Suriye’de 13 günde değişen denge, Türkiye’nin rolünü gözler önüne serdi

Suriye’de 13 günde değişen denge, Türkiye’nin rolünü gözler önüne serdi
Suriye’de 13 günde değişen denge, Türkiye’nin rolünü gözler önüne serdi

Suriye’de emperyalistlerin güdümündeki Esed rejimi 13 gün içinde devrildi. Zorba bir rejimin 13 gün içinde devrilmesi, elbette ki, çok rastlanabilecek bir hâdise değil. Suriye’de 13 gün içinde yaşanan hâdiseler, 13 yıllık derin ve yoğun diplomatik bir çalışmanın son perdesiydi.

Ahmed el-Şara, 4-5 milyon kişinin yaşadığı kamplar şehri İdlib’de Türkiye’nin öncülüğünde başarılı bir vâlilik tecrübesi ortaya koymuştu. Esed rejimini devirecek stratejik kabiliyetlere bu zorlu süreçte sahip oldu.

Türkiye ile yeni Suriye yönetimi arasında muazzam bir ilişkinin olduğu dünyanın dikkatinden kaçmadı. Dışişleri Bakanımız Hakan Fidan ile MİT Başkanımız İbrahim Kalın’ın Şara ile verdikleri çok anlamlı fotoğraflar, bizim Suriye’de Esed rejiminin devrilmesinde nasıl kilit rol oynadığımızı gözler önüne seren fotoğraflar olarak tarihe geçti.

Türkiye’nin Suriye’de kurduğu düzen, emperyalistlerin Türkiye’siz bir dünya kurulamayacağını kavramalarına yol açtı. Türkiye’nin yeniden tarih sahnesine çıkışının kilometre taşlarından biriydi Suriye’de gerçekleştirdiğimiz büyük atılım. Türkiye, Karabağ’ı bir haftada Ermeni işgalinden temizlemiş, Libya’da bize en fazla direnen, Rusların adamı Hafter’i Ankara’ya çağırmış, iki ülke arasında bir anda büyük bir savaşa dönüşme riski taşıyan Pakistan ile Hindistan arasındaki gerilimin durdurulmasında büyük rol oynamış, Katar’a yerleştirdiğimiz 13 askerî üsle Afrika’nın geleceğinde bizim de tarihî bir rol oynama iddiamızın olduğunu neredeyse bir asırdır süren Etiyopya ile Somali arasındaki husûmeti sona erdirerek iki ülkeyi barıştırarak göstermiş, böylelikle gelecek yüzyılın inşasında Türkiye’nin sadece bölgesel bir güç değil bir süpergüç olarak yeniden oyun kurucu olarak tarih sahnesine çıkma emareleri gösterdiğini bütün dünyaya ilan etmişti.

Bunun en uç örneklerinden biri Dürzîlerle yeni Suriye rejimi arasında yaşanan çatışmada karşımıza çıktı. İsrail’in “Dürzîleri koruyoruz” diyerek yaptığı provokasyonla tırmandırılan gerilim karşısında Dürzî lider Velid Canbolat aynen şu açıklamayı yaptı: “Bizi, Osmanlı ile korkutuyorlar! Keşke Osmanlı düzeni geri gelse. Çünkü Osmanlı düzeni, gerçek anlamda barış ve adalet sunan bir düzen.”

Türkiye’de de, Türkiye’yi Osmanlı ile korkutmaya çalışan epistemik köleler var. Neymiş efendim! Osmanlı emperyalist’miş de, Osmanlı’dan bahsetmek bölge ülkelerini ürkütür’müş de, falan filan! Emperyalistleri buradan defedecek yegâne ruh Osmanlı ruhu ve tecrübesi olduğu hâlde bölge ülkelerinin ve halklarının, -tabiî bu arada Türkiye’nin de- Osmanlı ile korkutulmaya kalkışılması ne kadar trajikomik bir durumdur, değil mi!

Sözün özü: Türkiye’nin yeniden süpergüç rolü oynayabilmesi adalet, hakkaniyet ve merhamet ilkelerinden oluşan Osmanlı ruhunu hayata ve harekete geçirmesinden geçer.

