Tanzimat’tan bugüne Batılı kavramların dili ve düşünceyi nasıl dönüştürdüğü

Arşiv
Arşiv

Bizim bugünkü meselemiz Tanzimat’tan sonra söz dağarcığımızdaki Batılı kelime sayısının artması değildir. Asıl mesele tevhid dilindeki aslî kavramların yerine Batılı karşılıkların ikâme edilmesidir. Mesele aslî kavramlarımızı kendi elimizle tasfiye etmemizdir.

Uzaya adam göndereceğiz. Bir ara bu konu gündemdi. İyi güzel de adı ne olsun? Şunu-bunu teklif edenler çıktı. Ama bana göre bir tanesi dikkat çekiciydi: Türkonot. O da ne? Bu kelimenin başındaki Türk’ü anladık da kuyruğundaki “not”u anlayamadık, değil mi? Bu aşağılık kompleksiyle Batı’dan araklama geleneğimizin son örneği... Hani Amerikalılar uzay seyyahlarına “astronot,” Ruslar da “kozmonot” diyorlar ya... Bizimkiler de oradaki “not”u alıp Türk’ün arkasına eklemişler. İlham da, kaynak da, dayanak da yine Batı... Eskiden Kemalistler ve Batıcılar böyleydi, şimdi muhafazakârlar böyle. Hatta bu işte belki diğerlerinden daha arzulular.

Aslında “astronot” eski Yunanca iki kelimenin terkib edilmesiyle oluşmuş. “Astro” “yıldız,” “naut” ise “gemici, denizci” demek. Çünkü astronot sonuçta bir gemide seyahat ediyor. O gemiye İngilizce’de “uzay gemisi” anlamında “spaceship” veya “spacecraft” da deniyor. O zaman “astronaut” da “yıldız denizcisi, seyyahı” demek oluyor. “Astronaut” ilk defa 1880’de bir İngiliz yazar tarafından bir hayali uzay gemisinin adı olarak kullanılmış. Bir Belçikalı bilim kurgu yazarı ise Fransızca “astronautique” sıfatını 1927 yılında türetmiş. Her ikisi de Yunan mitolojisindeki Argonaut’lara (Argo yolcuları) benzetme yoluyla türetilmiş. Ruslar’ın kullandığı “kozmonot” kelimesi ise “cosmos” ve “naut” kelimelerinin birleşiminden uydurulmuş. Yani “evren denizcisi veya gemicisi” demek oluyor.

Peki, Türkonot ne oluyor o zaman? Türke doğru giden denizci veya gemici mi? Saçma değil mi? Ama bu normal, çünkü biz bir şeyi aparırken bile onu incelemeyiz. Kaptık mı atarız torbanın içine. Yakaladık mı katarız sürüye. Bu da öyle, altı şaval üstü kaval bir yakıştırma. Zaten Türk kelimesine niye eski Yunanca bir kuyruk takarsın ki? Başına Türk koyunca gerisinin önemi kalmıyor belli ki!

Peki, Latince neydi?

Osmanlı bu konuda da bizden daha usturupluydu. Batılı bir kelimeyi alırken o kelimenin kökeni hangi dilde ise o dildeki köklerin anlamını inceler, öğrenir, sonra aynı anlama gelen Arapça bir kök bulup o Batılı kavrama uygun bir kelime üretirlerdi. Meselâ “entelektüel” karşılığı olarak “münevver,” “kültür” karşılığı olarak “hars,” “civilisation” karşılığı olarak “medeniyyet” kelimelerini bulmuşlardı. Çünkü kendileştirme sentezin en önemli boyutudur. Bir kavramı tutarlı ve anlamlı bir şekilde kendileştirmediğin sürece o üstünde yama gibi durur. Hamuruna katılmaz, cevherine karışmaz. Seni yeni bir sen yapmaz. Sadece başkasının taşıyıcısı yapar. Bu da seni değerli ve özgün kılmaz.

Bir şey dikkatinizi çekmiştir. Bugün Batı’da bilim, teknoloji, sanat, felsefe, siyaset hangi alana bakarsanız bakın kavramların çoğunun eski Yunanca veya Latince kökenlere dayandığını görürsünüz. Bu kavramlar ister İngilizce ve Fransızca olsun, isterse İspanyolca, İtalyanca, hatta biraz daha uzak olan Almanca olsun durum budur. Zaten İngilizce ve Fransızca dillerinin kelime hazinesinin yüzde 25 civarı Latince kökenli kelimelerdir. Peki, Latince neydi? Roma imparatorluğunun dili... Yani Katolik Hristiyanlığın merkezi olan devletin dili. İncil Aramice’den eski Yunanca’ya, Roma Hristiyanlığı resmi mezhep olarak kabul edince de Latince’ye tercüme edildi. Bugün hâlâ Roma’daki papaya tâbi Katolikler ibadetlerini bu anlamadıkları Latince dilinde yapıyorlar.

Müslüman toplumlar da benzeri şekilde temel kavramlarını Kur’ân-ı Kerîm’in dili olan Arapça’dan aldılar. Malayca’dan tutun Boşnakça’ya kadar her müslüman toplumun dilinde aynı kavramlar kullanılır. Boşnak da “bereket” der, Tanzanyalı müslüman da, Malay da, Tatar da... Türk “fıkıh” der, Arap da, İranlı da, Özbek de... Bu kavramların telaffuzlarında hafif değişiklik gözlense bile kavram aynıdır. Bu kavramlar Kur’ân’dan, hadislerden devşirilmiştir. Kavramlar kadar o kavramları iyi anlayan, bilen, kullanan ve şerh eden âlimler de birbirine benzer. Kıyafetleri, çehreleri, anadilleri farklı olsa da âlimler Arapça ve tevhid kavramları etrafında aynı zamanda büyük bir coğrafyada ve aynı mekânda uzun zaman dönemleri boyunca anlamları ve kavramları doğru eşleştirerek kullandılar. Her müslüman toplumun dilinde ilim, edebiyat ve düşünce eserleri, sözlü gelenek ve günlük dil bu kavramlara yaslandı.

Dinin etkisini alfabelerde de görüyoruz. Meselâ Hristiyan toplumların çoğunun alfabesi kutsal kitap İncil’in yazıldığı alfabe olan Latin yani Roma alfabesidir. Her Hristiyan millet kendi dilinde olan ama Roma alfabesinde gösterilmeyen özel sesleri o alfabedeki en yakın harf üzerinde veya altında küçük işaretler koyarak göstermeyi seçti. Meselâ Fransızlar kendi dillerinde olup da Latin alfabesinde olmayan “é” sesini Latin alfabesindeki “e” harfinin üstüne sağa yatık aksanı ekleyerek gösterdi. Benzeri bir çeşitlendirmeyi dünyadaki her müslüman toplumun kendi alfabesini dayandırdığı Arap alfabesinde de görüyoruz. Türkler, Kürtler, Hindliler, Farslar kendi dillerinde olan “ç” sesini Arap alfabesindeki “cim” harfinin göbeğindeki tek noktaya iki nokta daha ekleyerek yaptılar. Aynı şekilde Arap alfabesinde olmayan “j,” “p,” ince “g” harflerini en yakın Arap harflerine noktalar ekleyerek kendileştirdiler. Osmanlılar bugün hâlâ Anadolu ağızlarında bulunan genizden gelen “n” sesi için bile Arap alfabesindeki “kef” harfinin üstüne iki üstün ekleyerek yeni bir harf icat ettiler.

İnsanların sadece dilleri ile zihinleri arasındaki bağ kopmadı, aynı zamanda dilleri ile kalpleri arasındaki bağ da koptu.

Kendi kavramlarımızı kurban verme işi Tanzimat dönemine kadar gider. İkinci Mahmud, Fransız memurlarına benzesin diye Osmanlı memurlarına zorla pantolonu giydirdiğinde bu kıyafet ismi sıradan bir kelime olarak benimsendi. Aynı şekilde “etajer, abajur, gazete, roman, vs.” dilimize böyle girdi. Bunlar dilimize girdiğinde onları ifade eden hazırda isimler yoktu. Çünkü cismi olmayanın ismi de olmaz. Bu cisimler hayatımıza girdikçe beraberinde isimleri de girdi. Bu doğal bir şeydi. Benzeri kelime kazanma süreci her toplumda, her çağda vardır. Fakat başka dillerde de Osmanlı etkisi büyüktür. “Kahve”den “şerbet”e kadar...

Bizim bugünkü meselemiz Tanzimat’tan sonra söz dağarcığımızdaki Batılı kelime sayısının artması değildir. Asıl mesele tevhid dilindeki aslî kavramların yerine Batılı karşılıkların ikâme edilmesidir. Mesele aslî kavramlarımızı kendi elimizle tasfiye etmemizdir. İçinde müminlik alâmetleri, anlamları, çağrışımları taşıyan tevhid kavramları yerine onlara yakın gördüğümüz Batılı kavramları kullanmaya başlamaktır. Böyle yapa yapa bir süre sonra Batı’dan alınan kavramlar tevhid kavramlarının yerine geçti. İnsanların sadece dilleri ile zihinleri arasındaki bağ kopmadı, aynı zamanda dilleri ile kalpleri arasındaki bağ da koptu. Çünkü yaban bir kavram devreye girince onun anlamı kendi kavramımızın barındırdığı anlamı öteledi, dışladı, tasfiye etti.

Peki, bu gerçekten bu kadar önemli bir şey mi? Bir kavram yerine diğerini kullansak ne olur ki? Çok şey olur. Zira kavramların benimsenmesi herhangi bir eşyanın isminin başka bir dilden devşirilmesi gibi değildir. Çünkü kavramlar düşüncenin ve dolayısıyla ilmin temel taşıdır. Yani kavramlar tercümeyle ifade edilemeyecek kadar özel ve aslî kelimelerdir. O yüzden özgün hâliyle alınır ve kullanılırlar. O hâlde mesele kelimelerin eklenmesi veya çıkarılmasından ziyade insanı inşâ eden anlamların kurutulmasıdır. Herhangi bir tevhid kavramını tasfiye, aslında anlamı tasfiyedir. Anlamı tasfiye, düşünceyi tasfiyedir. Düşünceyi tasfiye, işi tasfiyedir. İşi tasfiye, ahlâkı tasfiyedir. Ahlâkı tasfiye ise kişiliği tasfiyedir. İhyâ süreci de aynı evreleri takip eder.

Başka bir şeye daha dikkat etmek lâzım. Biz burada “tevhid dili” derken Osmanlı Türkçesi’ni kastetmiyoruz. Çünkü bugün Osmanlıca konuşmak ve yazmak tek başına erdemli, anlamlı, tutarlı bir şey değil. Anlaşılmayan kelimeler kullanmak marifet değil. Biz “tevhid dili” dediğimizde tevhid kavramlarını kastediyoruz. Bu kavramlar tevhid ehline has, aslî kavramlardır. Bize Kur’ân, sünnet ve âlimlerin öğrettiği temel kavramlardır. Özeldirler, özgündürler. Tercüme edilmezler, açıklanırlar. Eşanlamlıları olabilir ama eşdeğerlileri yoktur. Tevhid kavramları aynı zamanda ahlâk bildirir. “Bereket” ile “kâr,” “takvâ” ile “korku,” “tevfik” ile “başarı” aynı şeyler değildir. Sadece içerdikleri anlamlar itibariyle değil iktizâ ettikleri düşünme, tasarlama ve davranma yolları açısından da... Meselâ “ahlâklı olmak” deyince hemen örneğimiz Rasûlullah Efendimiz (sav) olur. Ama “etik olmak” deyince öyle olmaz. Bugün “etik” diye diye “ahlâk” kavramının içerdiği Kur’ân’dan, sünnetten, ilimden kaynaklanan değerleri, ilkeleri, davranışları bir tarafa bırakmaya başladık. Bu sekülerleşmenin hem bir yolu, hem bir göstergesidir.

Kısacası dilimize dikkat edelim çünkü dilimiz dilimizdir, yani gönlümüzdür. İşte bu yüzden tevhid kavramları üzerine titremeliyiz. Kavramlar, anlamlar, kelimeler hafif mevzular değil. İmanımızla ilgili herşey gibi...

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.