Yapay zekâ çağında yazmak neden hâlâ bir ihtiyaç olarak görülüyor?

Yapay zekâ çağında yazmak neden hâlâ bir ihtiyaç olarak görülüyor?
Yapay zekâ çağında yazmak neden hâlâ bir ihtiyaç olarak görülüyor?

Sağlam tahtaya basmak, yaş tahtaya basmaktan evla görülmüştür tarih boyunca. Sağlam tahtalar bizi düşmekten korur ama ulaşmak istediğimiz yere varmanın en kestirme yolunun sağlam tahtalardan geçtiği de muallaktır. Üç adımda sağlam tahtalara basarak zirveye ulaşmak birçok yazarın rüyasını süslemiş olabilir. Sadece yazarların değil, insanoğlunun rüyalarını süslemiş olacak ki üç adımda dünyanın sırlarını öğrenmek olağan görülmeye başlandı ve etrafımızı “altın kurallar”, “üç adımlar” sarıp sarmaladı. Bir nevi yaş tahtaya basma korkusu diyebiliriz buna. Yazıyı buraya kadar okuyanlara üzücü bir haberim var; fena yanıldınız. Şu an yaş tahtalar üzerinde kayıyorsunuz; nereye varacağınızı bilmeden. Her yazar, kelimelerini ister şiir olsun ister roman maskelerle süsleyip gölgelerle gizler. Asla bir yalancı diyemesek de ona, doğru söylediğini de varsayamayız. Kurmaca denen bu ipe sapa gelmez şeyin hakikat olma ihtimaliniyse göz ardı etmek haksızlık olur.

O halde yazma sanatını yokuşları, çukurları ve tuzaklarıyla göze alarak adımlamalı ve düşmenin keyfine mi varmalıyız? Sizi bilmem ama düz yolda yürümek bana hep sıkıcı gelmiştir. Yol bir yerlere kıvrılmıyorsa, kaldırım aniden bitip yol tek şeride düşmüyorsa yürümek gelmez içimden. Ufuktaki karaltının belirsizliği, yazmanın ya da yürümenin en âlâ sebebi olabilir benim için. “Eğer yazmak düşünmekse, keşfetmekse, seçmek, düzenlemek ve anlam yaratmaksa aynı zamanda hayret, huşu, gizem ve büyüdür.” diyen Toni Morrison kurmacanın asla gerçek olamayacağını belirtirken onu hakikate daha yakın görüyordu. Tarihin yaşananları eksik bıraktığını, kurgunun henüz dile dökülmeyende gizlendiğini belirtiyordu. Hayret, huşu, gizem ve büyüye ulaşabilmek için yaş tahtaya basma cesaretini gösterip kendimizi dipsiz karanlığa bırakmalıyız. Maskeleri yavaşça çıkarıp gölgelerin loşluğunda bir süre soluklanmalıyız ki gerçekle rüya, rüyayla hakikat arasındaki ince çizgiyi biraz daha esnetelim.

  • Sağlam tahtaya basmak, yaş tahtaya basmaktan evla görülmüştür tarih boyunca.

Rüyayla hakikat arasındaki ince çizgide yol almayı öneren bir diğer yazarsa Orhan Pamuk’tur. Harvard Üniversitesi’nde verdiği Norton derslerinde sadece okuyucunun değil, yazarın da düşünceli olduğu kadar saf olabileceğini, rüya görürken yaşadıklarına inandığı gibi yazarken de saflığı elden bırakmaması gerektiğini vurguluyor. Bilinçaltının karanlık koridorlarında yürürken kuralların, maskelerin imdadımıza yetişemeyeceğini, bizi orada bekleyen her neyse onunla yüzleşmemiz gerektiğini Jung yıllar önce söylemişti. Tavan aralarına kaldırılan, bodrum katlara atılıp unutulan ne varsa elden geçirirken karşılaşacağımız şeyler “ego” denen benliğimizin, hele bu ego bir yazara aitse çok da hoşuna gitmeyeceği bellidir fakat bunlarla yüzleşmek ve kurguya dahil etmek onu kahramanın sonsuz yolculuğunda yeni bir aşamaya çıkarabilir.

  • Anılardan değil de hayal gücünden yola çıkan yazar, kendini terapi odasında hissetmek zorunda kalmaz.

Rüyaların bastırılmış arzu ve korkular olduğunu düşünen Freud tekinsizlik konusunda bizi uyararak düşlerin her an kabusa dönüşebileceğini hatırlatır. Almancada “Unheimlich” olarak tanımladığı tekinsizlik, ev kadar güvenli olmayan bir yabancıdır. Fakat bu yabancının bir zamanlar çok tanıdık olduğunu, tavan arasında yahut bodrum katlarda bastırılırken değişip dönüştüğünü söyler. Hayaletler, gulyabaniler, iki âlemin cümle yaratıkları bu tekinsiz sulardan sızarak içeri girer; hem tanıdık hem yabancı suretleriyle satır aralarında kıpırdanır. Burada hatıralar değil; harabeler söz konusudur. Kurgusal metni, hatırattan ayıran anılardan değil de hayal gücünden besleniyor oluşudur. Anılardan değil de hayal gücünden yola çıkan yazar, kendini terapi odasında hissetmek zorunda kalmaz. Aksine, bu tekinsiz yolculukta yaptığı keşifler, kurgusal metinin kâh sesinde kâh karakterlerinde kimi zaman da mekânsal katmanlarında kendine yer bulur. Yazarla anlatıcının birbirinden koptuğu bu noktada gerçekle kurgunun arasındaki uçurum derinleşip genişler. Anlatıcı ses belki hakikati yakalayamaz ama ona yaklaşır. Borges’in “Borges ve Ben” metninde değindiği gibi kendinden kurtulmaya çalışan yazar, “mitolojilerin sınır uçlarından geçerek zaman ve sonsuzlukla oynanan oyunlara ulaşır” fakat o oyunlar Borges’in bir parçası olmaktan kurtulamaz ve anlatıcı başka şeyler hayal etmek zorunda kalır. Belki de bu gereklilik onu yeni öykülere götürür. Borges, anlatıcıyla yazar arasındaki ayrımı açmak yerine bu sınırı belirsiz ve muğlak bırakmayı yeğler.

Yapay zekâ çağında yazmanın önemi sorgulanırken, yapaylığı bir kenara bırakıp sadece doğallığa değil ama tavan aralarına, bodrum katlara, tekinsiz sulara, labirentlere doğru yelken açmalı, hayal gücünün el verdiği sınırları mesken tutmalıyız. Daha derinlerde bizi neyin beklediğini bulabilmek için sonu gelmez bir keşif yolculuğuna çıkmak akla yatkın geliyor. Sonsuz olasılığın bir arada bulunduğu, yolların çatallandığı o diyarda, yazma eylemi daha anlamlı bir hâl alacaktır. Yoksa üç adımda bir yerlere varamayacağımız oldukça aşikâr.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.


Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım