Yalan dolan çağı

Elimizin altında doğala özdeş aromalı işe yarar bir yalan varken acı gerçeği kim ne yapsın ki?
Elimizin altında doğala özdeş aromalı işe yarar bir yalan varken acı gerçeği kim ne yapsın ki?

İnsanların başkalarına kendileriyle ilgili yalan söylemeleri insanlık kadar eskidir. Yalancılar her zaman var olmuş olsalar da yalan hiç bu kadar anlam çeşitliliği sergilememiş ve müşteri bulmamıştı. Bu yüzyılda bütün bunların yanında, çok daha karmaşık bir durum daha var. Bu asrın acayip hassasındandır ki insanlar elması elmas bildikleri hâlde camı ona tercih ederler.


Oxford sözlüğü 2016 yılında hakikat-sonrasını yılın sözcüğü seçti. Kulağa pek cafcaflı geliyordu. Hakikatin sonrası ne olabilirdi ki? Bu havalı kelimeyi biraz kazıyınca, altından çok tanıdık bir sözcük çıkıyordu: yalan. Post-truth, hakikatin değersizleşmesi ve yalanın önlenemez yükselişinin yaldız kaplamasıydı. "Kişinin adı çıkmış bir düzenbaz olması onu tanınmış biri hatta şöhret sahibi yapabilir. Medya odaklı değerler ölçeğimizde şöhret dürüstlüğü bile gölgede bırakıyor." der Ralph Keyes, Hakikat Sonrası Çağ adlı kitabında. Gerçek ve yalandan başka üçüncü bir kategoriden de bahseder: Tam olarak gerçeği yansıtmamakla birlikte, yalan da denemeyecek muğlak ifadelerden oluşan üçüncü bir kategori. Zenginleştirilmiş gerçek denebilir buna. Neo-gerçek, yumuşak gerçek. Keyes'in üçüncü kategori olarak adlandırdığı bu yalan türünün en güzel örneğiyle geçenlerde marketten aldığım gofretin üstünü okuduğumda karşılaştım. Ambalajdaki içerik bölümü nasıl bir yalanın içinde yaşadığımızı gözler önüne seriyordu. Ve kendimi İrem şehrine gitmek niyetiyle, yollara düşmüş saf bir yolcu gibi hissettim.

Elime aldığım gofretin üstünde "çilekli" yazıyordu. Ambalajı açınca kesif baygın bir çilek kokusu yayıldı etrafa, bebek pembesi kıtır kıtır şey o kadar lezzetliydi ki insanın yedikçe yiyesi geliyordu. Paketin arkasını çevirdim ve içerik bölümünü okumaya başladım. Onu bu kadar leziz yapan şeyi merak etmiştim. İçerikte çileğin kendisi dışında bir sürü şey vardı. İlk anda insana çok yabancı gelen sayılar, çeşit çeşit kimyasal adları… Ama biraz bile çilek yoktu. İçerik listesini iki kere okudum. Hayır doğala özdeş çilek aroması vardı ama çilek yoktu. Aroma artırıcı ne demekti? E621 neydi? İnsan bir sayıyı nasıl yerdi? Doğala özdeş ne demekti? Kraldan daha çok kralcı misali çilekten daha çok çilekli bir gofretti bu. Gerçek çileğin daha alçak gönüllü bir tadı vardır. Bu gofret ise düpedüz kibirli, sentetik ve baygın bir tada sahipti. Fazla pembe fazla tatlı fazla iddialı. Aroması artırılmış gerçek, çilekli gerçek, hakikate özdeş gerçek. E621 nam-ı diğer Çin tuzu katılmış gerçek. Yalanı allayıp pullayıp sahte lezzetlerle yenilir yutulur hâle getirmekten başka neydi ki bu? 1907'de bir bilim adamı beşinci tadı icat etti.

