Tepetaklak

Aklımdan film şeridi gibi yaşadıklarım geçiyor. Yeni bir şehre taşındım. Evimi tuttum. İşimi buldum.
Aklımdan film şeridi gibi yaşadıklarım geçiyor. Yeni bir şehre taşındım. Evimi tuttum. İşimi buldum.

Bu işte bir terslik var deyip kendi kendime gülmeli miyim diye içimden bir anlığına geçirdim. Düz durmak gibi bir niyetim yok. Böyle iyi aslında. Dışarıdan bir anons geliyor. "nıglas elyibebes neyjih anırallaruk neftül takkid milede" Bu bile ters ama ne söylendiğini anladım. Buna şaşırmam gerekir diye düşünürken şaşırmadığıma da şaşırmadım.

Birkaç kez dönüp durdum. Aslında yapmak istediğim tam buydu. Dönüp durmak. Fakat yattığımı fark edince bunun mümkün olmadığını anladım. Başımı kaldırıp şöyle bir baktım: tavan, küçük ve sevimsiz avize, avizeye astığım pembe balon, kaldırımdaki satıcıdan aldığım oldukça soyut ama görenler için sosyal içerikli mesajlar veren bir tablo, çığlık figürlü saat ve ben. Bütün bunların ötesinde ters olan bendim aslında. Her şey düz aslında, ben tepe taklak. Böyle olduğunu sanıyorum şimdilik. 7 yaşında bir kız çocuğu gibi hissediyorum kendimi. Bunu hissettiren avizedeki sallanıp duran pembe balon mu yoksa vücuduma göre daha küçük ellerim mi, bunu anlayamadım. Bir de saçlarım. Hep iki kulak bağlarım saçlarımı. Büyüdüm. Değişmedi bu. Koşarken sallanıyor ya saçlarım bu o kadar çok hoşuma gidiyor ki belki de bu sallanmanın hatrına saçlarım hep böyle. Belki de şu çilli kız, Pippi. Kırmızı saçlarıyla haylazlıklar yaparak herkesi bezdiren film kahramanı. Onun yaramazlıklarını severdim. Özellikle saçları. İki kulak ve havaya kalkmış kulaklar.

Bir de ayakkabıları. Uçları havada. Çilleri ve saçları daha belirgindi. Belki de onu tanıdığımdan beri saçlarım böyle. Yaramazlıklarım var mı benim? Evet var. Sonu mutlu biten yaramazlıklar. Şimdi tekrar saçlarıma baktım. Onlar da şimdi ters dönmüş hâlde. Sallanıyor yataktan aşağıya. Hâlâ aynı hâldeyim. Telefonuma baktım, o da ters dönmüş. Rakamlar ters, harfler ters. Acaba böyle baktığım için mi diye düşündüm ama başka da bir şey yapamadım. Kaldım öylece. Bu işte bir terslik var deyip kendi kendime gülmeli miyim diye içimden bir anlığına geçirdim. Düz durmak gibi bir niyetim yok. Böyle iyi aslında. Dışarıdan bir anons geliyor: "nıglas elyibebes neyjih anırallaruk neftül takkid milede" Bu bile ters ama ne söylendiğini anladım. Buna şaşırmam gerekir diye düşünürken şaşırmadığıma da şaşırmadım. Aslında kendimde bir güç bulsam kalkıp dışarı bakacağım ama içimde bir tedirginlik de yok değil. Ya her şey de tepetaklak olmuşsa. Aklımdan bunlar geçerken pencereden geçen martı dikkatimi çekti.

O da ters uçuyordu. Kendimi böyle bir şeye hiç hazır hissetmiyorum. Bu ne demek şimdi? Kim kendisini böyle bir şeye hazır hisseder ki... Ya da böyle bir şeyi kim düşünebilir? Hadi evdeki tersliği biraz olsun anlarım da- nasıl anlaşılacaksa- martının hâli ne böyle? Elerimi havaya kaldırdım. Ayaklarıma baktım. Kendime bakamıyorum ama eller ve ayaklar normal. Korkum ne? Bir Kafka hikâyesinde miyim diye düşünüyorum ister istemez. Bir dönüşüm mü yoksa yaşadığım. Durumum çok da fena sayılmaz. En azından bir Gregor Samsa değilim. Böceklerden korktuğumdan değil. Hikâyenin sonu beni hep tedirgin etmiştir. Bu yüzden. Naz yapmayı seven biri değilim. En çok kendime naz yaparım ben. Kendimle olan bir naz oyunu bu. Şimdi kalkamamamın sebebi de bu. Nazlıyorum kendimi. Aklımdan film şeridi gibi yaşadıklarım geçiyor. Yeni bir şehre taşındım. Evimi tuttum. İşimi buldum. Bunların hepsi tamam. Huzurlu muyum? Evet. İşimi de seviyorum. Yani insanlarla iç içe olmayı çok sevmesem de işimin adında bile kendini ele veren bir kalabalık var.