Osmanlı ruhu: Ehl-i Sünnet'in tarih yapma iradesi

Batı’da, akademide, İslâm dünyasındaki entelektüelleri, akademisyenleri ve elitleri hedef alan, zihin dünyalarını şekillendirmeyi amaçlayan, üç büyük kritik teo-politik “proje” geliştirildi. Teo-politik yani sosyo-kültürel ve siyasî mühendislik projesi uygulayarak önce İslâm’ın, -tarih yapan bir aktör olarak İslâm medeniyetinin- tarihten, sonra da İslâm’ın akîdesinin protestanlaştırılarak hayattan, Müslüman toplumlarınsa İslâm’dan uzaklaştırılması projesi.

Bu üç projeden ilkinin, Gazâlî’nin İslâm düşüncesini bitirdiği masalı, ikincisinin Osmanlı’nın unutturulması meselesi, üçüncüsününse Hz. Peygamber’in (sav) konumunun sarsılması, dolayısıyla Peygambersiz İslâm projesi olduğunu ifade etmek isterim yazının başında, özetle.

Bu üç “proje”de dikkat çeken en temel ortak yön, Hz. Peygamber’in de, Gazâlî’nin de, Osmanlı’nın da “kurucu” olmalarıdır. Batılılar, İslâm dünyasının yeniden toparlanmasını, kendine gelmesini ve insanlığa yeniden adalete, hakkaniyete, sulhe ve selâmete dayalı hakikat medeniyeti fikrini sunmasını mümkün kılacak akîdevî, fikrî ve siyasî üç kurucu sütunu vurmayı, yok etmeyi yüzyıllık en temel stratejileri olarak belirlemiş durumdalar.

Batılı emperyalistlerin bütün medeniyetlerin kökünü kazıdıkları, bütün belli başlı dinleri fosilleştirdikleri ama İslâm dünyasını sömürgeleştirmelerine ve paramparça ermelerine rağmen Müslüman kitlelerin sömürgeci emperyalistlere direnme güçlerini yok edemedikleri, en önemlisi de Müslümanların direnç noktalarının en güçlü kaynağını oluşturan İslâm’ı ve temel kaynaklarını fosilleştiremedikleri bir gerçek.

O yüzden Müslümanların direnç noktalarını kırabilmek için, öncelikli olarak, İslâm’ın temel kaynaklarıyla ilişkilerini bozmaları, bu kaynakları tarihin akışını şekillendirecek şekilde hayata ve harekete geçiren Hz. Peygamber’in (sav) konumunu sarsmaları, Peygambersiz bir İslâm icat etmeleri gerektiğini; ikinci olarak, İslâm medeniyetinin yaşadığı birinci krizin aşılmasında kilit rol oynayan Gazâlî’nin Müslüman aydınların, fikir adamlarının hayatından uzaklaştırılması, merkezî konumunun yok edilmesinin hayatî olduğunu; üçüncü olarak da, birinci büyük medeniyet krizinin aşılmasında, İslâm dünyasının tarihteki en güçlü noktaya ulaşmasında tarihî rol oynayan Osmanlı’nın unutturulmasın kaçınılmaz olduğunu çok iyi biliyorlar.

Bu yazıda, öncelikle, iki asırdır yaşadığımız ikinci büyük medeniyet krizinin anlaşılması ve aşılması sürecinde Gazâlî’nin aslında zihnimizi açacak kurucu, kışkırtıcı bir rol oynadığına dikkat çekmek istiyorum.

Burada, Gazâlî’nin Ehl-i Sünnet Omurga’yı oluşturan akîdevî, fikrî ve siyasî düzlemlerde yaptığı ön açıcı zihnî devrimin Selçuklu, Eyyûbîler ve özellikle de Osmanlı tarafından nasıl İslâm dünyasının ve dünya tarihinin yapılmasında imajinatif şekillerde kullanıldığını, yaşadığımız ikinci büyük medeniyet krizinin aşılmasında, Gazâlî’nin muhkem bir şekilde diktiği akîdevî, fikrî ve siyasî üç sütunu (Ehl-i Sünnet Omurga’yı) harekete geçirebilmemiz sürecinde Osmanlı’nın hâlâ dipdiri olan, insanlığın şiddetle ihtiyaç duyduğu, adalet, hakkaniyet ve merhamet ilkeleri üzerinden yükselen Osmanlı Ruhu’nun nasıl tarihin akışını bizim belirlememizde kurucu ve konumlandırıcı büyük roller oynayabileceğini, tam da bu nedenle, Türkiye’nin Osmanlı’yla irtibatını koparması için niçin art arda kuşatma ve saldırı operasyonlarıyla karşı karşıya bırakıldığını göstermeye çalışacağım.

