Türk mûsikîsini Itrî mi icat etti?

 Itrî külliyatındaki eserler Osmanlı-Türk mûsikîsinin en değerli örnekleri arasındadır.
Itrî külliyatındaki eserler Osmanlı-Türk mûsikîsinin en değerli örnekleri arasındadır.

Kantemiroğlu Itrî'nin çağdaşıdır ve Kitâbü İlmi'l- Mûsikî alâ vechi'l-Hurûfât adlı eserinde de, Osmanlı İmparatorluğu'nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi başlıklı eserinde de Itrî'den, Türk mûsikîsini icat eden bir bestekâr olarak söz etmez. Kantemiroğlu'na göre Türk mûsikîsini icat eden, kendi kelimeleriyle "tarz-ı Osmanî"yi başlatan Kasımpaşalı Koca Osman'dır.

Günümüzde bazı dönemler veya kişiler için kullanılan isimler, çok sonradan yakıştırılmıştır. Sözgelimi Avrupa kültürünün yeni bir zemine oturtulduğu dönem için "Rönesans" terimi, bugünkü anlamında ilk kez, 19. yüzyılda Fransız tarihçi Jules Michelet tarafından kullanılmıştır. Osmanlı tarihinde, daha çok zevk ve eğlence yılları olarak anılan, ama bir dizi ıslahatın da yapıldığı 1718–1730 arasındaki 12 yıllık dönemi "Lale Devri" olarak adlandıran da, bu dönemi anlattığı kitabına Lale Devri adını koyan (1913) tarihçi Ahmet Refik Altınay'dır. Itrî'nin "Bizim öz mûsikîmizin pîri" olduğu veya "Türk mûsikîsini icat ettiği" de, onun artık dünyamızda olmadığı dönemlerde söylenir olmuştur. Birçokları, Osmanlı-Türk mûsikisinin, 17. yüzyılın son çeyreğinde büyük bir dönüşüm geçirdiğini, o zamana kadar hâkim olan İran etkisinden sıyrılıp İstanbul'a özgü bir beste üslubuna kavuştuğunu söyler.

Osmanlı mûsikîsinin, uzun bir zaman boyunca İran etkisinde kaldığı, sonra bundan sıyrıldığı doğrudur. Ama bunun ne zaman olduğu, kim/ler tarafından başlatıldığı konusu tartışmalıdır. Mûsikî nazariyatını, tanıdığı, dinlediği, ders aldığı üstadların beste ve icra üslubuna, yani çağının İstanbul'undaki mûsikî pratiğine dayandırarak; Ortaçağ'ın her dönemi ve her coğrafyayı kapsayıcı olduğu iddiasındaki kozmik, insanî ve matematiksel nazariyatından koparıp, saf bir perdeler ve nağmeler sanatı olarak tarif etmekle Osmanlılaştıran Kantemiroğlu'dur (1673–1723). Daha önceki bütün nazariyatçılar perdeleri udun sapı üzerinde gösterirken, Kantemiroğlu, bugünkü şeklini İstanbul'da kazanan ve yalnız Osmanlı mûsikîsine mahsus tek saz olan tanburun sapı üzerinde göstermiştir. Bu kadarla kalmamış, mûsikînin neredeyse bütün inceliklerini tanburun çalınışıyla açıklamıştır. Çünkü onun nazarında tanbur, insan hançeresindeki bütün nağmeleri eksiksiz olarak icra edebilecek mükemmel bir alettir.

Kantemiroğlu Itrî'nin çağdaşıdır ve Kitâbü İlmi'l-Mûsikî alâ vechi'l-Hurûfât adlı eserinde de, Osmanlı İmparatorluğu'nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi başlıklı eserinde de Itrî'den, Türk mûsikîsini icat eden bir bestekâr olarak söz etmez. Sadece nühüft makamını tarif ederken adını anar; bir de onun Nühüft Peşrev'inin tamamlanmamış bir notasını verir. Kantemiroğlu'na göre Türk mûsikîsini icat eden, kendi kelimeleriyle "tarz-ı Osmanî"yi başlatan Kasımpaşalı Koca Osman'dır. Itrî'nin çağdaşı olan Ali Ufkî Bey, Evliya Çelebi, Tezkireci Salim, Tezkireci Safâyî gibi müellifler de Itrî'den Osmanlı-Türk mûsikîsinin mucidi olarak söz etmezler. Itrî mitinin, yaşadığı çağda da, 18. yüzyılda da henüz doğmamış olduğu söylenebilir. Atrabü'l Âsâr adlı mûsikîşinaslar tezkiresinin yazarı olan Şeyhülislam Es'ad Efendi (1685–1753), Buhurî- zâde'nin çağının büyük mûsikî ve şiir üstadlarından biri olduğunu yazmıştır. Ne var ki Es'ad Efendi, Itrî hakkında yazdığı övgü sözlerinin benzerlerini, daha pek çok bestekâr için sarf etmiş, Itrî için özel bir sıfat kullanmamıştır.

