Tatlıses neden her dönüşünde türküye sarıldı? Arabeskle zenginleşti mi?

Ayağında kundura ya da benden nefret et fakat acıma.
Ayağında kundura ya da benden nefret et fakat acıma.

Türküden para kazanılmaz ve türkü sanattır sonuçta. Arabesk ise bir tür iktisadi girişimdir ve bu girişime adım atanlar, kitlelerine paralel olarak amaçlarına bir şekilde ulaşırlar.

1990’ların ortasında Süleyman Demirel başbakandı. Televizyonculuk mesleğim nedeniyle onu bazen yakından görebiliyordum. Bu kez, bağımsızlığını yeni kazanmış Türkmenistan’daydık. Sapar Murat Türkmenbaşı sadece kendisine has “Ruhname” diye bir kitap bastırmanın ötesine geçecek Aşkabat’taki bütün yüksek binaların duvarlarını kendi resimleriyle donattıracak bir Sovyet kalıntısı liderdi. Oğuzcanın yakın diyalektiği içinde kaldığımız dört milyonluk Türkmen halkı kendi kabuğuna çekilmiş zor şartlarda hayatlarını sürdürüyorlardı. Bu kapalılık kendisine özgü kıskançlıklar da üretmişti. Mesela o yıllar, efsanevi Türkmen kavununu ve dillere destan Türkmen halısını dışarı çıkaramıyordunuz. Milli bayrak gibiydi halı. Kavunsa büyük kısmı çöl olan ülkede mitsel bir su kaynağı değerinde olmalıydı. Türkmenistan’a ilk gidişimdi. Asıl arzum Merv’e geçmek ve Selçuklu başkentine ayak basmaktı fakat bunun için bir sonraki seyahati beklemem gerekecekti.

Bağımsızlık ilanıyla beraber Türk iş adamları farklı yatırımlara yönelmişlerdi. İnşaat bunlardan biriydi. Süleyman Demirel, Türkmenbaşı ile beraber “Ak Altın Oteli”nin açılışını yapmışlardı. Pamuk, “ak altın sayılıyordu” burada. Biz de bu otelin konukları arasındaydık. Geniş caddeleri ve yemyeşil alanlarını dolaştıktan sonra yorulmuş otele dönmüştüm. Lobiye girip asansöre yöneldim. Kapı kapanmak üzereydi. Yetiştim. İçeride kömür saçlı esmer, gür bıyıklı biri vardı. Canlı, sarı bir tişört giymişti. Birden göz göze geldik. Fakat sanki bana, “işte buradayım, karşında, gerçek gördüğün, haydi çığlık at, bu talih için coş” der gibiydi. Ben de hiç oralı olmadan, “bu kendi vücudu içinde kıvranan adam da kim? Neden böyle burulmuş yay gibi bakıyor” diye düşünürken asansör hızla yükseliyordu. Dışarıda, Sirk çadırını andıran geniş bir lunapark görünüyor içindeki şamata otelin camlarında eriyordu adeta. Sonra, sarı tişörtlü adam umduğu ilgiyi görmeyince (çünkü zihnim bütünüyle Türkmenistan’la doluydu) asansör aynasında kendisiyle ilgilenmeye, hafif bir ıslıkla saçlarını yukarı yukarı düzeltmeye koyuldu. Bir asansör süresi ne kadar olabilirdi ki? Sonunda aynı kata bastığımızı fark ettim. Kapı açıldı. Adam sessizce çıktı. Sola yöneldi. Tam karşısında süit bir oda vardı. Geniş kapısı nedense açıktı. Büyük bir masa. Masanın etrafında genç ve alımlı kadınlar, sandalyede oturan bir erkeğin etrafını çevirmişlerdi. Ak saçlı adamı tanımamla asansördeki yüzü birleştirmem bir oldu. Yeşilçam filmlerinin, açık saçık konularla şöhret kazandığı dönemlerde parlamıştı o. Evet, Aydemir Akbaş-İbrahim Tatlıses. Türkmenistan, Aşkabat. Demirel, Türkmenbaşı. Türkü, Gelini, gelini Türkmen gelini…