Alman ruhu, Hegel ve Weimar rönesansı

Türkiye, zor bir dönemeçten geçiyor. Zorlu, uzun ve yorucu bir yolculuk bizi bekliyor... Türkiye’nin iç cephesi çok karışık, Müslüman sosyoloji yok oluyor, genç kuşakların İslâm’la ilişkileri hızla sıfırlanma noktasına doğru ilerliyor… Genç kuşakların yüzde 90’ınından fazlası İslâmî aidiyetlerini yitirmiş görünüyor… Bu çok büyük bir felâket. Bu mesele bizim için hayat-memat meselesi. Sonraki yazılarda derinlemesine mercek altına alacağım bu meseleyi.

Ama buna mukabil dış cephede çok güçlü adımlar atıyoruz. Dalga-kıran, dalga-kuran ve zamanla dalga-olmamızı sağlayacak büyük, tarihî adımlar. Bu adımların gerisinde bizim de farkında olmadığımız ama bizim kültürel genlerimize işleyen, karakterimizi ve hattı harekâtımızı belirleyen bir ruh var: Osmanlı ruhu bu.

Evet, Türkiye zorlu bir süreçten geçiyor ama şunu aslâ unutmamak gerekiyor: Bütün zor zamanlarda, zorlu zamanlarda, toplumlar; o zorlukları aşacak bir ruh arayışına soyunurlar.

Almanlar böyle yaptılar. Ruslar, böyle yaptılar...

Hegel, yüzlerce prensliğin cirit attığı bu darmadağın Almanya’yı birleştirecek ruhun izini sürdü. O yüzden devleti kutsadı, putlaştırdı.

Aynı şeyi, Leibnitz de, Kant da yapmıştı: Avrupa’yı toparlayacak ortak bir “dil” ve ruh arayışının izini sürmüştü bu iki düşünür de.

Kant’ın izinden giden Hegel, Almanların “volkgeist” dedikleri, “halkın ruhu”nu, bu ruhun kültürel ve tarihî köklerini araştırdı.

Sonuçta Alman ruhunun, köklü bir Alman dili, kültürü, düşüncesi ve sanatıyla inşa edilebileceğine karar verdiler Alman düşünürler ve sanatçılar.

İşte Weimar Rönesansı buradan doğdu: Almanlar, kendilerini ayağa kaldıracak ruhun yapıtaşlarını geçmişten geleceğe doğru hem Avrupa düşünce tarihinde hem de dünya kültür tarihinde yolculuk yaparak döşemeyi başardılar.

Alman ruhunun, dil ve kültür kodları bakımından birleşmiş bir Almanya ve bu birliği sağlayacak, teminat altına alacak ve Almanya’nın en azından Avrupa tarihini yapacak güçlü bir lider etrafında hayat bulacağını düşündüler: Bismarck’ı çıkardılar, Fransızların Napolyon’undan yaklaşık bir asır sonra.

Weimar Rönesansı’nın hikâyesi çok heyecanlı ve zihin açıcı. Ama bu kadarla yetineyim burada.

Biz, bize gelelim, kendimize gelelim: Biz ne yapacağız peki?

Bizim medeniyetimizin ruh kökleri, neseb'e değil, edeb'e dayanır

Irk merkezli bakış ve dünyayı algılayış, Batılıların hem başkalarıyla yok edici, şiddete dayalı ilişki biçimleri geliştirmesine yol açıyor hem de kendisini var eden dinamiklerin kendisini yok eden dinamitlere dönüşmesini önleyemiyor.
Irk merkezli bakış ve dünyayı algılayış, Batılıların hem başkalarıyla yok edici, şiddete dayalı ilişki biçimleri geliştirmesine yol açıyor hem de kendisini var eden dinamiklerin kendisini yok eden dinamitlere dönüşmesini önleyemiyor.

