Yıllar sonra gelen haber: Tarık’ın sessiz vedası içimizi burktu

Aziz hatıralar, sırlanmış duruyor arzın üzerinde. Semaya yükseldikçe mekânsız ve dahi zamansız bir sıçrayış ile ruhumuza dolanıyor. On sekiz -belki daha fazla- yıl evvel… İzmir… Üniversite öğrencisiyiz.
Bizim tayfadan Hamza ve Tarık vardı. Ekmeği bölerdik. Tuza banardık. Fikirlerin yükünü paylaşırdık. Bazen kahvehanede küsüp, semt caminin şadırvanında karşılaşıp barışırdık. Birimizin bir şeyi kaybolsa diğerimiz Ayet el Kürsi’ler okur, kaybolan eşyayı bulurduk. Öyle sofralar kurardık hâsılı... Bazen de hayatı sözsüze alıp “Yansımalar” dinlerdik. Tarık en çok “Bêyhude”yi severdi. Nadiren de olsa “Sahilde çekirdek çitleyelim.” derdik. “Alsancak kalabalık oluyor.” “İnciraltı uzak.” “Karşıyaka pahalı.” gibi bahaneler bulurduk. “Biz en iyisi Bayraklı’ya gidelim. Hem genelde aileler geliyor oraya, sakin olur.” der Bayraklı sahilindeki çimlere giderdik.
Bizim sınıftan Firuze’ye âşıktı Tarık! Firuze de iyi kız ama Firuze’nin gönlüne yazılmamış Tarık. Karşılığı yok! Çok kızardı Tarık; Firuze’ye selam verene, soru sorana, yanından geçene, hatta aynı kaldırımda denk gelene!
“Ya Bâki Entel Bâki.” çekerdi Tarık. Sonra yine Firuze’yi anlatırdı: “Biliyorum! Aslında bende gönlü var ama çekiniyor. Kız da haklı! Bizde ayıptır böyle şeyler. Bak görürsün, okul bitsin ben evlenme teklifi edeyim, nasıl da razı olacak Firuze! Önce Umre’ye gideriz, sonra Bosna! Bakarsın Semerkand! Gül gibi yaşatacağım onu!” derdi gülerek.
Sonra… Geçti vakit. Okul bitti. Geceler, gündüzler... Aylar, mevsimler, yıllar geçti. On üç yıldan fazla olmuştu. Yaşanıyordu her şey. Plazalara, ofislere, fabrikalara, ticari fuarlara gidiyordum artık. Yollara düşmüş; arabalara, trenlere, hatta uçaklara binmeye başlamıştım lakin okuldaki bu ahbaplardan birkaç azılı temaşa hatıramızdan başka bir şey yoktu geride. Telefon numaralarımızı bile bilmiyorduk. Hamza kitaplar çıkarmıştı ve çeşitli kanallarda yayınlar yapıyordu. