Yabancılaşma yahut kuşaklar çatışması

Göç; sosyal, ekonomik ve psikolojik olarak epey derinden etkiliyor toplumları, toplumumuzu.
Göç; sosyal, ekonomik ve psikolojik olarak epey derinden etkiliyor toplumları, toplumumuzu.

Gelinen noktada kimsenin göç nedir, iltica nedir; ikisinin arasındaki farklar nelerdir diye düşünmediği, düşünmek istemediği bir politik çemberin içerisindeyiz. Ümit Özdağ, Afgan bir esnafı Twitter'da hedef gösteriyor, iktidar ve muhalefet ise el ele vermiş siyasi bir koz olarak kullanmanın peşindeler Suriyelileri.

Analfabet... Gastarbeiter... Gleis 11... Kofferkinder... Sclüsselkinder... Sonderschule...

Bu kelimelerin anlamlarını bugün neredeyse hiçbirimiz bilmiyoruz. Y ve Z kuşakları ise tamamen bihaber; kimdir Semra Ertan, ne işe yarar yahut Gymnasium.

1960'larda başlayan ve özellikle 1973'teki Ford Grevi'ne kadar süren Almanya'ya Türk işgücü göçünden bugün epey uzağız. Polize, artık hiçbir televizyon kanalında gösterilmiyor. Almanya'da Çöpçülerimiz ise kelli felli şiir okurlarının dahi gündeminde değil. Sancı... Sancı... da kıpırtısız bekliyor kitabevlerinde.

Almanya'ya göçen ilk kuşak Türklerin üzerinden 60 yıl geçti, ama ne "göç" gündemimizden düştü ne de "iltica." 2011 yılından beri süren Suriye göçü ise, göç konusunun iyice popüler bir hâl almasına neden oldu. Popüler oldu fakat üzerinde iyiden iyiye düşündüğümüzü söylemek de güç. Arada kalmış bir milletin çocukları olarak göç konusunda da yine gri alanda debelenip duruyoruz. Sekülerimiz Avrupa kapılarında yatıp kalkıyor; bir yol arıyor iltica edebilmek için, risk altındaki bir akademisyenim diyor mesela Murat Belge. Gelgelelim aynı sekülerimiz -vatan, millet gibi geleneksel kelimelerle- kapı dışarı etmenin peşinde ülkedeki Suriyelileri. –Türken raus!

"Göç" ve "iltica" kelimelerinin esasen eş anlamlı olmadığını biliyorum. Ancak gelinen noktada kimsenin göç nedir, iltica nedir; ikisinin arasındaki farklar nelerdir diye düşünmediği, düşünmek istemediği bir politik çemberin içerisindeyiz. Ümit Özdağ, Afgan bir esnafı Twitter'da hedef gösteriyor, iktidar ve muhalefet ise el ele vermiş siyasi bir koz olarak kullanmanın peşindeler Suriyelileri. İşte böyle bir ortamda hemen her gün yeni bir göç veya kaçış -evet tam anlamıyla kaçış- videosu ya da Twitter paylaşımıyla karşılaşıyoruz.

*

Göç; sosyal, ekonomik ve psikolojik olarak epey derinden etkiliyor toplumları, toplumumuzu. İnsanların ekonomik, siyasi yahut dini olarak hayatlarının tamamını yahut bir kısmını başka bir coğrafi mekânda geçirmesine göç diyebiliriz sanırım. Göç ile birlikte hem göç eden toplumun hem de hedefteki ülkenin sosyal, kültürel, ekonomik veya siyasi açıdan değişikliğe uğramasıysa, göçün, bunca sorunlu bir hâl almasının temel nedenlerinden... Tabii buraya kadar söylediklerimin hepsi "zorunlu göç" içerisinde tanımlanabilir şeyler. Sosyal medyadaki "kaçış" videoları ise "gönüllü göç" olarak değerlendirilmeli. Mesela Suriyelilerin Türkiye'ye göçü tam anlamıyla bir zorunluluk. Bir yere kadar, salt ekonomik kaygılarla Almanya'ya göçen Türkler de zorunlu göçün bir tür örneği. Tabii burada iltica ve göç arasındaki ayrım bir anda yürürlüğe giriyor---

Peki, başta Z kuşağı olmak üzere ülkeden patır patır uzaklaşan veya uzaklaşamaya çalışan gençleri gönüllü göç içinde mi yoksa zorunlu göç içinde mi değerlendirmek gerekiyor? Yurtdışına göçmek isteyen gençlerin gerekçelerine bakacak olursak onları da zorunlu göç içinde değerlendirmek gerekecek. Nedir o gerekçeler? Nitelikli eğitim ve kaliteli çalışma standartları altında, emek sömürüsü ve fırsat eşitsizliğinden uzak "ekonomi", "eğitim" ve "iş" temel gerekçeler... Gerekçeleri çoğaltabiliriz ancak temel gerekçeler bunlar. Yani eğer bir Umut Sarıkaya karikatüründen bahsetmiyorsak, gönül eğlendirmek için yurtdışına gitmek isteyen herhangi bir gençten bahsedemiyoruz. Yani ekonomi, eğitim ve iş deyince bu zorunlu göçün aslında "beyin göçü"ne çıktığı çok açık. Zaten bu kuşaklar ile önceki kuşaklarının bir türlü anlaşamamasının ve önümüze sürekli "ekonomi kötüyse çıkar telefonunu" diyen "vasıfsız" dayıların düşmesinin yani "kuşaklar çatışması"nın nedeni, Y ve Z kuşaklarının önceki kuşaklara nazaran daha iyi eğitim alıp ve iş hayatında bu eğitimin karşılığını görmek istemelerinden başka bir şey değil. Temelini eğitim, ekonomi ve işin oluşturduğu bu kuşaklar çatışmasının kaçınılmaz sonuysa, "yabancılaşma."

