Ulu-l Emr'e kaçmak yakışır mı?

Modern hayatın hemen hemen tüm araçlarını reddeden, yabancılarla iletişim kurmayı ve fotoğraflarının çekilmesini istemeyen Pigmeler, bu konuda bize sınırsız özgürlük alanı tanıyor.
Modern hayatın hemen hemen tüm araçlarını reddeden, yabancılarla iletişim kurmayı ve fotoğraflarının çekilmesini istemeyen Pigmeler, bu konuda bize sınırsız özgürlük alanı tanıyor.

Araca bindiğimizde devam eden gerilim, balta girmemiş ormanların derinliklerine indikçe yerini meraka bırakmıştı. Bir süre sonra tek odadan oluşan Afrika evlerini görmeye başlamıştık. Amacımız Türkiye’den götürdüğümüz hediyeleri ailelere ve çocuklara iletmekti. Yavaş yavaş boyları 120 santimetreyi geçmeyen bir Pigme toğluluğu etrafımızı sarmış, dağıttığımız hediyelerden paylarını almak için birbirini ittirmeye başlamıştı.

Eski derme çatma bir kahvehane... Ortam kalabalık. İçeride içilen sigaranın haddi hesabı yok. Biz üç kişiyiz, oturuyoruz. Yurtdışı seyahatlerimiz üzerine konuşuyoruz. Osman, Afrikalılara yardım amacıyla Kamerun’a gideceğini söylüyor. Bizi de davet edince Hasan da ben de hemen kabul ediyoruz. Bir iki telefon görüşmesinden sonra istikamet kesinleşiyor. Birkaç gün sonra havaalanında buluşuyoruz. Alana gittiğimde tam bir şok yaşıyorum. Biri yanıma yaklaşıyor: - Muhammed Berdibek mi? - Evet. - Abi ben Ömer. Osman Abi’nin selamı var ve onlar Hasan’la Güney Afrika’ya gidecek, sen bizle geliyorsun. Açıkçası tanımadığım insanlarla bir yerlere gitmekten tam anlamıyla nefret ediyorum. Nitekim başıma da geliyor. Ekibin geri kalan iki üyesiyle de tanışıyorum. Uçağa biniyoruz. Ömer yan koltukta oturuyor ve epey heyecanlı.

Uçağa biniyoruz. Ömer yan koltukta oturuyor ve epey heyecanlı.
Uçağa biniyoruz. Ömer yan koltukta oturuyor ve epey heyecanlı.

Üzerinde ağır bir yük taşıyormuşçasına beni soru yağmuruna tutuyor: - Abi hiç Afrika’ya gittin mi? - Yarısını dolaştım sayılır. - Nerelere gittin? - 54 Afrika ülkesinin 37’sine gittim. Kenya, Malavi, Tanzanya, Fas, Tunus... - Ooo abi, o zaman senin yardımınla sıkıntı yaşamayız. - Sen hiç gittin mi? - Hayır. -Dil biliyor musun? - Yok. - Tamam, ben sana yardımcı olurum. Uzunca bir yolculuktan sonra nihayet uçağımız Kamerun’a indi. Ben nereye, Ömer oraya. Pasaport kontrolüne kadar yanımdan hiç ayrılmadan hareket etti. Fantastik bir dünyanın kapısını aralamış gibi etrafına bakınıp durdu. Pasaport kontrolünden sonra bizi karşılayan Türkiye mezunu siyahi abimiz Mustafa’nın Türkçe konuşarak “Hoş geldiniz” demesinden sonra Ömer rahatlamaya başladı. Onun için bu, adeta rahat bir nefes almak anlamına geliyordu. Ömer’in de böylece bana ihtiyacı kalmamıştı. Mustafa abimiz ülkeyle ilgili genel bir bilgi verdikten sonra Kamerun’da dikkatli olunması gerektiğini defalarca tekrarladı.

Artık odalarımıza geçip uyuma vakti... Sabah uyanma saatimiz 05.00 dolaylarındaydı. Sokağa çıktığımda Afrika’da sıradan bir görüntü olarak binlerce insanın yürüyerek işlerine gittikleri o büyülü anı seyre daldım. Bir iki saat etrafı dolaştıktan sonra marketten sigara aldım ve otelime döndüm. Herkes kahvaltı salonunda oturuyordu. Ben de arkadaşlara Afrika kahvaltılıkları arasında en ilginç şeyin kızartılmış muz olduğunu ve bunu mutlaka denemeleri gerektiğini söyledim. Herkes yediği şeyi patatese benzetmişti. Epeyce sohbet ettikten sonra yola koyulduk. İçinde bulunduğumuz Douala şehri pek çok Afrika şehrine göre oldukça güvenli ve rahattı. Ömer, yeniden yanımdaydı. Başladı söylenmeye:

  • - Abi ben sana çok kırıldım.
  • - Neden?
  • - Benden izin almadan markete gittin. Ya başına bir şey gelseydi. Gülümsedim.
  • - Yok abi ben çok ciddiyim.
  • - Yani ben her yere giderken sana söylemelimiyim diyorsun?
  • - Evet abi, sorumluluk bende.