Yarın ne olacağını düşünmeden çimenlerin üstünde düşüyorum, kalkıyorum. Ütopyadan distopyaya nasıl geçtiğimi bile anlayamıyorum.

Halkla ilişkiler. Bütün çağrışımlardan azade tutmak istiyorum kendimi. Sonuç; işimi seviyorum. Her gün karşıya geçmek gibi bir durum var. Bunu kendim istedim. Deniz için miydi bu istek? Değil herhâlde. Geçiyor olmak beni mutlu ediyor. Değişim bu. Bir yerden başka bir yere geçmek. Nasıl olduğunu anlamadan kendimi karşıda buluyorum. Kalabalığım kendime yetiyor. Tâ ki akşama kadar. Kendimle kalmak en eşsiz keşif. İnsan en çok da kendini keşfeder yalnız kalınca. Kimsem yok denecek kadar kimsem yok. "Hiç kimsem yok, kimsem olur musun?" denli bir arayış içindeyim. "Kimse" olmalı sadece. "Kim-se." Başkalarını ilgilendirmeyen kimse. Bir şair iyi olur mesela. Şiirleri çok anlaşılır olmasına gerek yok. Şu dünyada ne anlaşılıyor ki zaten? Hatta anlaşılmaz şair olmak her zaman popülerdir bizde. Öyküler yazsın ama şiir de olsun öyküsünde. Karmaşık yani. Kimse yine anlamasın. Derin anlamlar var diyerek her cümlenin içinden imgeler, kurgular çıkarsınlar. Anlaşılmamanın verdiği havayı kendisi hiç kullanmasın.

Anlamak için kimse çaba göstermesin. Ben sosyolojik çıkarımlar üzerinde kafa yormak gibi bir kuyuya taş atmaya çalışayım. Diplomam koridorda asılı. Kocaman harflerle "SOSYOLOJİ" yazıyor. Başımı biraz daha sola çevirmeye çalışıyorum. Biraz daha. Boynum kırılacak sanki. Evet, gördüm koridorda. Diploma da ters. Distopyanın dipsiz kuyusuna düşmüş olabilir miyim? Küçük bir kızım. İki kulak saçlarımla, rüzgârda uçuşan eteğimle bir ormanın içindeyim. Dağ evi var karşıda. Kimse yok ama korkmuyorum. Aklıma korkmak gelmiyor. Yarın ne olacağını düşünmeden çimenlerin üstünde düşüyorum, kalkıyorum. Ütopyadan distopyaya nasıl geçtiğimi bile anlayamıyorum. Küçük bir kızım ama aklımda bir zaman tüneli var. Girmek istemediğim bir tünel bu. Dağ evine doğru gidiyorum. Kimse yok. Buna da şaşırmıyorum. Bacasından duman bile tütmüyor.

Tahta merdivenden çıkıyorum. Sanki adım attıkça büyüyeceğim gibi bir his olsa da içimde, olmuyor. Aynıyım. Kapıya dokunuyorum. Hemen büyük bir gıcırtıyla açılıyor kapı. Ev oldukça düzenli. Şömine var. Tıpkı filmlerdeki gibi. Ateş yok içinde. Birkaç küçük odun var. Kozalaklar bir de. Ne güzel kozaklar bunlar. Hepsi sanki bir sanat eseri. Küçük ve güzel bir kozalağı cebime alıyorum. Yanda bir çakmak. Yakıyorum ateşi. Tutuşuyor odunlar. Üşümemiştim ama ısınmak iyi geliyor. Sallanan sandalye var. Hemen ona oturuyorum. Bu mutlu ediyor beni. Kalıyorum öyle. Sanki içime bir huzur yerleşiyor. İyice yerleşiyorum. Bu daha güzel. Şömine yanıyor. Ben uyuyorum. Dışarıda bir kuş, dağlarda yankılanan bir şarkı söylüyor çığlık çığlığa. Kimse yok. Korkmuyorum. Uyuyup kalıyorum. Kuşun çığlığı beni çok mutlu ediyor. İçim geçiyor. Hatta içimden geçiyor bu ses. Uyuyorum. Gerçekten uyumuşum. Baktım ki hâlâ tepetaklak hâldeyim.

Gözlerimi kapattım, açtım, tekrar açıp kapattım. Bu kez daha yavaş yaptım bunu. Kısarak açtım gözümü. Yavaş yavaş. Saçlarım iki kulak, sallanıyor. Gözlerimi açtım. Bir anda kalktım yerimden. Önce gökyüzüne bakmak istedim. Bulutlar var. Güneş yükselmiş epeyce. Bir martı. Evet martı geçti camın önünden. Uçuyor. Hemen arkamı dönüp avizeye baktım. Normal. Pembe balon sallanıyor. Neden pembeyse? Çok da sevmem bu rengi. Baloncunun işi. Elime pembe olanı tutuşturmuştu. Her şey normal. Diplomam koridorda. Masanın üstüne bakıyorum, küçük bir kozalak. Küçük ama güzel.