Temsili resim

Temsili resim fotoğraf, daha sonra da filmler popülerleştikçe daha da aranan bir şey olur.
​
Temsili resim fotoğraf, daha sonra da filmler popülerleştikçe daha da aranan bir şey olur. ​

Bir şeyin resmi o şeyin cismi değildir. Bunu herkes bilir. Ama yakıştırma bir süre sonra gerçek gibi algılanmaya başlanır. Hayâl idrâki, idrâk tasavvuru, tasavvur tefekkürü, tefekkür de işi şekillendirir.

Geçenlerde Youtube'da merhum Bekir Sıdkı Sezgin'den "Seni ne çok sevdiğimi söylesem de bilemezsin" adlı şarkıyı dinliyordum. Birisi şarkıya video yapmış. Osmanlı dönemine ait fotoğraflar geçiyor. Sebiller, fesli adamlar, çarşaflı ve feraceli hanımlar... Videoya bakan eserin Osmanlı zamanında bestelendiğini zanneder. Oysa şarkının bestecisi hâlâ hayatta olan Erol Sayan. Kullanılan bu resimler ile bu şarkının bestelendiği ve söylendiği zaman arasında neredeyse bir asır var. Ama belli ki videoyu yapan kişinin "Türk musikisi" deyince aklına geçmişte kalan şeyler geliyor. Onun için eski fotoğrafları kullanmış.

Her alanda olduğu gibi resimler, canlandırmalar ve işaretlemeler konusunda da tarihi, geleneği, kendimizi kaybetmemizin pek çok örneğini görüyoruz. İşin endazesini sık sık kaçırıyoruz. Meselâ Google'da "Dede Efendi" diye arama yaptığınızda karşınıza gerçek bir insan fotoğrafı çıkıyor. 1846'da vefat eden Dede Efendi hazretlerinin zamanında fotoğraf henüz bulunmadığı için elbette bu onun fotoğrafı olamaz. O zaman bu fotoğraftaki kişi kim? Bilenler bilir, bu fotoğraf son Mevlevî dedelerinden birine aittir. "O da dede, bu da dede" mantığıyla konmuştur belki de! Dede Efendi'nin fotoğrafı olamayacak kadar eskiden yaşamış bir insan olduğu bilinmeden, araştırılmadan bir fotoğraf ona hamledilmiş. Benzeri bir skandal Osmanlı bestekâr resimlerinde vardır. Bunları kim çizdiyse sanki alayı Bektâşî imiş gibi palabıyıklı herifler resmedilmiştir.

Temsil konusunda o kadar çok kötü örnek var ki hangi birini anlatalım? Ülkemizin ilk "İslâmî" kanalı olan TGRT ilk kurulduğunda sahabi ve evliya belgeselleri yapıp yayınlıyordu. Güya o büyük zatları halka tanıtıyorlar, sevdiriyorlardı. Oysa belgesellerde yönetmenlik, dekor, kostümler, oyunculuk, senaryo, her şey berbattı. Canlandırmalar da öyleydi. Meselâ hatırlıyorum, hafif esmer diye Yeşilçam'ın meşhur Arap Celâl'ini Ebu Cehil rolünde oynatmışlardı.

Temsili resim, yani bir insanın yüzünün hayali olarak çizilmesi Batı'da en önemli sanat işlerinden birisidir. Hazreti İsâ'nın (as) böyle yüz-lerce çeşit tasviri var. Filistin'de doğup büyüyen İsâ (as) bu temsili resimlerin çoğunda sarışın, mavi gözlü, tipik bir Batı Avrupalı gibi çizilmiştir. Zaten Hıristiyanlık bir mitolojidir. Dolayısıyla sûretperesttir. Düşünün ki kilisenin kubbesine bile Tanrı'nın tasviri resmini yapıp koyarlar.

Bizde kişilerin portre resimlerinin yapılması ve fotoğraflarının çekilmesi Osmanlı'nın son zamanlarına rastlar. Tanzimat'a gelene kadar mühim kişilerin, meselâ sultanların ve paşaların minyatürleri yapılmıştır. Fatih, Rönesans'ın modasına uyarak İtalyan bir ressama portresini yaptırmış ilk sultandır. Batı'nın artan etkisiyle 18. yüzyıldan sonra yağlıboya padişah portreleri yaygınlaşmıştır. Bu furya saray ve elçilik çevrelerinden başlayarak devlet büyüklerini ve zenginleri de kuşatır.