Almanların Alman Ruhunu icat ve inşa etme yolculukları kışkırtıcı. Ama bütün çapına ve derinliğine rağmen evrensellikten uzak ve aşırılıklarının kurbanı: Ulus icadıyla evrensel bir ruh inşa edilemez. Nitekim, onca yolculuk ve çaba, sonunda Faşizm’le heba oldu gitti.

Evet biz ne yapacağız?

Önce şunu göreceğiz: Bu ülkenin ruh kökleri, ulus köklerinden ibaret değil. Ulusal sınırları aşan yerle gök arasını buluşturan, hakikat’ten beslenen, süt emen ulusötesi, o yüzden de gerçek anlamda evrensel bir ruh bu.

Ezberlerimizi çöpe atalım: Batı uygarlığının geliştirebildiği ama adına da “evrensel” deme kompleksi sergilediği en makro bakış, ulus-eksenlidir: Alman Ulusu, Fransız Ulusu vesaire içindir her şey. Avrupa Birliği gibi projeler, gerçek anlamda retorikten ibarettir. Avrupa’yı kuran evrensel bir ruh yok bu birlik fikrinde. Birlik fikri, Avrupa Birliği projesinde büyük bir fobiye dayanır: Avrupa’nın parçalanması, paramparça olması, 30 yıl savaşlarında veya 100 yıl savaşlarında gördüğümüz gibi, Avrupa’yı çok büyük felâketlerin eşiğine sürükleyen yıkımların yaşanmasından korkulması.

Bu kadar. Avrupa ruhu diyebileceğimiz, önce Avrupa’yı, sonra insanlığı kuşatacak kucaklayıcı, başkalarını ötekileştirmeyen, dışlamayan, barbar olarak konumlandırmayan herkese hayat hakkı tanıyan güçlü bir medeniyet mefkûresinin olmaması Avrupa’nın ve Avrupa’nın birlik fikrinin.

Başkalarına hayat hakkı tanımayan, başkalarıyla, başka kültürlerle önce asimilasyon stratejisine başvurulduğu, asimilasyona direnildiği takdirde eliminasyon stratejisinin işletildiği ilkel bir mantık üzerinden ilişki kuran, o yüzden de, Toynbee’nin ürpertici tespitiyle üç asır gibi kısa bir zaman dilimi içinde insanlık tarihinde geliştirilen “26 medeniyetten 16’sını fiilen tarihten silen, 9’unu fosilleştiren” şiddete dayalı ilişki biçimleri üzerinden ilişki kurabilen bir uygarlığın herkese kucak açacak, herkesi kendi olarak görecek, kendisi olarak yaşamasını sağlayacak bir ufka, özgüvene, bilgeliğe ve evrenselliğe sahip olmasını beklemek kabul edilmeyecek duaya âmin demektir.

Irk merkezli bakış ve dünyayı algılayış, Batılıların hem başkalarıyla yok edici, şiddete dayalı ilişki biçimleri geliştirmesine yol açıyor hem de kendisini var eden dinamiklerin kendisini yok eden dinamitlere dönüşmesini önleyemiyor. O yüzden 1648’de kurulan Wesfalya düzeni, 1945 sonrasında Avrupalıların Avrupa içi ötekileştirici, ırk merkezli emperyalist hesaplaşmalarından, birbirlerinin boğazlarına çökmelerinden sonra, bir anda tuzla buz oldu, yok oldu, tarihe karıştı.

Yani Batı’da her şey, temelde neseb’e dayanır; bizde ise edeb’e. O yüzden Batılılar şöyle der: “Benim derdim seninle! İşte bu nedenle, sömürgecilik, emperyalizm Batılıların eseridir.”

Ama biz şöyle deriz: “Benim derdim benimle. Bu nedenle tarihte nerdeyse tarihin yapılmasında kilit rol oynayan bütün medeniyetlerin üzerine oturdu Osmanlı. Ama Batılılar gibi bu medeniyetlerin hiçbirini yok etmedi; hepsinden beslendi, hepsini de besledi.”

