağı bir tiyatro sahnesine çeviriyor. Tanpınar, eski İstanbul mahallelerindeki bu sesleri Sahnenin Dışındakiler romanında da kullanır. Roman kahramanının Vefa Sultanisi’nden sınıf arkadaşı, sokak satıcılarını sanki o anda yoldan geçiyormuş gibi taklit eder. Seslerin dışarıdan geldiğini zanneden hocalar da akşamüzeri geçmesi gereken bir satıcının, sabah vakti geçmesine şaşırıp kalırlar.

Ben de tıpkı bu hocalar gibi Eylül başından beri sokağımızdan geçen ve taklit olmayan “Ayakapı’dan Hamsi” sesinin anlamsızlığına şaşırıyorum. Bu yıla kadar bu sesi kış mevsiminin habercisi olarak Kasım ayının son günlerinde duyardık. Aynı balıkçı sonbaharın ilk aylarından itibaren sokağımızı “Ayakapı’dan Palamut, Ayakapı’dan Çinekop, Ayakapı’dan Lüfer” nidalarıyla şenlendirirdi. Bunu yaparken k’yı çift söylediğinden p’yi otomatik olarak b’ye çevirir; sanki balıklar “Ayakkabı’dan” çıkıyormuş gibi anlaşılır. Evet balıkçımız bu yıl palamut, çinekop, sarı kanat, lüfer gibi tüm sonbahar balıklarını atlayıp evvela hamsiyi “Ayakkabı’dan” çıkardı.

Mahallenin ihtiyarları çocukluklarındaki Ayakapı cazgırının da “Ayakkabı’ya Balık Geldiiii! Çifti 50 kuruş!” diye bağırdığını hatırlıyor. İstanbul’a balık akını olduğu günler, Ayakapı parkının köşesindeki eski vapur iskelesinin yanında bulunan Asmalı Kahve’nin önüne balıklar yığılır, mahalleye cazgır çıkartılırmış. Mahalleli eline aldığı tenekelerle kahveye koşar, kimi akşam yiyeceği kadar kimi de lakerda yapıp uzun süre saklamak üzere bolca balık alırmış. Bu balıkçı kahvesi artık yok ama işleyen sur kapılarından biri olan Aya Kapı’nın da bulunduğu Küçükmustafapaşa mahallesindeki diğer kahvelerde, heyecanla çocukluk hatıralarından bahseden amcalar şükür ki hâlen hayattalar. Onlar Ayakapı’da yüzdüklerini, sandal kiralayıp balık tuttuklarını, havaya zıplayan kocaman kırlangıç balıkları yakaladıklarını anlatırlarken; aklıma Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde bahsettiği balık tılsımları düştü. Efsaneye göre Kral Karun veziri Rüvende’nin, bilge mimarlarının ve akıllı mühendislerinin teklifiyle Sarayburnu’na denizle ilgili 366 tılsım inşa etmiş, her gün birini işletip deniz dibindeki balıkların karaya vurmasını sağlamış. Halk da türlü çeşit balık avlayıp afiyetle yemiş. Bu tılsımlardan biri de hamsi ile ilgiliymiş: “Sarayburnu’nda üç yüz yüksek direk üzerinde, üç yüz altmış çeşit deniz yaratığının şekilleri vardı. Mesela, Hamsin ayında hamsi balığı sureti ses verse, Karadeniz’de asla hamsi balığı kalmayıp, hepsi İstanbul’a gelip, kıyıya vurup, bütün İstanbul halkı hamsi balığıyla elli gün geçinirdi.” Evliya Çelebi bu tılsım efsanesine şöyle devam eder: “Erba’inde kırk gün türlü̈ türlü balık deniz dalgası olmadan tılsımların etkisiyle kıyıya vurup, İstanbul halkı bolluğa kavuşurdu.”

Evliya’nın Erzurum’da damdan dama atlayan kediyi dondurduğunu düşünürsek, balık bolluğunu tılsım efsanesiyle abartmış olabileceğini söyleyebiliriz. Fakat o kadar eskiye gitmez 50’li-60’lı yıllarda çekilmiş İstanbul balıkçılarının fotoğraflarını gözümüzün önüne getirirsek, deniz tılsımlarının o günlerde de işe yaradığını düşünebiliriz. Bu fotoğraflarda boyu kadar balığı sırtlamış hamalların yanı sıra, balık pazarındaki tezgâhların doluluğu eminim benim gibi sizi de şaşırtıyordur. Belki de tılsım, içinde bulunduğumuz mevsimin ikramlarını görerek onlara şükretmekte saklıdır.

Rahmetli Halûk Dursun İstanbul’da Yaşama Sanatı’nda eski İstanbulluların sonbaharda denizden ve havadan gelen misafirleri için bu nimetlerin farkında olarak ve onlara erişmekten dolayı şükür duyarak heyecanla hazırlık yaptıklarından, yeni İstanbulluların pek çoğunun ise bunlardan haberdar olmadığından bahseder. Kendisi de bir balık sevdalısı olduğundan lüfere çıkacakları sonbahar akşamları heyecandan uyuyamadığını, boğazda sonbahar boyunca hangi balıkları tuttuğunu, havanın lodos olduğu günler hiçbir balığın özellikle de lüferin satın alınmayacağını çünkü etinin yumuşak ve tadının da yavan olacağını anlatır.

Bu yıl henüz sokağımızda Ayakkabı’dan palamut ve lüfer çıkmasa da şükür ki Kasım Sakası arka bahçedeki ağaçlarda şarkısını söylemeye başladı. Ahmet Rasim’in “Lüfer sesini duyup da bir parça olsun dönüp bakmayacak İstanbullu farz edemem” dediği o sesi ise mevsimi geçmeden elbet gelir diye heyecanla bekliyoruz.