Tufana dönen fırtınanın sonu

Dirliğimizin devâmını sağlayacak o derin devlet, çıkmaza girdiğimizi gördü.
Dirliğimizin devâmını sağlayacak o derin devlet, çıkmaza girdiğimizi gördü.

Cumhuriyete geçişle birlikte sivilleştik. Askerlikten çıktık. O, bir meslek hâlini aldı. Sivilleşmeye yöneldik. Bunda da, her şeyde olduğu gibi, İngiliz-Yahudi medeniyetinin icâplarını yerine getirmeğe başladık; mülkî, Frenkçesiyle, sivil toplum olmağa kulaç attık. Nitekim Kurtuluş savaşı biter bitmez Mustafa Kemâl Paşa üniformasını çıkarıp sivil giyinmiştir, etrafındakilere de şart koşmuştur: “Ya asker kalın ya da siyâsete atılın. Siyâsete atılırsanız, sivilleşmek zorundasınız.”

(1) Büyük ve eski devletlerin temel iç yapısı vardır. Devletin temel devingenlerini/dinamiklerini ve yönelimini belirleyen bir odak, ‘derin devlet’ şeklinde deyimlendirilmiştir.

Bu, şaklabanlık yahut uyduruk bir şey değil. Tertip, hiç değil. Her devletin var mı böyle bir ‘derin’ çeşidi? Hayır. Bizde bulunduğu üzre, belli başlı birtakım devletlerde var sâdece. Çok eski bir devlet olduğumuzdan ötürü, bizde de var. Devlet olarak yaklaşık iki bin yıllık bir geçmişe sâhibiz. ‘Derin’i yoksa bu devlet yaşamaz, yaşayamaz.

Daha önceleri bu işi üstlenen hânedandı. Haddızâtında, devlet demek olan hânedana omuz veren kurum orduydu.

Birleştirici çimento arandı. 1950’lerden sonra, özellikle de 1980’lerde İslam’a yönelişle birlikte uyanış da baş gösterdi. Bu uyanışta iki çizgi belirdi. Bir taraf, siyâsî iktidara oynayan bir İslâm. Öbür taraf, “Öncelikle, dini de kale almış bir eğitime ağırlık verelim; kadrolarımız yok.

Hânedanda da herkes, bahsettiğim derin devletin adamı değildi elbette. Onun başındaki adam, demek ki sultan da, her zaman, derin devletin başı olmayabilirdi. Yine de, derin devleti hânedandan kişiler teşkil ediyordu. Az önce dediğim üzre, onların yanında ordunun adamları vardı. Çoğunlukla paşalar.

Selçuklu, bilâhare Osmanlı hânedanından sonra 1950'ye değin devletin başındaki adamlar aynı zamanda derin devletin de başı olmuşlardır. Mustafa Kemâl ile İsmet Paşalar ve bunların etrafındaki dar bir çevre. Hepsinin, tabii ki, adını bilmiyoruz. Çoğunluk askerdi. İstihbarattan, öğretim üyelerinden, bilim adamlarından olanlar da var. Aralarında anlaşmazlık, çekişme filan olmamış mı? Elbette çatışmalar olmuş. Kol kırılır yen içinde kalır misâli gizli tutulmuş, dışarı yansıtılmamıştır. Yansıdığı hâllerde de derin çatlaklar belirmiş, öyle ki kırılmalar ortaya çıkmıştır. Uzak geçmişimizde derin devletteki ilk bilinen, görünüme çıkmış olan çatışma, bunun sonucundaki kırılma, Bilge Kağan ile başbakanı durumundaki Bilge Tonyukuk arasında vukû bulmuş olmalı.

Cumhuriyete geçişle birlikte sivilleştik. Askerlikten çıktık. O, bir meslek hâlini aldı.
Cumhuriyete geçişle birlikte sivilleştik. Askerlikten çıktık. O, bir meslek hâlini aldı.

(2) Cumhuriyete geçişle birlikte sivilleştik. Askerlikten çıktık. O, bir meslek hâlini aldı. Sivilleşmeye yöneldik. Bunda da, her şeyde olduğu gibi, İngiliz-Yahudi medeniyetinin icâplarını yerine getirmeğe başladık; mülkî, Frenkçesiyle, sivil toplum olmağa kulaç attık. Muasır medeniyet seviyesiyle kastedilen aynı zamanda mülkî/sivil toplumdur. Nitekim Kurtuluş Savaşı biter bitmez Mustafa Kemâl Paşa üniformasını çıkarıp sivil giyinmiştir, etrafındakilere de şart koşmuştur: “Ya asker kalın ya da siyâsete atılın. Siyâsete atılırsanız, sivilleşmek zorundasınız.” Bunları, o mu düşünmüş yoksa başka birçok konuda olduğu üzre, bunlar kafasına mı sokulmuş? Bilmiyoruz yahut bilmek istemiyoruz. Belge mi? Tarihte neyin ne belgesi var ki? Tarihçiler, şu belgeleme hususundaki ısrarlı tavırlarıyla ne de güzel kendi kendilerine gelin güvey oluveriyorlar. Oysa belgeleme, bir tek, doğa bilimlerine, öncelikle de klasik mekaniğe mahsus bir mazhariyettir.

