Üç İstanbul'un yazarı: Mithat Cemal Kuntay

Mithat Cemal Kuntay
Mithat Cemal Kuntay

Henüz hayattayken sevenleri çok oldu. Çok da düşmanları… Dost ve düşman kazanarak geçirilmiş kıymetli bir hayatı vardı yani. Faruk Nafiz Çamlıbel, Mithat Cemal Kuntay’la tanıştığındaki ilk intibalarını şöyle aktaracaktır: “Mevzuları kadar vakur bir vücut, üslûbu kadar muntazam bir yüz... Şiirle şair arasındaki bu asil benzerliğe nadir tesadüf olunur.”

Kalabalığın içinde bir bey nazar-ı dikkatimi çekmişti.

Hem şık, hem değil. Hem kibar, hem değil.

Hem eşyadan anlıyor, hem anlamıyor...

Münevver Ayaşlı

İşkodra’nın Türk toprağı olduğunun her zaman geçerliliğini koruyacak bir ispatı olarak 1885 yılında İstanbul’da dünyaya geldi, İşkodra eşrafından Selim Sırrı Bey ve Tırhalalı Samiye Hanım’ın oğlu olarak. İlkokulu Aksaray’da Mekteb-i Osmani’de okuduktan sonra İbnülemin’in aktardığına göre Saint-Joseph’te bir süre yatılı okuyup sonra babasının ölümü üzerine lise eğitimini Vefa Lisesi’nde tamamladı. Zor yıllardır bu yıllar. Sonra hukuk talebesi olacaktır.

1885 yılında İstanbul’da dünyaya geldi, İşkodra eşrafından Selim Sırrı Bey ve Tırhalalı Samiye Hanım’ın oğlu olarak.


Meşrutiyet ilan edildiğinde, doktorasını henüz vererek 1908’de Türkiye’nin ilk hukuk doktoru unvanını alır. Bir süre Hakkı Paşa’nın asistanlığını yapar. Bu sıralarda sade ve sadece bir hukuk adamıdır. Sınavlara girer ve Adalet Bakanlığı’nda kâtip olarak göreve başlar. Sonradan işe başladığı dairenin müdürü de olacaktır. Oradan ayrılıp bir süre hâkimlik yaptıktan sonra hâkimlikten de istifa edip, kendi isteğiyle noter olacaktır.

Hikâye burada başlıyor aslında. Beyoğlu’ndaki noter odası, Edebiyat-ı Cedide’den Fecr-i Ati’ye, Beş Hececiler’den Milli Edebiyat Akımına mensup şair, yazar ve sanatçıların sıklıkla uğradıkları sohbet mekânı olarak çalışır. Buraya kadar geçen sürede edebiyat ilgisi ve okumaları da devam eder elbette. Sonra evlenir. İstanbul’un tanınmış ailelerinden birinin kızı olan Naile Hanım’la, ki kendisi eski Hicaz Valisi Ahmet Ratip Paşa’nın torunudur, mezarda bile ayrılmayacakları bir birlikteliğe imza atar.

Edebi eserlere konu olacak derin bir aşktır aralarındaki. Bunu, eşinin vefatından sonra gazetede eşi için yazdığı eşsiz yazıdan anlamak mümkün. O muazzam büyük yazının son satırları bile meseleyi anlatmamıza yetecektir: “Cemiyetin kanûnları karı ile kocayı ebediyyen birleştiremiyor. Bunu yalnız ölüm yapar. Yakın bir ölüm bunu bana lûtfedecek. Ve yaşamın verdiği salâhiyetle bu çok yakın ölüm, benim hakkımdır. Bu satırlar vasiyetim olacak, beni senin kabrinin yanına değil, içine gömecekler Nâile!”

Mithat Cemal Kuntay'ın Namık Kemal'i anlattığı üç ciltlik devasa eseri.
Mithat Cemal Kuntay'ın Namık Kemal'i anlattığı üç ciltlik devasa eseri.

