Yarınların sanatçısı: Hasan Nail Canat

Hasan Nail Canat.
Hasan Nail Canat.

İnsan, kişiliğini yüzünde taşır. Kalp, yüze yansır. Bir insanın dışa vurduğu duygularının gerçekliği yüzüne yansıyıp yansımadığından belli olur.

O yıl, Ankara İlahiyat’ta amcamın Şevki Saka hocayla paylaştığı odasında hıfz ile ilgileniyordum. Daha doğrusu amcam derse girdiği saatlerde ben ham sayfalara çalışıyordum, o geldiğinde okumamı veriyordum.

Yıl 1986, Yeniçağa defterini kapamış, hıfzımın devamı için Ankara’ya vasıl olmuştum. Odanın güzelliği şuydu. Rahmetli Şevki hocanın raflarında İslam mecmuasının sayıları sıralı bir şekilde diziliydi. Benim ezberlerimin arasına bu derginin giriyor olması doğaldı. O günlerde 13 yaş civarımda olduğuma, Ankara’nın keşfe açık dünyasını okumalarımla ilerlettiğime göre, Kavaklıdere Ses Sineması’nda “İnsanlar ve Soytarılar” oyununu izlemiş olmak hayatımın normal görünen en heyecanlı olayıydı. Esad Coşan Hoca ile gideceğimiz söylendiğinde bir karşılık olmadı bende. Çünkü Halil Necatioğlu’nu biliyordum ben. O gün amcamın Agah Hün simasına sahip bir dostunun Anadol aracıyla önce sohbete, ardından oyuna gittiğimizi hatırlıyorum. Esad hocanın tatlı sohbetine, kıtlama şekerle çay içen D. Mehmet Doğan ağabeyi zihnim iliştiriyor.

Kavaklıdere’ye geçtiğimizde ilk kez bir tiyatro izlemek için de olsa sinema ortamına girmiştim. Oyun belki de benim yaşıma göre çok zor bir konuyu işliyordu. O gün o sahnede gördüğüm isimler hafızamın bir parçası oldular. Barbaros Ceylan’ı ve bağlamasını, tüfek elde bir mücahid rolündeki Hasan Nail Canat’ı, Ortadoğu’nun bitimsiz savaşlarının aktörlerini rolüyle buluşturan Ulvi Alacakaptan’ı ve elbette Hüseyin Goncagül’ü unutmak zor. Çok sayıda isim vardı o oyunda ve ben onları Ankara’da tanımış oldum.

Yıllar sonra Düzce’de 90’ların ortalarına doğru bir kez daha sahnenin tozuna bulanmış o isimlerin çoğuyla karşılaştım. Kanal 900, Sen Nerdesin, Şeytan Üssü Haber Merkezi, Siyah Pelerinli Adam gibi pek çok oyunu İmam Hatip’teki dostlarımla izlemiştim. Özel radyoların boy verdiği o dönemde bu kez Hasan Nail Canat’ı konuk ettik. Muhabbetin demini ise rahmetli Latif Ezan’a borçluyduk. Hasan ağabeyle 70’lerdeki oyunlarından siyah beyaz fotoğrafları onun için çok kıymetliydi. Sonra yolum bir kez daha Ankara’ya düştü. Bu kez üniversite hazırlığı için Muradiye’yi seçmiştim. Dershanedeki arkadaşlar dergi çıkaralım dediklerinde destek olan rahmetli Akif İnan ağabeydi. Sendikadaki odasında ilk ve son şiirimi ona göstermiş, dergi akamete uğrasa da onun tahlillerini alabilmiştim. Dışkapı MGV Yurdu’nda kalıyordum. Hasan ağabey de Bana Mahşeri Anlat oyunu için gelmişti. Altındağ’daki oyun günlerinde üç gün boyunca yurttaki odamızda Hasan abiyle unutulmaz zamanlar geçirdik.

Üniversite için yolumu İstanbul’a düşürdüğümde kaçınılmaz olarak ayaklarım Altunizade’ye gitmişti. Düzce’den dostlarım Bilal Veli ve Murat Ak, Adım Sahnesi döneminde oyuncu kadrosundaydı. Tiyatro kursuna katılırken derdim oyuncu olmak değildi, itiraf edeyim. Biraz daha düşünsel arka plan adamıydım ve dertlerinin bir parçası olmak istedim. Ülkemiz tiyatrosunun aktığı nehirde değildi Hasan Nail Canat. O yeni bir yol açanlar arasındaydı. Ulvi ağabey de bu yeni yola gemileri yakarak gelmişti. Ülkenin kendi kültürel kodlarını, sahici bir anlayışla doğru noktaya taşıma derdindeydiler. Bu yol zorlu ve meşakkatliydi. Ana akımda yoktular. Bazen masalar birleştirilerek sahne yapılıyor, bazen de düğün salonları kiralanarak oyunlar oynanıyordu.