Ama Koca Osman hakkında yazdıkları farklıdır: "[...] Üstadlık tarikatinin pîri, ehliyet vadisinin kılavuzu olup Osmanlı üstadlarının çoğunun üstadı ve mûsikî ilminin olgun kişisidir. Gerçekte, Acem üstadlarının kendisinden mûsikî dersi almak; Fârâbî'nin de şarkı sanatının inceliklerini öğrenmek istediği mûsikî erbabınca bilinir. [...] Bunlardan başka murabbaları, kâr, nakış ve şarkıları iki yüzden fazla olup her biri sağlamlık ve zarafet bakımından üstündür. Bilhassa, buselik makamında ve darb-ı Türkî usulünde bestelediği "Niyaz-nâme" adındaki sanatlı kârının bir tek bendi Gulam Şadi'nin kulağına ulaşsaydı, bu eseri öğrenmek için onun kölesi olmaya can atardı." Şeyhülislam Es'ad Efendi, Atrabü'l Âsâr'da 98 mûsikîşinasın hayat hikâyesini vermiş ve sanatları hakkında değerlendirme yapmıştır. Koca Osman Çelebi kadar hiç kimseyi övmemiştir. Yukarıdaki alıntı, Koca Osman Çelebi'yi Fârâbî'den bile üstün ve Abdülkadir Meragî'ye denk gördüğüne işarettir. Tarihî gerçeklere aykırı olan bir efsaneye göre, Gulam Şadi, sultanın emriyle, dilsiz ve sağır bir köle olarak Abdülkadir Meragî'nin hizmetine girmiş ve onun son bestelerini öğrenmiştir.

Es'ad Efendi'nin yukarıdaki cümlesinde bu efsaneye telmih vardır. Kantemiroğlu (1673–1723), hocasının hocası olan Koca Osman için şunları yazmıştır: « Sultan Mehmed [Dördüncü] döneminde mûsikî sanatı nerdeyse tamamen unutulmuştu, tâ soylu bir İstanbullu olan Osman Efendi tarafından ihya edilmekle kalmayıp onun sayesinde en mükemmel şeklini buluncaya kadar.» Hem Itrî'nin, hem de Ali Ufkî Bey ve Kantemiroğlu'nun çağdaşı olan Evliya Çelebi'nin Koca Osman Çelebi hakkında yazdıkları da Kantemiroğlu'nun ifadesine paraleldir : « Hânende Kasımpaşalı Koca Osman Çelebi yeryüzünde melek benzeri, mûsikîşinasların pîri, kemale ermiş bir üstad idi." (Sadeleştirme bana ait.)