Osmanlı minyatürlerinin bazılarında peygamberlerin (as), Rasûlullah'ın (sav), sahabilerin (ra), meleklerin tasvirleri vardır. Genellikle Peygamberimize hürmet gereği onun yüzüne bir örtü çizilir. Şia geleneğinde ise resim daha merkezi bir yerdedir. Onların her yere astığı Hazreti Ali (kv) tasvirlerine bakarsanız bir Arap'tan çok bir Fars'a benzetildiğini görürsünüz. Diğer imamlar da ona benzer şekilde çizilmiştir.

Batı'dan fotoğraf teknolojisi ithal edilince insanlar sûret çıkarmaya başlarlar. Padişahların, şehzadelerin, paşaların, günlük hayat içindeki alelâde insanların fotoğrafları yayılmaya başlar. Çıkarılan kitap ve dergilere Fransız ve İngiliz dergilerinden aparılan resimler yerleştirilir. Bu onların daha çok satmasını sağlar. Sonraları kartpostallar yaygınlaşır. Eski Osmanlı sultanlarının, büyük zaferlerini tasvir eden tablolar yabancı ressamlara ısmarlanır. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise bu iş iyice oturur. Münif Fehim, Cemal Dündar ve İsmail Safi gibi çizerler temsili resim konusunda öndedir.

Temsili resim fotoğraf, daha sonra da filmler popülerleştikçe daha da aranan bir şey olur. Çünkü tasviri olmayan birisinden bahsetmek, sadece ismini yazarak geçmek artık insanları tatmin etmez. Meselâ Mimar Sinan ile ilgili bir kitabın kapağına nasıl bir resim koymalı? Heykeli, filmi, tiyatrosu yapılacaksa nasıl bir vücut ve yüzü olmalı? Aynı şekilde İbni Sinâ, Dede Efendi, Barbaros, Şeyh Gâlib Dede'yi insanlara nasıl göstermeli? Dergilerde, kitaplarda, gazetelerde, filmlerde, belgesellerde, albüm kitapçıklarında, ansiklopedilerde, pankartlarda, hatta paramızın üzerinde meşhur tarihi şahsiyetlerin simaları üretilip konmaya başlanır. Bazı temsili resimler giderek benimsenir, yaygınlaşır, kanıksanır, klişeleşir. Mevlânâ resmi gibi. Oysa gerçek Mevlânâ (ks) bu resimdekine pek benzemez. Nereden mi biliyoruz? Çünkü onun eşkâli Mevlevî kaynaklarında ayrıntılı olarak yer alır. O Mevlânâ ile bu resmedilen Mevlânâ arasında pek bir benzerlik yoktur. Bu temsili Mevlânâ resmi geçen asırda bir İranlı ressam tarafından yapılmıştır. Çok yenidir yani. Bir de Akşemseddin resimleri var. Adamcağızı uzun sakallı biri gibi çizmişler. Oysa kendisinin lâkabı "Köse"dir. Düşünün...

2007 yılında UNESCO Mevlânâ yılı ilân etmiş, resmî kurumlar da her işte olduğu gibi bunu da yıllık bir moda gibi ciddiye almışlardı. Bir genç bana geldi. Mevlânâ üzerine bir belgesel çekeceğini söyledi. Senaryoyu gösterdi. Baktım, eh işte bir sürü klişelerle dolu. Ona göre belgeseli çok büyük bir yenilik olacaktı. Bir semazeni çöle götürecek, etrafına aynalar dizecek, adam o sıcakta kan-ter içinde o aynalara baka baka dönüp duracaktı. Gencin şevkini kırmamaya çalışarak bu fikri terk etmesi gerektiğini söyledim. "İllâ dönen bir şeyi çekeceksen rüzgârın önünde savrulup dönüp duran yaprakları çek" dedim. "Mevlânâ hazretlerinin eserlerinde kullanabileceğin sonsuz imgeler, remizler, mecazlar var" dedim. Bir de uyarıda bulundum: "Aman sakın canlandırma yapma. Çünkü bizde dramatik olmaya çalışanlar genelde komik olurlar." Arkadaş beni dinlemedi, gitti suratlarına sahte sakallar takılmış, hâlleri perişan oyuncularla belgeseli çekti. Sonuçta ortaya traji-komik bir iş çıktı.

