Uzun sanal yazışmaların ardından gelen ilk buluşmada neler yaşanabilir

Güneşin kızıl huzmeleri vuruyordu omuzlarına, rüzgârın savurduğu dalgalı saçlarına… Gölgelenmiş çehresinde belli belirsiz bir gülümseme onu daha çekici kılıyordu. Böyle olsun istiyordu. Çekici, gizemli, sıra dışı…
Kemikli, uzun parmaklarında sigarasıyla, gri dumanların gerisinde, çimen yeşilinden hâki yeşile doğru koyulaşan dağın eteklerindeki dipsiz ormandan daha gizemli bir duruşu olmalıydı. Arkasındaki manzara olağanüstü bir fon oluşturmuştu.
Etkili, sarsan, derinlikli, oldukça çarpıcı bir fotoğraf diye düşündü, bunu hemen Instagram’a koyup, postun altına etkileyici bir alıntıyla ya da kendisinin yazdığı bir şiirle paylaşabilirdi. Ya da kitap alıntısı koyabilirdi.
“Maskeler var yüzümde
Bu ben miyim Tanrım?
Yüzüm herkesin aynası, yüreğimin yankısı
Sen neredesin şimdi, gönül aynamın girdaplarındaki sızı?
Hangi yok zamanların yolcusu oldun, deniz, kumsal, yangınlaşan güneş, özlemle tutuşan yüreğin, uçuşup yanan saçların, ellerimin arasında yok olan parmakların, nerede güneşe değmiş yüzün, gözlerin, kalbin nerede sevgili…”
Bu satırla başlamıştı aşkları…
Ekranlarda buluşmak nasıldı?
Uzun uzun yazışmışlardı. İlk selamı kendisi vermişti. Ama önce tüm gönderilerinin altına beğeni attı… Yazdığı şiirlere, şiirle karşılık mı vermişti.
Temiz bir yüzü vardı, yorgun, derin acıların yükünü omuzlamış hüzünlü bir yüz… Denemeye değerdi. Buluşmaya, bilişmeye değerdi. Acılarına acı katar mıydı, terk eder miydi, ihanet eder miydi bilmiyordu. Deneyecekti, onu sevmeyi deneyecekti.
Kendisinin kemikli parmaklarına ve onun ince uzun parmaklarına alyans yakıştırmıştı işte… …
“Konuş benimle Rosa! Bir kez olsun bana doğru bak, bu tarafa, seni seyrettiğim yere.” (John Fante)
Özelden yazmıştım bu dizeleri. Kimselerle paylaşamayacağım kadar güzel bulmuştum. Hemen karşılık yazmıştı bana.
“Aşkın uzun bir dostluktan ya da sürekli bir ilişkiden doğduğunu sanmak yanlıştır. Aşk manevi bir kaynaşmanın meyvesidir. Eğer bu kaynaşma bir anda olmazsa, değil bir yılda, bir yüzyılda bile olmayacaktır.” (Halil Cibran)
O da bana bu alıntıyla cevap vermişti… Nasıl etkilenmiştim. Aradığım, beklediğim sevgiliydi emindim artık… Satırlarla, dizelerle, şiirlerle, yazılarla büyüyen bir aşktı bizimkisi…
İlk buluşmamız geliyor aklıma. Daha ilk buluşmamızda evlenme teklif ediyorum, kabul ediyor…
Hemen nikâhımız kıyılıyor. Eş, dost, akraba şaşkın. Boyu boyuma, huyu huyuma uydu işte diyorum. “İnternetten de mi evlenilirmiş” diyor Hacı Yengem şaşkın. “Ama güzel kız” diye de belirtiyor.
Tüm paylaşımlarımda artık o var. Evliliğimiz örnek olsun gençlere…
Beraber omuz omuza aynı renkte kıyafetler giymişiz, arkamızda uzanan yeşil bir ırmak. Onun gözleri şimdi ırmak serinliğinde, bu ırmağa yüreğim dökülsün, dizelerim dökülsün istiyorum ama bulamıyorum hiçbir sözcük onun gözlerine dair. Yürek kuşum diyorum yaslan omzuma, sarıl umutlarıma özlemler bitsin…
Akşam gün batımında, seni bulduğum o an geliyor aklıma. O anı yakalamak için sarılıyorum sana ve bu fotoyu anlamlı kılacak şiiri bırakıyorum…
“Güzel aşkım tatlı aşkım kanayan yaram benim İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi Ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri Ve hemen can verdiler iri gözlerin için Mutlu aşk yoktur” (Aragon)
Seninle ekranlara sığmayan sevmeleri paylaştık. Herkes görsün istiyorduk aşkımızı. Bu aşk yakıyordu bizi, seni, beni, ekranları yakıyordu sevgilim. Eksile eksile yandığımızı anlayamayacak kadar kaptırmıştık kendimizi. Ama işte bu ekranların arkası vardı. Senin bana yetmediğin zamanlar vardı.
Mesaj kutularıma düşenlere bigâne kalamadım. Seni üzmek de istemezdim. Ama durduramıyordum kendimi. Ah neler yazıyorlardı neler, şimdi buraya yazamam. Çaresiz kaldım işte. Yenildim kendime, arzularıma, yenildim şu adam olmaz kahrolası nefsime…
Bir filmin içindeydik.