Evliya Çelebi, Seyahatname'sinin birinci cildinde, "Nev-zuhûr hânendeler" başlığını koyduğu bölümde, Hafız Post'tan "döneminin en büyük üstadı" olarak bahseder ve Hafız Buhûrî-zâde diye zikrettiği Itrî'yi "besteleri olan, kemale ermiş üstad ve mübarek bir zat" olarak niteler. Anlaşılıyor ki Itrî, Seyahatname'nin birinci cildinin yazıldığı tarihten (1635– 1683 arası) Atrabü'l Âsâr'ın yazıldığı tarihe (18. yüzyıl ortaları) kadar, çağının büyük mûsikî üstadlarından biri olarak görülmüş, ama "tarz-ı Osmanî'nin" mucidi olarak nitelenmemiştir. Hammamî- zâde İsmail Dede'ye (1778–11846) atfedilen bir söz şöyledir: "Bestekârlıkta Itrî'yi geçtim." Eğer İsmail Dede gerçekten böyle bir cümle sarf ettiyse bu, onun zamanında Itrî'nin gelmiş geçmiş en büyük bestekâr sayıldığını zımneder. Ama bu ifadeden, Itrî'nin, Hâce-i Evvel (en büyük üstad) sayılan Abdülkadir Meragî'den de büyük sayılıp sayılmadığına dair bir sonuç çıkarılamaz. Buna karşılık, Koca Osman Çelebi'nin (doğ. 1600 civarı-öl. 1660 civarı) çağdaşlarının, özellikle de Kantemiroğlu'nun yazdıklarından, onun, Osmanlı-Türk mûsikîsini yepyeni bir tarz üzre yeniden kurduğu anlamı çıkar.

Muhtemelen Itrî'nin mûsikîde Osmanlı üslubunun kurucusu olduğu inancı, Osmanlı- Türk mûsikîsi deyince akla gelen hemen her şey gibi 19. yüzyıla aittir. Günümüzde Itrî adı hem tarihî, gerçek bir şahsiyete, hem de Türk mûsikîsinin pîri kabul edilen efsanevî bir şahsiyete aittir ve bu iki şahsiyetin aynı (özdeş) olduğunu ispatlamaya, elimizdeki belgeler yetmiyor. Yahya Kemal, Itrî ile ilgili belirsizlikleri "Ulemâmız da bilmiyor kimdi" mısraıyle anlatmak istemiştir. Bu belirsizliklerin bir kısmı belki zamanla giderilecektir. Bunun için elimizden geleni yapmalıyız. Elimizdeki Itrî'ye atfedilen eserler, Itrî'nin kendisinden daha gerçektir. Itrî'nin bin civârında eser bestelediği kabul edilir. Muhtelif mecmûalarda Itrî'ye ait olduğu belirtilen birkaç yüz eserin güftesi yer alır. Günümüzde ona atfedilen 30 civarındaki sözlü eser arasında eski mecmûalarda güftesi olmayanlar vardır. Itrî külliyatındaki eserler Osmanlı-Türk mûsikîsinin en değerli örnekleri arasındadır.

Ama elimizdeki eserler için geleneksel bestekâr atıfları çelişkilidir. Bu külliyattaki eserlerin gerçekten Itrî tarafından bestelendiği ve hiç değişmeden günümüze geldiği kesin olsaydı ve biz, hem Itrî'nin yaşadığı dönemin, hem de bir önceki dönemin mûsikîsini iyi tanısaydık, belki onu Türk mûsikîsinin pîri sayabilirdik. Ama bu külliyattaki eserlerin bazıları bir başka bestekâra da atfediliyor. Daha önemlisi, bu eserler Itrî'nin ölümünden yaklaşık 200 yıl sonra notaya alınmıştır. Bizim geleneksel eğitim ve aktarım aracımız olan meşk yöntemi, bir mûsikî eserinin 200 yıl boyunca değişmeden kuşaktan kuşağa aktarılmasına elverişli değildir. Birçok eserin, birbirine nerdeyse hiç benzemeyen versiyonlarının bulunması ve aynı eserin bazen farklı bestekârlara atfedilmiş olması, meşk yoluyla günümüze gelmiş eserleri çok dikkatle ele almamızı gerektirir. Bunlara dayanılarak bir bestekârın veya bir dönemin üslubundan söz etmek doğru olmaz. Rauf Yekta Bey, üç büyük bestekâr için, Abdülkadir Meragî, İsmail Dede ve Zekâî Dede üzerine birer monografi kaleme almıştır.

