Yabancı

Ağlamayacaktı. İntihar eden babasına, onu evlatlık veren annesine, ardını aramayan ablasına...
Ağlamayacaktı. İntihar eden babasına, onu evlatlık veren annesine, ardını aramayan ablasına...

Olmuş olanlar, "keşke olmasaydı" demeyi hakkedecek kadar şiddetli olmuştu. Çocukluk mahallesine yaklaştıkça zihnindeki sesler artıyordu. Acaba tanıdık birileri kalmış mıydı? Faruk'u tanıyacaklar mıydı?

Faruk, bir an evvel o mahalleye varmak ve meydan kahvesi duruyorsa, orada bir çay içmek istiyordu. Belki çay, önündeki sehpada soğuyup kalacaktı. Ama öylece meydanı izleme arzusu içinde büyüyordu. Çok büyüyordu. Sokaklara, kaldırımlara, evlere baktığında acı çekebilirdi. Hasta olabilir, bir süre daha psikiyatri ilaçlarını kullanmak zorunda dahi kalabilirdi. Ancak bu ihtimaller onu korkutmuyor, arzusunu dizginlemesine sebep olmuyordu. "Delirmeye de değer" diye düşünüyordu. "Yani akıllı mıyım?" diye sorarak güldü. Mahallenin, çocukluğundaki gibi kalmadığını tahmin ediyordu fakat ne kadar değiştiğini hayal etmek Faruk'u heyecanlandırıyordu. Değişmiş olmasını dehşetle istiyordu üstelik. Hatta belki eski evleri yıkılmış ve yerine yenisi yapılmıştı. Köşedeki elektrik trafosu da çoktan kaldırılmış olmalıydı. Mahalledeki pazaryerine giden sokaklara muhtemelen asfalt atılmıştı. Kim bilir caminin avlusu dahi değişmiş ve taş fırın ile yukarıdaki bakkalın arasından çıkan yokuşun başındaki çeşme de kurumuştu?

"Böyle olması gerekiyor! Böyle olursa kendimi zamanın geçtiğine ikna edebilirim" diye mırıldandı. Evveli ve ahiri ile dev gibi dört ömrün üzerine kapanan o upuzun gecelerin geçtiğine böylece inanırdı belki. Olmuş olanlar, "Keşke olmasaydı" demeyi hakkedecek kadar şiddetli olmuştu. Çocukluk mahallesine yaklaştıkça zihnindeki sesler artıyordu. Acaba tanıdık birileri kalmış mıydı? Faruk'u tanıyacaklar mıydı? Buraya geldiğini görünce belki ona gülecekler ya da onu kınayacaklardı. Ya kovarlarsa? Öyle ya, bu mahalleden sürgüne gider gibi gitmemiş miydi? Bu korkular birer vehim de olabilirdi. Kaldırımda su satan bir çocuk gördü. Çocuğa yaklaştı ve yekten: "İnsan, kendisi bir ateşin içinde olunca sanki tüm dünya, yerdekiler hatta semadakiler aynı ateşte yanıyor sanıyor. Hâlbuki bir kibrit çöpündeki kıvılcıma düşmüş kör sinekten farksız hâli" deyiverdi. Sucu çocuk "Buyur abi?" dedi, ne dediğini anlamaya çalışır bir ses tonuyla. "Yok bir şey. Su ver bakalım, buyur paran" dedi ve yürümeye devam etti.

Şu kavşaktan, yukarıya giden sokağa ayrılmalıydı. O zamanlar bu köşe başında, altında yorgancı dükkânı ve üzerinde iki kat ev olan bir bina vardı. Ancak o bina yıkılmış ve yerine gösterişli bir park yapılmıştı. Parkın ortasında küçük bir havuz ve havuzun üzerinde ihtişamlı bir at heykeli vardı. Şayet karşı kıyıdaki eski taş bina olmasa yolu tanımayabilir ve sokağı kaçırabilirdi. Taş binanın kapısının üzerinde hâlâ "1879" yazıyordu. Oradan tanıdı. Çocukken korkudan bu binaya yaklaşamazlardı. İçinde cinler, dedeler, cadılar, periler var zannederlerdi. Yine kapısı kapalıydı. Kenarda bir tabela daha koyulmuştu. Altın rengi parlak tabelanın üzerinde arzuhâlci daktilosundan çıkmış gibi bir yazı vardı. Binanın karşı tarafındaki kaldırımda yürüdüğünden yazıları okuyamıyordu. "Herhâlde müze yapmışlar burayı" diye içinden geçirdi ve üzerinde durmadan yürümeye devam etti. Eski mahallesine, Boğaz'ın soğuk denizinde fırtınaya tutulmuş balıkçı teknesinin çetrefiliyle gidiyordu. "Ah" dedi, "bir Hüdai yolu lazım şimdi".

