Yeni bir şehirde ilk adımların hatıralarla birleşen keşif yolculuğu

Yeni geldiğiniz bir şehrin içinde yeni duygular tomurcuklanır.
Yeni geldiğiniz bir şehrin içinde yeni duygular tomurcuklanır.

Şehirdeki ilk adımlar birer merhabadır. Şehri keşfetmek kendi içinizdeki girilmemiş sokakları da keşfetmeye dönüşür. Bu tanışma kendi içinize de bir projektör tutar. Bazen hiç aklınıza gelmeden bir hatıraya çıkıverir bir sokak.

İnsanlık tarihinin ilk diasporası Hz. Âdem'in dünyaya geliş süreciyle başlamıştır diye düşünürüm. Hz. Âdem zorunlu bir mekân değişikliği ile bir yönüyle dünyaya göç etmiş oldu. Yani içine doğduğu, var olduğu vatanı ilk olarak cennetti. Dolayısıyla dünya hayatı ise asıl vatandan uzakta bir mekân olarak gurbet oluverdi. Böylelikle dünya hayatındaki tüm çabalar asıl vatana dönme arzusu taşımaya başladı. Bana kalırsa insanlığın büyük hikâyesinin özeti bu: Gurbette olmak, bir mekâna tutunmaya çalışmak ve yer edinme isteği... Hepimiz kendi kişisel hikâyemizde kendimize ait olmayan, hatıralarımızın olmadığı, sokaklarında tanıdık yüzlerin dolaşmadığı bir şehrin içinde bir anda yaşamaya başlarız. Şehri onun hikâyesini bilmeden, tarihten, mimariden, mabetlerden oluşmuş olarak karşımızda hazır hâlde buluruz. Bu hazır bulmuşluk hâli üzerimizde bir baskı yapar. Ben buna mekânların ağırlığı diyorum. Mekânların ağırlığı diyerek anlatmak istediğim şey yapıların, yerlerin kütlesel ağırlıklarından ziyade onların bizim üzerimizde oluşturduğu hislerin toplamı olarak anlaşılabilir. Artık yeni bir şehirdesinizdir. Bu şehirde yürüdüğünüz sokaklar uzun süre üzerinizde bir baskı yapar. Sadece sokaklar değil apartmanlar, köşe başları, parklar, kaldırım taşlarının şekilleri, mağazaların vitrinleri, insanların durma ve yürüme biçimleri. Yemek yediğin bir lokantadaki bir kokuyu ilk defa duyumsaman. İnsanların kendi dillerinde afiyet olsun demeleri, teşekkür etmeleri. Hepsi... İlk zamanlar bunların hepsini en ufak ayrıntısına değin fark edersiniz.

Şehirdeki ilk adımlar birer merhabadır. Şehri keşfetmek kendi içinizdeki girilmemiş sokakları da keşfetmeye dönüşür. Bu tanışma kendi içinize de bir projektör tutar. Bazen hiç aklınıza gelmeden bir hatıraya çıkıverir bir sokak. Bu hatıra uzak veya yakın bir hatıra olabilir. Uzak hatıra diyerek anlatmaya çalıştığım tarihin bize öğrettiğidir. Yakın hatıra ise bizim kendi yaşamışlıklarımız. İlk zamanlar daha bir iz sürücü olursunuz. Bazen bir yemek kokusu alıp sizi annenizin kurduğu bir sofraya götürür. Bazen ise bir sokağın köşesindeki çeşmenin kitabesinde uzak bir hatıra tarih olarak karşınıza çıkıverir. Başka hatıralar da vardır tabi. Dilinizdeki kelimeler capcanlı bir hatıra olarak o dilde yaşamaya devam etmektedir. İşte bu gerçek bir tanıdıktır.

Bütün bunların yanında bir yerden bir yere giderken içinizde sürekli bir takip ediliyormuşsunuz hissi vardır. Mekânların ağırlığı çulunu üzerinize sermektedir çünkü. Yürüdüğünüz, geçip gittiğiniz sokakta kimse olmasa da bu durum pek değişmez. İçinizde hep bir yabansılık barındıran günlerdir bu günler. Yeni geldiğiniz bir şehrin içinde yeni duygular tomurcuklanır. Yeni yerler görmenin güzelliği ve heyecanına bu yabansılık duygusu bir hüzün eker. Kendinizi bir yabancı gibi gördüğünüz yeni şehrin sakinlerinin tutumuna göre kendini önce iyi ağırlanan ama her ne olursa olsun utangaç bir misafir gibi hissedersiniz. Sabahları şehrin sessizliği içinde ezan sesinin yükseldiğini duyarsanız misafirlik hissi biraz daha kendinizi evinizde hissetmeye doğru yön değiştirir. Mekânların üzerinizdeki baskısı aynı zamanda bir açık şuurluluk getirir zihninize. Önce binaların gözünüzün hizasındaki kısımlarına bakarsınız. Gözleriniz artık tanır buraları. Gözünüzün de bir hafızası olduğunu hatta şuuru olduğunu anlarsınız. Göz tanıdıkça açısını genişletir. Binaların, tarihi yapıların derinliklerine doğru yol alır. Bir evin girişindeki işlemelere, sokakların isimlerine, binaların çatılarına yapılmış heykellere, bir eski mezar taşına bakar durur. Bilmeden bir şeyi aramak gibidir bu. Bulmak için değildir bu arayış. Ama yine de kendinden bir iz bulduğunda sevinmeden edemez.