Batılı Oryantalist ressamlar bu gibi pek çok klişeyi çizip durmuşlar. Bu resimlerde türlü türlü konular var: Mescidde namaz kılanlar, çarşı-pazar resimleri, feraceli hanımlar, sokak köpekleri, abdest alanlar, saz çalanlar... Bunlarda çarpıtma çok fazladır. Hayatta neyzen görmediği belli olan Batılı ressamların çizdiği neyzen sanki yan flüt çalmaktadır. Tabii ki ney öyle üflenmez. Ama en meşhurları harem diye çizilen çıplak kadın figürlerinin olduğu kompozisyonlardır. Bu resimler de gerçeği yansıtmaz, Batı'nın cinsel fantezilerini beslemek için yapılmıştır. Bunlara bakan gerçekte hiç var olmayan bir Doğu görür. Daha da kötüsü bu çarpık resimleri, tarih deyince aklına sadece eski kıyafetliler, gravürlerde çizilmiş manzaraların geldiği muhafazakârlar matah bir şey sanıp kullanırlar.

Günümüzde de temsili resimler, heykeller, filmler, tiyatrolar yapılıyor. Tarihi diziler pek revaçta. Bunlara baktığımızda tarihi olayların tasvirinden ziyade günümüzün siyasi propagandasına alet edildiğini görüyoruz. Birçoğunda kullanılan kıyafetler, renkler ve dekorlar Hollywood'da 1990'lardan beri moda olan pagan efsaneleri modasının ürettiği görsel standarda daha yakın.

Bir şeyin resmi o şeyin cismi değildir. Bunu herkes bilir. Ama yakıştırma bir süre sonra gerçek gibi algılanmaya başlanır. Hayâl idrâki, idrâk tasavvuru, tasavvur tefekkürü, tefekkür de işi şekillendirir. Millet tasvir, temsil ve gerçek arasındaki ilişkiyi bilmediği ve umursamadığı için bu yanlış yakıştırmalar maalesef çoğalıp duruyor. O yüzden bazı insanların tasvirinin yapılmaması daha iyidir.

OYSA BİZDE TASVİR DEĞİL TEMSİL TERCİH EDİLİR. BU TERCİHİN ÖZÜNDE TEVHİD VARDIR. SOYUT VE SOMUTUN İÇ İÇE OLDUĞU BİLİNCİ VARDIR.

İsmail Sâfi'ye ait 75 parçalık "Türk Bestekâr Portreleri" koleksiyonu kitabının tanıtım yazısında şu cümleler yer alır: "İnsanlar, müzik insanlarımız, topu topu birer siluettir. Portreleriyle ünlü Avrupa kültürünün yanında, bu alanda cılız bir varlık göstermiş Osmanlı sanatı küçümsenemeyecek bir gedik oluşturmuştur: Bizler Mimar Sinan'ın, Baki'nin ya da Matrakçı Nasuh'un yüzlerini tanımayız." İşte iki asırdır kendimizi kaybediş tarihimizin görsel sanattaki karşılığı bu cümlelerdir. Temsili resim veya portreler bizim için büyük bir eksikmiş. Tabii ki değil. Batı'ya göre eksik elbette. Zaten orası her şeyin referansı, standardı, ölçüsü değil mi? Peki, ne yapmalıyız? Hemen o gönlümüzde yansımasıyla yaşayan ama kanlı-canlı olmayan şahsiyetlerin "siluetler"ini canlandırmalı, resmetmeli, gözümüzün önüne getirmeliyiz.

Oysa vzvv değil temsil tercih edilir. Bu tercihin özünde tevhid vardır. Soyut ve somutun iç içe olduğu bilinci vardır. Bizde bir varlığı bire bir kopyalama değil o varlığın içimizdeki çağrışımını stilize etme esastır. Minyatür, çini, hat, hatta müzik bu sözsüz sözlerin, işaretsiz işaretlerin, renksiz renklerin, şekilsiz şekillerin harman yeridir. Halılarda, kilimlerde, minyatürlerde, nakışlarda aşk ifade edilmek istendiğinde bugün kanıksadığımız kalp sembolünü göremezsiniz. Bir takım soyut nakışlar, motifler, remizler gündeme gelir. Soyut varlıkların anlamlarını aktaran araç daha çok hattır, yazıdır. Meselâ aşk konusunda insanların evlerinin duvarlarına astığı "Âh" şeklindeki hat istifi pek yaygındır. Bu bazen "Âh mine'l aşk," yani "âh, aşkın elinden" şeklinde olur.

Günümüzde de yapmamız gereken tevhidi her yansımasıyla anlamak, özümsemek, önemsemek ve ona değer vermektir. Ancak böyle iki asırdır giderek dernileşmiş tahayyül, tasavvur, tefekkür ve hikmet fukaralığından kurtulabiliriz. İşte o zaman tasvir de temsil de gerçek yerini bulacaktır.