“Türkmen Gelini” Türkmenistan’la değil, doğuyla, Anadolu’yla daha da derinde savaşın her tür çarpık yıkımlarıyla örülüdür. Türkünün çıkışının Erzincan olarak verilmesi şaşırtıcı olmamakla beraber tam kapsayıcı sayılmaz. Dil ve tavır, aşağıya Urfa’ya dek uzanır. Zaten, İbrahim Tatlıses’in sesine oturmasının sebebi de tam budur. Derinden gelen sazlar, güftenin içli ve yanık patetik dokusu tam ona göredir. Artık ne eyvan, ne oda ne de elleri hamur, gözleri mahmur gelinler kalmıştır Anadolu’da fakat bir kez duyguların ağı avucuna aldı mı insanları onun rüzgârı alabildiğine esmesini sürdürür. İbrahim Tatlıses’in Türkmen Düğünü ile Türkmenistan’da ilgi görmesinin sebebi şöhretiyle ilgilidir. Yoksa Mehmet Seske veya Sevcan Orhan da hakkıyla okurlar bu türküyü. İbrahim Tatlıses’in ara ara türküye dönmesi onun için can simidi değerindedir. Fakat yürüttüğü geminin esası değildir. “Ayağında Kundura” türküsüyle yavaş yavaş parlamaya başlamasıyla hızla buradan sıyrılması arasında çok geniş zaman farkı bulunmaz. Türkiye’nin kırdan kente evrilişi, onu da türküden arabeske, Yılmaz Güney sinemasının bir tür kolay ve duygusal aktarımına sürükler. Fakat biçim olarak. Özde o riski alacak alt yapı ve kişilik özellikleri yoktur. Yılmaz Güney her tür kabadayı halesi içinde dipte bir Paris özlemi taşır. Tatlıses ise Berlin’de kaldığı otelde kebap yapmayı önceler. Bir şöhret sadece şahsın özelliklerine indirgenemez. Toplumsal itki ve sosyolojik köpürme, kendi benzerine yontmakta gecikmemiştir Türkiye’de. Kaldı ki İbrahim Tatlıses’in Urfa’da bir mağarada doğduğu efsanesi bilinçli olarak köpürtülmüştür. O bölgedeki yaygın yerleşim şeklidir eski evlerde yaşamak. Kapadokya bölgesinde doğsaydı peribacalarında doğmuş sayılırdı çünkü bu mantıkla. Fakat mağara, bir mekânı değil yokluğu ve içinde sakladığı yükselme hırsını temsil eder. Nitekim şöhretinin iyice parladığı dönemlerde kendisi ile yapılan bir magazin söyleşisinde Tatlıses muhatabına, “Benden nefret et, fakat bana sakın acıma!” diye seslenir. Acımak, (Reşat Nuri boşuna mı?) son derece insani ve durağan bir psikoloji olduğu halde nefret, hemen her tür patlamaya, gerilime ve güç istencine açıktır. Türkiye’de kır-kent gerilimi, merhamet ve şefkat çizgisinde değil, kavga ve mal mülk edinme ekseninde ilerler. Politikada yer bulacaktır sonra bu seçim. Türkü, “Türkmen Gelini”nde ve “Ayağında Kundura”da olduğu gibi yine de yaşamın ince dokusuyla örülüdür. Acıma, ruhsal bir iklim etkisi görür. Ne var ki nefret, sonradan Tatlıses’in “Allah Allah”, “Mavi Mavi”, “Dom Dom Kurşunu”, “Ah Keşkem”, “Be Nankör Kedi” gibi tekrarların içinde nefreti, bir tür yumuşak istence çevirerek yeni bir iklim yaratır. Bu bakımdan Tatlıses, devamı olmayan bir hırs ve güç tutkusudur. Popüler kültürün akışkanlığı onu kendi kitlesinin sarmalında, tarihsel ve tuhaf bir sarınıma büründürür. Sezgileri, onu parayla zırhlandırılmış bir gelecek tasavvuruna yönlendirir. Onda simgeleşen, gecekonduları yıkıldıkça yeni kat haklarıyla daha da zenginleşen kitlelerin halidir. Önce kent merkezlerinde evler, sonra deniz kenarlarında yazlıklar, sonra da ucu açık…

Bu bir insan hikâyesi diye düşünüldüğünde başarıdır. Zaten, Tatlıses, hikâyesini kitleye doğru değil hep kendisine doğru okumaktan yanadır. “Başarıyla başı müthiş dönmüş” diye yorumlar bu durumu Cemal Süreya. Böylesi baş dönmesinde, kişi bir asansör aynasında bile, kendi şöhretini arar. Sahne kabiliyeti, bir halk ve popüler sanatçı figüründe görülecek beklenmedik söz kümeleri, türkünün derli toplu psikolojisinin aksine, arabeskin her tür yaka açıklığı onda durmaksızın yeşerir. İlginç olan, kadınlara bakışındaki ataerkil üslubu, yine Cemal Süreya’nın vurguladığı gibi “müziği bir tür dövüş” için kullanırken, dövüşü, evden dışarı çıkarması ve kendi dövüşüne kamusal bir ilahiyat aramasıdır. Kadınlar dövüldükçe daha bağlanırlar simgeyle ona. “Ayağında Kundura” türküsü içten içe bir arabesk görgüsüne de göz kırpar fakat bestenin ve türkünün filtresi asla ölçüyü gevşetmez. Bununla birlikte, “kundura” bir köy değil şehir tabiridir ve uzun erekte, şehrin iskarpini olarak daha da parlayacaktır. Zamanla, İbrahim Tatlıses’in kundura, iskarpin ve özel yapım spor ayakkabılara yürümesi, salt bir insanın giyim tercihlerini yansıtmaz, Türkiye’nin toprak evlerden, apartmanlara, sonra da rezidanslara kayışının özünü de imler.

Türküden para kazanılmaz ve türkü sanattır sonuçta. Arabesk ise bir tür iktisadi girişimdir ve bu girişime adım atanlar, kitlelerine paralel olarak amaçlarına bir şekilde ulaşırlar. Türkiye elbette sonuna kadar türküde duramazdı. Türkü de gelişmiştir yüzyıllar boyunca. Tek katmanlı değildir. Trakya’da başka Ege’de başka işlev görür. İbrahim Tatlıses’in Urfa’dan türkü ile çıkıp İstanbul’da arabesk ile bedenlenmesi ve en sonunda Bodrum’a demirlemesi belki Lütfi Akad’ın üçlemesi eşliğinde daha rahat değerlendirilebilir. Tarih ve sosyoloji çalışacaklar günün birinde Tatlıses’in özel yaşamı kadar söylediği şarkılar üzerine düşünüp kafa yoracaklardır. Ne var ki, sesi yaşatan klasik olandır ve Tatlıses, benden nefret etme, bana acı eşiğine kendinden erecektir. Tarih bazen ters işler.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.