Hasan ağabey için yolun başlangıcı Kayseri idi. Fabrikada teknisyendi ama onun başka umutları vardı. Kıymetli ağabeyim rahmetli Mustafa Miyasoğlu ile bir grup arkadaş önce bir edebiyat muhiti oluşturuyorlar ardından herkes kendi alanına koşuyordu. Hareket dergisinde Hasan Nail Canat ismine rastlarsınız, sonra bir şiir kitabı çıkar, Yalnızlar Rıhtımı diye. Aslında zorlu yola girdiğini şiir kitabına seçtiği isimden de anlayabiliyordunuz. Bir Avuç Ateş oyunuyla sahneye çıktığımızda onun motive edici gücü gençlerde yeni bir heyecan oluşturuyordu. Altunizade Kültür Merkezi’nde provaları hizmetli odasında yapardı, çünkü her daim taze çay vardı ve onun damarlarından çay akardı.

Edebiyat Fakültesi’nin koridorları beni gazeteye çıkardığında izin istedim Hasan ağabeyden. Kültür sanat haberciliği yapacağımı öğrenince tek şart koştu. Tiyatroyu ihmal etmeyecektim. Etmedim. Evet. Sahneye çıkamadım ama her daim yanlarında oldum. Nerede bir genç sahne heyecanı duysa kendimi hep orada hissettim. Artık Hasan ağabeyle haber ve söyleşi dışında oyun izlerken görüşüyorduk. Bir gün telefon etti. Üstadı, çok sevdiği Necip Fazıl’a hürmetini ifade eden bir oyun yazdığını, benim de ekibinde olmamı istedi. İtiraz mümkün değildi. Aynalar Yolumu Kesti onu çok heyecanlandırmıştı. Ama asıl sürprizi saklamıştı. Oyunda sadece gençler vardı. Kendi elleriyle yaptığı ışık ve sesin idare edildiği bir kutusu vardı. Onun başında duracaktı. Biz oynarken bizi keyifle seyrediyor, sonunda da seyircinin müthiş talebiyle sahneye çıkarak Sakarya Türküsü’nü okuyordu.

O gün geldiğinde yine ses ve ışık ayarlarıyla ilgileniyordu. Üsküdar’da bir gemi sahne haline getirilmişti, ramazandı. Anı defterine ‘bu gece oldukça gizemli’ gibi bir şey yazmış. Sahnede ona plaket vermek için dönemin ulaştırma bakanı vardı, mikrofon Hasan abiye verildiğinde, ‘ben sözümü sahnede söyledim” dedi.

Gece ayrılış vakti gelmişti. Sarıldık hocamıza. Biz Harem’den otobüse binerken son kez tebessümüyle uğurlanmıştık. O uçakla gelecek, sabahleyin Samsun’da buluşacaktık.

11 oyuncusu otobüste birlikteydik ve yakaza halinde bir ses duyduk. Hasan abi vefat etmiş. O gece yoldan nasıl döndük, cenazeye nasıl yetiştik bir muamma. Onu Eyüpsultan’da Üstada komşu yerine dualarla uğurlarken hepimizin aklında aynı şey vardı: Bizden ayrılan sadece hocamız değildi, bir devir omuzladığı tüm heyecanlarıyla gitti Hasan abi.

Hasan Nail Canat yola çıkarken yalnız olduğunu biliyordu. İhtilal dönemlerinde sahne yasağı geldiğinde çocukları seven kalemi işlemiş, hatırı sayılır eserler yazmıştı. Onlardan biri de oynadığımız Bir Avuç Ateş’ti. Mesnevi’den Damlalar, Ha Hasan’a Ha Sana, Bana Mahşeri Anlat, Sakarya Türküsü bizim döneme denk gelen oyunlardı. Öncesi ise sanat alanında verilen büyük bir mücadelenin iz düşümleri. O bir bayrak taşıyıcısıydı. Alıcıları, önceden pozitivist anlayışla çizilen, köklerine, ülkesine yabancı bir çizgi içinde şekillendirilmişti. Canat, sınırları kaldırmış, ümmet bilinciyle ülkesinin her ferdine sanatıyla ulaşmaya gayret etmişti. Çok sayıda öğrencisi oldu. Önemli sanatçılarla aynı sahneyi paylaştı. TV’de, sinemada iz bıraktı. Sonra yine derviş hırkasıyla tebessüme bürünerek aramızdan ayrıldı. Çabasının bir karşılığı var mıydı? Elbette. Ezbere cümleler arasında kaybolup gidiyordur belki ama Türkiye’nin yarınlarını şekillendiren insanların örnek sanatçısıydı Hasan Nail Canat. Söz ırmağında akıyor. Karşılık bulduğu günler de gelecek. Her sanatçı biraz yalnızdır ama sözün çoğaldığı sahneler önce duygulara akar, ardından hayat ırmağı çağıldar.

Hasan Nail Canat’ın sarsılmaz bir inancı vardı. O inanç her kıtaya ulaşacak ve hamuru İslam’la yoğrulan anlayışı sadece bu toprakları değil, tüm dünyayı dolaşacak.