Yabancılaşma, esasen bireysel psikolojik bir durum. Kişinin üyesi olduğu toplumdan uzaklaşması, giderek o topluma düşmanlık beslemesi ve sonunda içinde bulunduğu toplumu topyekûn reddetmesi...

*

Yabancılaşma, bütün bütün sanayi toplumlarıyla ilgili bir şey. Bizim gibi geç sanayileşmiş yahut hâlâ sanayileşme aşamasında olan ülkelerde de yabancılaşma olgusuyla karşılaşabiliyoruz. Edebiyat okuru yabancılaşmanın izlerini özellikle 50'li yıllardan itibaren II. Yeni ve 50 kuşağı öykücülerinde daha sık ve sistemli olarak görmeye başladı. Attila İlhan'ın Sokaktaki Adam'ı, Demir Özlü'nün Bunaltı'sı veya Turgut Uyar ve Edip Cansever'in şiirleri... Ancak yabancılaşma günümüzde sadece sanatçıların ya da yazarların üzerinde durduğu bir kavram değil. Gündelik hayatımızda da karşımıza çıkan, toplumdaki ekonomik ve siyasi çalkantıları dile getirmek için de başvurulan bir kavram hâline gelmiş durumda yabancılaşma. İnsan ile evren arasındaki bağda yaşanan kopmalar, psikanalizin gelişmesi, ekonomik krizler, küresel çaptaki savaşlar ve teknolojik gelişmeler sadece entelektüel donanıma sahip kişilerin değil, "küçük adam"ın da yabancılaşma ile karşı karşıya gelmesine neden oldu.

Yabancılaşma, esasen bireysel psikolojik bir durum. Kişinin üyesi olduğu toplumdan uzaklaşması, giderek o topluma düşmanlık beslemesi ve sonunda içinde bulunduğu toplumu topyekûn reddetmesi... Bu üç aşama, yabancılaşmanın, toplumsal bir hâl almasına da neden oluyor. Kişinin, -yani konumuz gereği yurtdışına göçmek isteyen gençleriniçinde bulundukları toplumu değiştirme ve etkilemede gerek liyakat ve gerekse de ekonomik gerekçelerle, kendilerini yetersiz hissetmeleri ve buna bağlı olarak ortaya çıkan "anlamsızlık" sanıyorum ki Y ve Z kuşaklarının yurtdışı hayalleri kurmalarının başında geliyor.

Anlamsızlık'a varan yolda, genç, doğal olarak bir inanç eksikliği hissediyor ve yabancılaşmanın sonucu olarak ortaya çıkan bu inanç eksikliği (ki burada inanç eksikliğini dini bir anlamda kullanmıyorum) gençlerin yurtdışı hayallerini gün geçtikçe daha da güçlendiriyor. Bu noktada, gençlerin vatanlarını terk edip kaçtıklarını, mücadele etmediklerini veya iş beğenmediklerine dair konformist söylemlerse kutuplaştırılmış bir demografik yapı yahut bir çatışma ortamı oluşmasına neden oluyor.

Kuşaklar arasındaki çatışma, modern öncesi toplumlarda korkulan bir şeydi. Toplumsal düzenin, davranış kalıplarının, normların kısacası her şeyin alt üst olacağı düşünülürdü. Modern toplumlarda ise yine çatışmadan hoşlanılmaz. Fakat modern toplumda; ekonomik ilerlemenin, huzurlu bir aile yapısının ya da bilimsel gelişmenin ortaya çıkması için kısmen de olsa bir çatışmanın olmasını gerekli görülebiliyor. Sanıyorum göç bahsinde yaşadığımız sorunun yani kuşakların birbirlerini anlayamamasının nedeni, ekonomik anlamda kimi sıkıntıları büyük oranda aşmış ve ilk gençliğini vasıfsız olarak geçirmiş yaşlı veya orta yaşlıların çoğu kez modern öncesi -hatta ilkel diyelim- toplumlara özgü refleksler göstermesidir.

*

Göç ve gençlik gibi bir konuda modern öncesi refleksler, gençliğin, mekân ile (ülke, vatan) bağlarının zayıflamasına hatta gelinen noktada kopmasına neden oluyor. Yani bu tür refleksler, Foucault'nun dediği gibi, "yerli-yerindelik"in istikrarını, yani toplumsal düzenin bozulmasına neden oluyor. Bu bozulma da önce kuşaklar çatışmasını sonra da yabancılaşmayı doğuruyor. Yabancılaşma ise, kişinin, vatanı ile arasındaki kadim bağın kopmasının başat nedenlerindendir...