Çin tuzu denen sentetik tat, bir simulakradan başka bir şey değildi. İnsanın beyninin haz merkezini uyarıp saman yesek bile muhteşem bir şey yiyormuşuz gibi hissetmemizi sağlıyordu. Modern yüzyılımızın en ilginç uyarıcılarından biri böylece keşfedilmişti. Riya da artık bizim yaşamımızın beşinci tadı olarak kullanılıyor ve bağımlılık yapıyor. Keyes'in üçüncü kategori diye bahsettiği, şeyleri olduklarından daha iyi gösterecek laflar icat edilmeye başlanması pek eski bir şey değildi elbet ama hiç bu kadar içselleştirilmemişti. Marketteki raflar, ürünlerle değil vaatlerle doluydu, insanı hiçbir yere vardırmayan ve tuhaf bir kaosun içine çeken yön işaretleri her yerdeydi. Ve bu işaretlere inanıp onların peşine takılan insanlar bir riya çölünün ortasında öylece bırakılıyorlardı. Çilekli olmayan çilekli gofretimi yerken bir yandan da gerçeğe özdeş aroma ile tatlandırılmış bir hayat yaşadığımızı düşündüm. Her yerde yol işaretleri var ama bizi vaat ettikleri yere götürmüyorlardı. Riya her yere nüfuz etmişti.

Çağın iliklerine kadar işlemişti. İnsan doğasının en iflah olmaz yanı, olduğundan iyi, güzel, zengin, güçlü görünme arzusu da her yere yanlış yön işaretleri ile doldurmamıza neden oluyordu. Çilekli olmayan gofret gibi zengin olmayan zenginler, mutlu olmayan mutlular, güzel olmayan güzellerle dolmaya başladı etraf. Markalarla bezeli kılığımız zenginliğimizin mi yoksa bir kredi kartı batağında olduğumuzun mu işaretiydi? Sosyal medyada incecik kadıların onlarca kişiye yetecek yemekleri boğulurcasına ağzılarına tıkıştırarak yerken çektikleri mukbang videoları (2010 yılında Kuzey Kore'de ortaya çıkmış ve bütün dünyada viral olmuş, kamera karşısında yemek yemek üzerine kurulu bir akım) bize ne demek istiyordu? İçinde çilek olmayan çilekli gofretin üretilmesi ile başladı bizim çağımız. Biraz geriye gidecek olursak, çilekli olmayan çilekli gofret henüz üretilmemiş, beşinci tat icat edilmemişken. Rönesans'ta insanın kusursuz toplum kurabileceği hayali başlamıştı. Hümanizm ile birlikte ise insanın yüceliği eklendi bu hayale. Ve toplumun bu pembe hayallere uygun yeniden inşa süreci testere matkap çekiç sesleri arasında hâlâ hararetle sürüyor.

Gerçeğin alıcısı kalmadı. Hatta yalan söylemek eskisi kadar büyük bir suç da sayılmıyor artık.

Ezoterik açıdan bakıldığında yer yüzündeki cennet diye tabir edilen, İrem Şehri'ni yeniden inşa etme hayali olarak nitelendirilebilir bu süreç. İçinde yaşayanların her yönden mükemmel olduğu, muhteşem bir varoluş inşa etme hezeyanı, içinde çilek olmayan bir çilekli gofret gibi bizi bizden alıyor. Ama bu büyük hayalin de önünde insan doğası denen engel var. Şu an durduğumuz yerden baktığımızda bu engeli aşmak için yine insan doğasından yararlanılıyor gibi görünüyor. Hem de en karanlık taraflarından. Zaten geçmişe baktığımızda da bütün soykırımların insanlık bahçesindeki ayrık otlarını temizlemek gibi "iyi niyetli" bir eylem için yapıldığını görürüz. İçinde iyi niyete özdeş aromalarla tatlandırılmış ama içinde zerre iyi niyet olmayan eylemlerle dolu ilginç bir zamanda yaşıyoruz. Grimm Masalları, yalan ve hilelere karşı nasıl savunulacağına dair bir el kitabı niteliğindedir. "Meryem Ana'nın Çocuğu" adlı masalda evvel zaman içinde yaşamış fakir bir oduncunun küçük tatlı mı tatlı bir kızı vardır, adam o kadar yoksuldur ki kızına bakacak gücü yoktur.

Bir gün ormanda odun keserken bir mucize olur ve Meryem Ana karşısında belirir, "Sen kızını bana ver onu cennete götüreyim orada çok güzel bir şekilde yaşar" der ve kızı alıp cennete götürür. Sürur içinde geçen yıllardan sonra kız on dört yaşına geldiğinde Meryem Ana onu yanına çağırır ve der ki, "Sevgili çocuğum ben bir süre uzaklarda olacağım. Sana cennetin kapılarının anahtarlarını bırakıyorum, yalnız şu kapıyı sakın açma onun dışındaki bütün kapıları açabilirsin". Metafor olarak kız artık akil baliğ olmuştur ve ona verilen anahtarlar da iradesinin sembolüdür. İstediğini yapmaya iradesi yeten yaşa ulaşmıştır artık. Meryem Ana, anahtarları kızın eline verir ve gider. Kız artık yapmaması gereken bir iş ile baş başa kalmıştır. "Bin Bir Gece Masalların"da da yasaklı oda mevzu bahsi çok fazladır. Cennette de her ağacın meyvesi serbest ama sadece birininki yasaklıdır. Ve bu durum masumiyetin kaybı ile ilintili bir gerilim içerir. Yasaklı kapı, insanlığın varoluşsal problemlerinden biridir. Yasaklı odaya girmek ya da girmemek midir asıl mesele? İlk anda en önemli gerilim unsuru bu gibi görünse de asıl mesele bu değil, masumiyetin kaybından sonra yapılacak şeydir.

Dürüst davranıp hatayı kabul mü etmeli, gerçeği gizleyip yalana mı bürünmeli? Asıl mesele yalan söyleyip söylememektir. Gerçeği saklamak ya da saklamamak, işte bütün mesele. Meryem Ana cennete döndüğünde kıza sorar: "O kapıyı açtın mı?" Kız cevap verir: "Hayır açmadım." Ve işte insanlığın hikâyesi tam da orada, o yalanla başlar. Kız cennetten kovulur. Kendini gene biçare vaziyette ormanın ortasında yapayalnız bulur. Masal bu ya, prens kızı ormanda görüp âşık olur ve evlenirler. Kız hamile kalır. Doğum yaptığı gece Meryem Ana belirir başucunda, tekrar sorar ona, "O kapıyı açtın mı? Doğruyu söylemezsen çocuğunu alır götürürüm bir daha onu göremezsin." Kız, "Hayır" der, "Ben kapıyı açmadım.' Kız, itibarından ödün vermek istemez ve onu yalanla gerçeği örterek elinde tutmaya çalışır. Bu sahne kızın yaptığı her doğumda tekrarlanır. En sonunda çocuklar ortadan kayboldukça kızın yamyam olduğunda karar kılınır ve dev bir ateş yakılır.

O anda, çevresi ateşlerle sarılıyken kalbindeki kibir erir, içini bir pişmanlık duygusu kaplar, ölmeden önce gerçeği söylemek ister ve "Meryem Ana" diye seslenir göklere doğru, "Evet, ben o kapıyı açtım." Yaptığı şey kendiyle yüzleşmektir. Gerçeğin ortaya çıkışı ve kibrin yok oluşuyla hikâye sona erer. Kız çocuklarına tekrar kavuşur ve masal mutlu sonla biter. İnsanların başkalarına kendileriyle ilgili yalan söylemeleri insanlık kadar eskidir. Yalancılar her zaman var olmuş olsalar da yalan hiç bu kadar anlam çeşitliliği sergilememiş ve müşteri bulmamıştı. Bu yüzyılda bütün bunların yanında, çok daha karmaşık bir durum daha var. Bu asrın acayip hassasındandır ki insanlar elması elmas bildikleri hâlde camı ona tercih ederler. İşte bu da başka bir cihetidir yalan dolan çağının. Gerçeğin alıcısı kalmadı. Hatta yalan söylemek eskisi kadar büyük bir suç da sayılmıyor artık. Gerçekmiş değilmiş kimin umurunda? Burada gizli bir suç ortaklığı da söz konusu tabii. Elimizin altında doğala özdeş aromalı işe yarar bir yalan varken acı gerçeği kim ne yapsın ki?

Neyse ben gofretimi çöpe atıyorum, ama atmadan önce bir parça daha ısırmadan edemiyorum.