Yürürken etrafı izliyordu. Pek çok kafe, pastane, tatlıcı filan açılmıştı. "Ne kadar kalabalık! Ama bu insanlar neden bu kadar yalnız yürüyor?" diye geçirdi içinden. Buraların böyle değişmesine, tanımadığı pek çok insanın burada böyle yer etmesine içi burkulur gibi oldu önce. Sonra bu burukluktan mutlu oldu. "Sanki karıncayım ve kocaman bir örümcek ağına düştüm. Şimdi o ağın üzerinde nazenin bir hâlde yürüyorum ve ağı bozarak örümceği rahatsız etmemek için azami özen gösteriyorum" diye içlendi ve gülümsedi. Hatırladıkça şahit oluyordu unuttuğuna. Eski evlerine yaklaştığında midesi bulanmaya başladı. Çok heyecanlanmıştı. Sağındaki solundaki binalar üzerine geliyor gibiydi. İşte, ev görünmüştü. Belli ki birileri yaşıyordu evde. Perdeleri, pencereleri, kapısı, camın önündeki çiçekler bunu haber veriyordu. Evin kapısını çalmak ve kim varsa konuşmak istedi. Fakat tereddüt ediyordu. Neyle karşılaşacağını bilmiyordu. Kapının karşısında, sokağın diğer tarafında öylece beklemeye başladı. Bu arada pencerenin açıldığını gördü. Yetmişli yaşlarda bir kadın açıyordu pencereyi. "Oğlum, kime baktın?" diye seslendi. Kadın "oğlum" diye sorunca Faruk'un yüreği kafatasında attı sanki.

"Şey... kimseye teyze. Eve bakıyordum" dedi kekeler gibi konuşarak.

"Nasıl da yaşlanmış..." diye fısıldadı sonra Faruk. Başı dönüyordu.

Kadın "Tanır mısın ki? Nerelisin sen bakayım?" dedi gülerek. "Evet, buralıyım. Çocukluğum bu mahallede geçti" diye doğruyu söyledi fakat "bu ev bizimdi" diyemedi ve doğru eksik kaldı. "Ah, öyle mi? Ne güzelmiş. Buralarda var mı tanıdığın şimdi oğlum? Ağabeyin, hani benim oğlum, burada doğdu. Bu evi biz aldık. Yok, bir adam aldı. Oğlum doğmadı. Doğduysa da adam kendini astı. Vehim yapmış herhâlde. Karısını kıskanmış. Kimden kıskandıysa... Bir kızıyla oğlu vardı adamın. Hanımla çocuklar uyuyunca, gece sabaha karşı çıkmış arkadaki kilerde... Sonra bazı komşular hanımı suçladılar. Kadın çocuklardan erkek olanı evlatlık verdi. Kim bilir ne zor günler geçirdi, yavrum benim. Doğrusu ben hanıma da çok acıdım" diye sıraladı kadın. Yüzünü Faruk'tan çevirdi. Faruk'un kafası karışmıştı. Kadın sokağın diğer ucuna boş gözlerle ve manasız bakmaya başlamıştı. Faruk yokmuş da kendi kendine konuşurmuş gibi devam ediyordu: "İnsan böyle olsun ister mi? Yavrusundan vazgeçer mi hiç? O yavrucak da kim bilir şimdi nerede ne yapar?.." diye mırıltı hâlinde söyleniyordu ki, aniden durdu. Sokağın başından bir bey geliyordu. "Anne, neler anlatıyorsun yine" diyerek gülmeye başladı bey. Kadın "Bak, yine geliyor bu adam. Her şeyime karışıyor. Çirkin karısı da benim evimde kalıyor!" diyerek söylendi ve hızlıca içeriye girip pencereyi kapattı.

Kadının söylendiği genç adam, Faruk'un yanına geldi ve "Kusura bakmayasın kardeşim. Kayınvalidem alzheimer hastası da... İnşallah seni meşgul etmemiştir" dedi gülerek. "Estağfurullah. Yok, bir şey anlatmadı. Neyse, ben gideyim abi" diye kesik kesik konuşabildi ve gülümsemeye çalışarak cevap verdi Faruk. Adamın ne diyeceğini beklemeden yürüdü. Demek ablası evlenmişti ve bu adam onun eşiydi... Ağlamayacaktı. İntihar eden babasına, onu evlatlık veren annesine, ardını aramayan ablasına... "Belli ki ablamın da önce kendini arayıp bulması gerekmiş" dedi hatta içinden... Kızmayacaktı bu defa. Kimseyi suçlamadı. Bu yabancı yerde göreceğini görmüş, alacağını almıştı. "Elin mahallesi olmuş artık burası. Ben el olmuşum. Yabancı Faruk, git işine..." diyerek iç geçirdi. Güçlendiğini hissetti sonra, gülümsedi. Bir an evvel evine dönmek istiyordu. Kendi evine. Evde annesi bekliyordu, üvey annesi... Faruk onu çok özlemişti bu yabancı yerde, şu kısacık vakitte. Çok özlemişti. Çok...