İşte o filmin içinden bir mesaj bıraktım yeni bir macera arama telaşıyla…
Yeni yepyeni heyecanlara, aşklara, yasak ama çekici zamanlara bir mesaj… Sanırım o da evliydi. Böylesi daha bir kışkırtıcı mıydı?
“Film bitti sevgilim”
Bu cümle sana yazdığım son cümle oldu. Seninle yaşadığım filmin bittiğini söylediğim, ihanetin yükünü omuzlamış bu satırlarda derin bir ironi gizliydi, ihanetin yükünü. Oysa sen o gün Didem Madak’tan paylaşım yapmıştın.
O gün koyu bir ceket giymiştin, altına bol bir pantolon, beline bir şal sarmıştın. Ben de sana uyumlu giyinmiştim… Derin bir ormanda bir ağaca yaslanarak seninle selfie çekmiştik. Son fotoğrafımızdı, sanki hissediyordum…
İşte sezinlemiş gibi, anlamış gibi Didem Madak’tan şiir dizmiştin posta:
“Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan
Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!”
…
Ninem, dantel perdelerin arkasından, ahşap pencereye başını yaslayarak, sanki çok uzaklara bakar gibi konuşuyor. Beyaz tülbendinin uçlarındaki firuze iplik oyaları, gri gözlerine, nurlu çehresine ne kadar yakışıyor şimdi farkediyorum.
“Ben dedeni görmedim oğul. O da beni hiç görmemiş. Rabbim’ in verdiği sevgi vardır ayette geçer ya, o zuhur etti yüreklerimizde. Beni kem gözlerden sakınırdı. Akça, pakça, güzel servi boylu bir gelindim. Senin gibi… Seni de bana benzetirler zaar. Kimselere çıkarmazdı beni. Herkesten kıskanırdı oğul. Sen benim mahremimsin hatun derdi.
Şimdi hiç kimsenin gizlisi saklısı kalmamış be kızanım, baksana herkeş her şeyini paylaşıyor. Aklım ermez benim. Ama özlerim dedeni, bizim sevdamız bitmedi be oğul. Ben onu çok özlerim, boy boy evlatlar verdim ona. Kavuşacağımız günü özlerim ben, o saati beklerim, vuslat saatini. Gayri başka derdim yoktur. Sen niye böyle sustun evlat. Niye betin benzin attı. Niye böyle elin ayağın titriyor evlat. De bana anlat bana, ne gelirse yapayım evlatçığım, servi boylum, gül endamlım, söyle gârî… Niye böyle aniden hiddetlendin ki niye ağlarsın güzel torunum. Hay kızanım anlat gârî anlat da bileyim. Ne yazmışlar oraya bakıp bakıp ağlarsın. O ekranlar güldürürdü hep seni, şimdi ağlatır mı oldu be evlatçığım. Ne oldu böyle dellendin, ah be kızanım, üzme kendini, ne olur üzme…”
…
“Filim bitti sevgilim” yazmıştı. Telefonu sehpanın üzerindeydi…
Mesaj kutusundaki yazışmaları gördü ve uzun zamandır bu yazışmaların akıp gittiğini anladı…
Bu bir ihanetti işte. Ama nasıl olur, nasıl olur? Her anlarını büyük heyecanlarla paylaşıyorlardı. Fenomenler gibi aşkları soluk alıp veriyordu şiirlerde, resimlerde. Her gün film şeridi gibi ekranlara akan canlı, kanlı eşsiz bir aşktı yaşadıkları sinema tadında. Hele o şiirler, o şarkılar. Arada ayet de paylaşıyorlardı… Sonra aşklarını besleyen İran sinemasından fragmanlar…
“Film bitti sevgilim” yazıyordu son satırda. Hangi filmdi acaba onu bilmiyordu. Ama onun bitirmesi gereken bir film vardı.
“Sevgilim bu ne hâl… Bir şey mi oldu? Hayırdır” diye soran eşine baktı, baktı...
Sonra onu yatak odasına çağırdı. Babaannesi duysun istemiyordu. Kapıyı hiddetle, tüm gücüyle kapattı.
“Bu valizle gelmiştin, hadi hemen bu valize doldur eşyalarını ve defolup git hayatımdan, film bitti ha film bitti. Hangi film bilmiyorum, ama bizim filmimiz bitti, hadi hemen defol git bu evden”
…
Uzun kış gecelerinden sonra, derin uykulardan uyanmış gibi… Sıcak, sarı bunaltan yaz günlerinin sonunda, terden yapış yapış olmuş halde gürül gürül akan bir pınardan soğuk suları içer gibi… Yıllardır üzerinde taşıdığı, onu sıkıp daraltan, terleten, hiçbir zaman üzerine tam oturmayan o yük olmuş gömleği sırtından yırtarcasına çıkarır gibi… Elindeki boşanma dilekçesine baktı baktı. Yeni bir başlangıç yapacaktı. Tertemiz bir sayfa açacaktı. Büyükannesi ile geldiği köylerinde onu uzun bir tatil bekliyordu. Tüm filmleri kapattı, tüm hesapları kilitledi, tüm hesapları dondurdu.
Yaralı, çok çok yalnız ama umutlar yüklenmiş, Mabuduna yönelmiş bir yüreği vardı artık…
İçine, derununa doğru bir yürüyüş başlatacak ve o en sevdiği düşünür Kierkegaard gibi o anlamlı soruyu soracaktı kendisine:
“Tanrı benimle ne kastetmiş olabilir?” şimdi, bu sorunun cevabını yaşamak için buradaydı…
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.