 İlk olarak 1950'de seçim yapıldı. Demokrasi falan denildi.
İlk olarak 1950'de seçim yapıldı. Demokrasi falan denildi.

(3) Dirliğimizin devâmını sağlayacak o derin devlet, çıkmaza girdiğimizi gördü. Nerede? İlk olarak 1950'de seçim yapıldı. Demokrasi falan denildi. Bu vesileyle İslâm yeniden harlanır oldu. Tamamıyla yasak, “tu kaka” olan İslâm, Stalin’e bile parmak ısırtacak derecede din karşıtı bir devlet, 1950den sonra ona iyi kötü, az veya çok taviz verir oldu. Verenler, Halk Partisin’den gelen adamlardı. Celâl Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan vb. Bunların hepsi Halk Partisi’nin ocağında pişmiş, yetişmiş adamlar. Tavizsiz Kemaliydiler. Dolayısıyla onların kafasından çıkma bir şey değil şu İslâmlaşma olayı. Onlara telkin edildi, talimat verildi. İlkin İslâm’ın alâmetifarikası olan ezanı okuttular. Oy toplamak için mi? Tek etken oy toplamak değildi.

  • Demokrasiye geçildikten sonra da baskıcı idâre devam etti. Hiçbir vakit baskı icrâ etmeyen bir idâreye alışmadık, alışamadık. Aslında İngiltere, ABD, Kanada, Avusturalya, Yeni Zelanda'dan oluşan İngiliz dünyası dışında hür demokrasiyi bîhakkın tatbik eden kim var ki?

Neyse; ezanı Türkçe de okutmayabilirlerdi. Aslında, Türkçe okunması ile okunmaması arasında fark görmüyorum. Türkçe okunuşu ezanın bir karikatürüdür. Elini kulağına koyup “Tanrı uludur, tanrı uludur. Hepiniz camiye toplanın.” gibi saçma sapan bir şey. Ezan, sembolik bir olaydır. Bir düstur, bir bayraktır. Hiçbir unsuru, parçası, özellikle de diliyle oynanamaz.

27 Mayıs geldi çattı.
27 Mayıs geldi çattı.

(4) Evet, adım adım İslâm’a dönülmeğe başlandı. Dikkat buyrula: Din olarak. Medeniyet olarak değil. Görünüş, Avrupamerikalıydı. O görünüş değiştirilmeden dine yaklaşma deneyleri yapılır oldu. 27 Mayıs geldi çattı. İslâm yeniden yasaklandı. Daha sonra, 1960’lı yılların sonunda 1970’lerde Avrupalılaşma, müthiş bir çıkış yakaladı. Ama nasıl bir Avrupalılaşma? Toplumculuğa/sosyalizme giden bir Avrupalılaşma. Türkiye Komunist Partisi yeraltından arzıendâm ediverdi. Türkiye İşci Partisi hâline geldi. 15 milletvekilini meclise soktu. Gençlik o tarafa kayma eğilimi gösterdi.

  • Buna bir tedbir düşünüldü. Öncelikle milliyetçilik, yanî MHP çizgisinde. Gelgelelim bu, Türkiye’yi parçalamağa götürecek bir olaydı. Türk olmayan unsurların tepkisini çekecek bir olay gibi göründü. Kime? Derin devlete.

Birleştirici çimento arandı. 1950’lerden sonra, özellikle de 1980’lerde İslam’a yönelişle birlikte uyanış da baş gösterdi. Bu uyanışta iki çizgi belirdi. Bir taraf, siyâsî iktidara oynayan bir İslâm. Öbür taraf, “Öncelikle, dini de kale almış bir eğitime ağırlık verelim; kadrolarımız yok. Siyâset kadrolarla kurulup yürütülür. Müslümanlar bilinçsiz, cahil, yerlerde sürünüyor. Böyle olmaz. Böyle siyâset yapamazsınız.” diyen bir taraf.

O cephe, 1980’li, 1990’lı yıllarda, siyâsete öncelik tanımağa eğilimli cenaha ağır bastı. 2000’lerle birlikte yel yeniden yön değiştirir oldu. Ters yönlerden esen yeller şiddetlerini artırdıkça fırtına ihtimâli de yükseldi. İngiliz-Yahudî emperyalizminin de kâh gizli, kâh açık desteğini alan yellerden, rüzgârlardan biri, fırtınayı 2016’da hani neredeyse tufana döndürdü. İşte o tufanı andırır fırtınanın zararlı etkilerini, ne yazık ki, uzunca süre yaşayacağa benziyoruz.