Osmanlı ruhu ne ve bize ne söyler?

Osmanlı, bunu nasıl başardı peki?

Tarihte, hem Dâru’l-İslâm’ı, hem Dâru’s-Selâm’ı (Barış Yurdu’nu) hem de Dâru’l-İnsan’ı (İnsanlık Yurdu’nu) inşa eden en gelişmiş, henüz aşılamamış ve anlaşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış medeniyet tecrübesini insanlığa armağan ederek başardı.

O yüzden çağımızın en büyük tarih felsefecilerinden Arnold Toynbee, “Osmanlı, insanlığın geleceğidir.” demişti.

Bazı sığ adamlar, bendeniz, Osmanlı’dan söz edince “geçmişten söz etme bize” diye, karşı çıkıyorlar söylediklerime.

Biraz tarih felsefesi bilenler şunu bilirler: Geçmiş de, şimdi de, gelecek de izâfîdir: Geçmiş, geçmiştir ama geleceği inşa edecek bir ruh ve bir tecrübe armağan etmiştir.

İşte Toynbee’nin Osmanlı’yı insanlığın geleceği olarak görmesini sağlayan şey, bu ruhu ve tarihî derinliği fark etmiş olmasıydı.

Türkiye, prangalarından kurtulma mücadelesi veriyor

İlle de söylemem gerekmiyor ama Türkiye’de ürpertici bir Batı kompleksi olduğu için söylemek zorundayım: Hegel, Alman Ruhunun izini sürerken, kurucu ruh köklerini Greklerde bulmuştu.

Örnekleri çoğaltmaya gerek yok.

Şunu bilelim, derim: Tarih, geçmişle ilgilidir ama gelecekle ilgilenir. Tarih, tekrarlanamaz. Ama tarihi yapmamızı mümkün kılan ve vahiyden beslenerek tarihte uygulanan ruh her zaman keşfedilmeyi, yeni şartlara hayat vermeyi bekler.

Bir asırdır, “zihnimize geçirilen deli gömlekleri”nden, prangalardan kurtulma savaşı veriyoruz.

Türkiye prangalarından kurtulacak...

72 dini, ırkı, milleti bir arada yaşatan, Medine’den süt emen, üç kıtada dünya tarihini yapmamıza imkân veren Osmanlı ruhu, küllerinden doğacak, ışık olacak insanlığa yeniden…

Altını çizerek söylüyorum: Geçmiş geçmiştir, olmuş bitmiştir. Aslolan Ruh’tur.

Âlim, Ârif, Hakîm şahsiyetleri peygamberlerin vârisleridir. Bunlar bize Hakikatin hayat olan, hayat bulan ve herkese hayat sunan Ruhunu taşırlar. Ruh, yaşıyorsanız, her zaman diridir ve diriltir sizi.

Selçuklu’nun tohumlarını ektiği, Osmanlı’yla muazzam bir şekilde meyvelerini verdiği bu tarih-yapıcı ruh, dipdiri. Osmanlı tarihten çekildi ama ruhu capcanlı.

Unutmayalım ve kulağımıza küpe yapalım şu cümleleri: Osmanlı kapitalizme direndiği için bilfiil / bedenen çöktü. Osmanlı kapitalizme direndiği için bilkuvve / ruhen yaşıyor…

İşte bu ruhu çok iyi kavrayabilir, güncelleyerek yeniden tahkim edebilirsek, hem orta vadede İslâm dünyasının toparlanmasında hem de uzun vadede yeniden dünya tarihin yapılmasında kilit rol oynamaya başlayabiliriz. Batılılar, bu yakıcı gerçeği çok iyi bildikleri için Türkiye’yi hedef tahtasına yatırdılar ve yüzyıllık projelerini Osmanlı ruhunun yeniden dirilmesini, dolayısıyla Türkiye’nin bir medeniyet atılımı yapmaya kalkışmasını önleme kaygısı üzerinden geliştiriyorlar.

Şimdi, Osmanlı’nın neden bizzat kendi çocuklarına unutturulduğunu, neden bu topraklarının çocuklarının tarih bilincinin linç edildiğini çok daha iyi idrak ediyor olmalıyız, diye düşünüyorum.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.