Anlaşılan bundan sonraki süreçte Ömer her şeyi otorite meselesi hâline getirecekti. Turu kazasız belasız bitirmek için özel bir gayret göstermek zorundaydım. Zira özgür tavrımı beni tanıyanlar bilir. Bu izin meselesi de nedir? Araca bindiğimizde devam eden gerilim, balta girmemiş ormanların derinliklerine indikçe yerini meraka bırakmıştı. Bir süre sonra tek odadan oluşan Afrika evlerini görmeye başlamıştık. Amacımız Türkiye’den götürdüğümüz hediyeleri ailelere ve çocuklara iletmekti. Yavaş yavaş boyları 120 santimetreyi geçmeyen bir Pigme topluluğu etrafımızı sarmış, dağıttığımız hediyelerden paylarını almak için birbirini ittirmeye başlamıştı. Belki bilirsiniz, “Pigme” sözcüğü Yunancada “cüce” demektir. Dünyanın en kısa boylu bu topluluğunun büyük bir kısmı sonradan öğrendiğimize göre bu alanda yaşıyormuş. Hâlâ ilk çağ insanları gibi yaşayan Pigmeler, zamanlarının büyük bir kısmını ormanların derinliklerinde avcılık yaparak ve meyvelerle otları toplayarak geçiriyor.

Ayrıca şu an ziyaret ettiğimiz Makure köyü, Pigmeler arasındaki tek Müslüman topluluğu olarak biliniyor. Modern hayatın hemen hemen tüm araçlarını reddeden, yabancılarla iletişim kurmayı ve fotoğraflarının çekilmesini istemeyen Pigmeler, bu konuda bize sınırsız özgürlük alanı tanıyor. Biz de bu durumun keyfini sonuna kadar çıkarıyoruz. Merak işte... Ormanın derinliklerine dalmak istiyorum. Fakat adını hatırlayamadığımız Pigme abimiz oranın çok tehlikeli olduğunu söyleyince benim ısrarlarım kıyameti koparıyor. Ömer’in ağzından sihirli cümleler dökülüyor: “Abi yapma, ben burada büyük bir sorumluluk taşıyorum. Sizlerin güvenliğini sağlamak zorundayım. Sizin de bu konuda bana yardımcı olmanızı bekliyorum. Bir yolculukta bir lider olur, ona uymak ulu-l emre itaat etmek gibidir.” “La havle ve la kuvvete” diyip arabaya doğru yöneliyorum. Arabayla ormandan çıkarken çok yoğun bir yağmur yağıyor. Bizim araç da küçük bir köprüde hareket edemeyecek kadar çamura saplanıyor.

Tam o anda bu yerli topluluktan iki kadınla göz göze geliyorum.
Tam o anda bu yerli topluluktan iki kadınla göz göze geliyorum.

Önce itmeye çalışıyoruz ama faydasız olduğunu görünce vazgeçiyoruz. Ben ortamdan istifade manzaranın görüntülerini çekiyorum.

Afrika kahvaltılıkları arasında en ilginç şeyin kızartılmış muz olduğunu ve bunu mutlaka denemeleri gerektiğini söyledim. Herkes yediği şeyi patatese benzetmişti.

Fakat kadrajıma gözlerime inanamadığım bir görüntü giriyor. 50 kişiye yakın yarı çıplak kadın ve erkekten oluşan yerli bir topluluk. Ellerinde satırlarla bizim olduğumuz yöne doğru hızlı adımlarla yürüyorlar. Öylece kalakalıyorum. Etrafıma bakınca herkesin arabanın içine girdiğini ve camları kapattığını fark ediyorum. Tam o anda bu yerli topluluktan iki kadınla göz göze geliyorum. Uzun boylu kadın bir işaret yapıyor. Gerilimden kadının ne yapmak istediğini anlamaya çalışıyorum. İkinci kez aynı işareti yapınca fotoğraf çekebileceğimi söylediğini anlıyorum.

Tabii hemen de karşılığında para istiyorlar. Canıma minnet diyorum ve uzatıyorum paramı. Bizimkiler ileride aracın içinde bizi seyrediyor. Gelin diye işaret ediyorum. Hafif bir tereddütle yanımıza sokuluyorlar. Ben de tam sırasıdır deyip Ömer hani sen bizim güvenliğimizden sorumluydun. “Ulu-l emre kaçmak yakışır mı?” diye takılıyorum. Utangaç bir tavırla kafasını sallıyor. Ben de uzatmıyorum ve hep birlikte yarı çıplak yerlilerle yan yana diziliyoruz. Derken iki yarı çıplak kadın belli belirsiz bana dokunmaya başlıyor. Kaçacak yerim yok. İşte tam o sırada fotoğrafımız çekiliyor. Fotoğrafı sormayın bizim evde hiç kimsenin görmeyeceği bir yerlerde...