Hikâye Beyoğlu’ndaki noter odasında başlıyor desek de aslında edebiyat ilgisi henüz ilk gençliği bile değil, çocukluğuna kadar gidiyor. İlk ateşi, pek çok kişinin ilk ateşini yakan Namık Kemal yakıyor elbette. Henüz bir çocukken annesinin kendisine okuduğu Namık Kemal imzalı Cezmi, daha sonra hukuk okuyacak bu gencecik adamda edebiyat aşkını uyandırıyor. Şöhret ise 1908’den sonra geliyor. İlkin aruz vezniyle yazdığı şiirleriyle tanınıyor. Özellikle Mehmet Akif’le birlikte yazdıkları Acem Şahına şiiri ve tek başına kaleme aldığı Elhamra şiiri edebî kamuda tanınmasının önünü açıyor.

Henüz hayattayken sevenleri çok oldu. Çok da düşmanları… Dost ve düşman kazanarak geçirilmiş kıymetli bir hayatı vardı yani. Faruk Nafiz Çamlıbel, Mithat Cemal Kuntay’la tanıştığındaki ilk intibalarını şöyle aktaracaktır: “Şairi ilk tanıdığım gün hiç yabancı bulmamıştım: Mevzuları kadar vakur bir vücut, üslûbu kadar muntazam bir yüz... Şiirindeki heyecanla sesinin ahengi, iki damla su kadar birbirine yakındı. Şiirle şair arasındaki bu asil benzerliğe nadir tesadüf olunur.”

  • Mithat Cemal Kuntay’ın belirleyici vasfı nedir sorusunun ilk elden cevabı; titizlik ve tarafsızlıktır, denebilir. Çalışmalarını yaparken bilgi ve belgeye dayanmasının yanı sıra ele aldığı meseleyi bütün boyutlarıyla görmeye çalışması oldukça önemlidir.

Zevk-i selim ve akl-ı selim sahibi biri olarak aziz dostu Mehmet Âkif’e ilişkin nasıl adil bir yaklaşımı varsa, Âkif’in o dönem için düşmanı sayılabilecek Tevfik Fikret’e de -buna rağmen- adil yaklaşmayı bilmiştir.

Titizlikle hazırladığı monografileri vardı. “O sarayda şehzade ile oturdu, zindanda kâtille yattı” dediği Namık Kemal monografisi her açıdan Namık Kemal ve devri üzerine yapılmış en etkili eserdi. Ki hâlâ öyledir. Büyük İslam Şairi Mehmet Akif’le ilgili yazdığı monografi, Âkif üzerine yapılmış en kuşatıcı ve etkileyici çalışma olarak hâlâ varlığını sürdürüyor. Sarıklı İhtilalci Ali Süavi üzerine yaptığı çalışma da hakeza dipnot ve belgelerle teyit edilmiş olağanüstü bir çabanın ürünüydü.

Kuntay'ın üç devri anlattığı ve 1983’te TRT tarafından filme de çekilen Üç İstanbul romanı.
Kuntay'ın üç devri anlattığı ve 1983’te TRT tarafından filme de çekilen Üç İstanbul romanı.

Roman, tiyatro, şiir, monografi, araştırma ve daha pek çok türde pek çok eser verdi Mithat Cemal Kuntay. Tercümeler yaptı… Yeni başlayanlar için bir giriş oluşturmak gerekirse, üç devri anlattığı ve 1983’te TRT tarafından filme de çekilen Üç İstanbul romanının yanı sıra Mehmet Akif Ersoy’u bütün veçheleriyle anlattığı –ki hâlâ onu aşan bir Mehmet Akif Ersoy eseri yazılmadı- Mehmet Âkif ve devasa Namık Kemal eseri ilk üç olarak belirlenebilir.

Yusuf Ziya’nın; “Kışa doğru yatağa düştü. Önce soğuk algınlığı sandı, sonra astım, daha sonra da verem... Asıl hastalığı, kanser, aklına gelmiyordu bir türlü” diyerek anlattığı son günleri, 71 yaşındayken nihayete erdi. Noterlik görevini hâlâ sürdürmekteyken 30 Mart 1956’da akciğer kanserine yenik düşerek eşi Naile Hanım’ın gittiği yere gitti. Mezar taşı kitabesini çok önceden kendisi yazmıştı bile: “Yolcu! Burada bir karı koca yatıyor. İkisine bir Fâtiha yeter!”