Hatıralarınızın olmadığı, onları oluşturduğunuz ve onlarla oluştuğunuz yeni bir şehirdeyseniz o şehir için tanıdık bir yüz değilsiniz. O şehrin yüzü de sizin için tanıdık değil.

Bazen de bir eski yapının suskunluğunun ağırlığı altında ezilirsiniz. Tarihin bir yerinde bizim hikâyemizle kesişen bir çeşmenin akmayan suyu, duvarlarına yaslanıp dinleseniz duyacakmış gibi olduğunuz tekbirlerin sessizliği, toprağa gömülmüş bir mezar taşı kitabesi sizin için büyük bir ağırlık olur altında ezildiğiniz. Hatıralarınızın olmadığı, onları oluşturduğunuz ve onlarla oluştuğunuz yeni bir şehirdeyseniz o şehir için tanıdık bir yüz değilsiniz. O şehrin yüzü de sizin için tanıdık değil. Gündüzü, gecesi, yağmurlu ve sıcak günleri henüz bildiğiniz bir hâl değil. Yeni bir şehirde sizi oraya ait hissettiren en önemli şey hatıralarınızın yavaş yavaş oluşmasıdır. Farkına varmadan oluşur hatıralar. Öyle ki bazen kötü bir anınız bile gülümseyerek andığınız bir hatıraya dönüşmüştür. Sizi ait hissettirir. Zaman hatıralar diye örtüyü serer geçmişinize. Hatıraların hatırı sayılır bir yeri olur hayatınızda artık. Hatıraların hatırı sayıldıkça siz şehrinizde mekân tutmaya başlamışsınız demektir. Fakat ne olursa olsun mekânların üzerindeki etkisi hemen kendini hissettirmekten vaz geçecek değildir.

Mekânların baskısı diyerek tanımlamaya çalıştığım bu duyguda alışkanlıkların hayatımıza kattığı rahatlık hissi yoktur. Söz gelimi kendi ülkenizde evinizden markete gitmek için çıktığınızda bunun üzerine, yürüdüğünüz sokakların, hangi köşeden dönüp hangi sokağa gireceğiniz üzerine düşünmezsiniz. Bu eyleminizde bir kendiliğindenlik vardır. Ama yeni yaşamaya başladığınız bir şehirde bunun üzerine düşünürsünüz. Kendinize bazı noktalar belirlersiniz. Kendinize çıkardığınız bazı rotalar vardır. Bu rotaları takip edersiniz. Tüm bu küçük şeyler sizi o şehrin bir parçası yapmaya yaklaştırdığı ölçüde bu küçük şeylere tutunmaya devam edersiniz. Akşam olmuş hava kararmış, işinizden çıkmış şehrin çarşısına doğru yürümektesinizdir belki. Artık şehri yavaş yavaş tanıyorsunuz. O da sizi tanıyor.

İvo Andriç'in meşhur romanında tasvir ettiği mağazalardan birine benzettiğiniz bir dükkânın çoktan kapanmış ahşap kepengine yaslanmış elindeki demir kutuyu içindeki paralarla şıngırdatan şu adamı da tanıyorsunuz artık. Kutusunun üzerinde "köpeğime yemek için" yazıyor. Köpeği de hemen yanında. Uysal ve sahibinin söylediğine ikna olmamız için size sevecenlikle bakıyor. Az ileride beyaz yüzlü yaşlı bir kadın elindeki ufak tefek takıları, renkli renkli hediyelikleri konuşmadan, sadece yüzünüze bakarak satmaya çalışıyor. Bu yaşlı kadını birkaç gün görmezseniz merak edersiniz. Şehrin bir yüzü o sizin için. Bazen göz göze geldiğinizde birbirinize gülümsüyor ve birbirinizi tanıdığınızı birbirinizle konuşmadan söylemiş oluyorsunuz. Böylece siz de bu şehrin bir parçası oluyorsunuz.

Sözgelimi o suyundan içtiğinizde bir daha bu şehre geleceksiniz inancı gibi bu şehrin bir parçası olmaya devam ediyorsunuz. Hayal kurabildiğiniz ve size uzak yakın hatıralarınıza giden yolda kolaylıklar tanıyan şehirleri daha çok seviyorsunuz. Sizi kendine buyur eden. Bir akşam ansızın bir pencereden dışarıya sızan ışığa dikkat kesiliveriyorsunuz. Evin kimi odaları karanlık kimi odaları aydınlık. Aydınlık odalardan birinde tül aralanmış, pencerenin önünde bir çiçek aşağıya doğru salınmış. Odanın içindeki bir resim ilginizi çekiyor. Durup hikâyesini dinlemek istiyorsunuz. Hayalinizde o evin kapısını tıklatıp sofranın bir köşesine oturuyorsunuz. Hiç çekinmeden sofradaki ekmeğe elinizi uzatıyorsunuz. İçinizdeki yabancılık duygusu ekmeğin bölünmesiyle ortadan ikiye bölünüyor, küçülüyor, kayboluyor.

Sofralarına eşlik ettiğiniz bu insanların arasında bir ses mutfaktan kulaklarınıza uzanıyor: "Kimmiş o gelen." Cevap hiç bekletilmeden veriliyor: "Tanrı misafiri." Artık siz o şehrin hikâyesine kendi hikâyenizi karıştırmış oluyorsunuz. Uzak yakın hikâyeler ve an iç içe geçiyor. İçinizde cennetten kovulmamış olmak gibi bir his memnun büyüyor...

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.