Neden Itrî için de bir monografi yazmadığı hususu, üzerinde düşünmeye değer. Rauf Bey'in İkdam gazetesinde yayımlanan pek çok yazısından birinde, merhumun metodolojisini özetleyen şöyle bir pasaj vardır: Zavallı mûsikî heveslisi, bari bunca emek sarf ederek öğrendiği eserlerin bestekârının yaptığı gibi geldiğine inanabilse!.. Mümkün değil! Aynı eseri diğer bir üstaddan işitir; o güfte başka birisi tarafından bestelenmiş gibi, öğrendiğinden tamamen farklı birçok nağmeye rastlar. Bir üçüncüye daha okutsa bestenin yine çok farklı bir hâlini bulur. [...] Hâlbuki bu beste meselâ Itrî'nindir, büyük üstâd bunu böyle üç türlü bestelemedi ya?.. (sadeleştirme benim) Bu satırlar, bize geçmişten intikal eden eserlerin durumunu çok canlı bir tablo hâlinde gösterdiği gibi, onlar karşısında ne kadar şüpheci bir tutum takınmamız gerektiğini de ihtar ediyor.

  • Şu iki soruya cevap vermek gerekir:
  • 1. Itrî külliyatındaki eserler içinde hiç mi ortak üslup özellikleri yoktur?
  • 2. Aynı dönemde yaşamış Ali Ufkî Bey'in Mecmûa'sındaki sözlü eserlerle kıyaslandığında Itrî külliyatındaki eserler içinde, 17. yüzyıl mûsikîsine yakın olan var mıdır?

Birinci soru için uzun makaleler yazmak gerekir. Ama burada kısaca bazı eserlerdeki üslup benzerliğine değineyim. Özellikle "Gel ey nesîm-i sabâ hatt-ı yârden ne haber" mısraıyle başlayan Isfahan Murabba ile "Pây-i yâre düşmeğe ağyârden nevbet mi var" mısraıyle başlayan Pençgâh Murabba'ın birçok cümlesindeki senkoplu ilerleyiş birbirine çok benziyor. "Nevâ Kâr"ın bazı pasajları da benzer senkoplar ihtiva ediyor. Külliyattaki başka eserlerde de böyle motifler veya cümleler yok değildir. Elbette bunlara dayanılarak, bu eserlerin aynı bestekârın elinden çıktığı veya bu eserlerin değişmeden günümüze geldiği iddia edilemez. Çünkü farklı dönemlerde yaşamış bestekârlara atfedilen birçok başka eserde de aynı üslup özelliklerini görebiliyoruz.

İkinci sorunun cevabı daha önemlidir. Ali Ufkî Bey'in Mecmûa'sındaki sözlü eserler, genellikle uzun vokalizlerin bulunmadığı, nispeten basit mûsikî cümleleriyle kurulmuş kısa eserlerdir. Bunlarda nadiren şaşırtıcı geçkilere rastlanır. Itrî külliyatındaki eserlerden yalnız meşhur Segâh Yürük-semâî ("Tûtî-i mûcize-gûyem ne desem lâf değil"), gerçekten 17. yüzyıl sonunda bestelendiğini düşündürecek bir melodik yapı gösteriyor. Onun dışındakilerin çoğu, büyük ölçüde 19. yüzyıl mûsikîsinin üslup özelliklerini taşıyor. Itrî'ye atfedilen eserler üzerinde her türlü müzikal analizin yapılması, onun Türk mûsikîsinin pîri olup olmadığını tespit etmekten daha önemli. Havanda su dövmeyi bırakıp büyük mûsikî eserlerimizi, layık oldukları icra ile sunmaya öncelik vermeliyiz.

  • 1. Zeynep Sema Yüceışık'ın Prof. Dr. Kemal Eraslan yöntiminde yaptığı, 1990'da İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nce kabul edilmiş Arabü'l-Âsâr konulu doktora tezinin 137. ve 271. sayfaları arasındaki Tercüme bölümünden aldığım bu cümleleri, daha anlaşılır hâle getirdim. Çünkü okuyucular, Şeyhülislam Es'ad Efendi'nin çok ağdalı orijinal metnini anlayamayacağı gibi, Zeynep Sema Yüceışık'ın anlaşılırlık yerine sadakat ilkesine bağlı tercümesini de yeterince anlamayacaktı.
  • 2. Kantemiroğlu, Osmanlı İmparatorluğu'nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi (çeviren. Özdemir Çobanoğlu), c. 1, s: 461; 1999, İstanbul.
  • 4. Evliya Çelebi, Seyahatname, Birinci Kitap, s. 302, YKY, 1996, İstanbul.
  • 5. İkdam, 15 Zilkade 1315 / 25 Mart 1314 / 6 Nisan 1898.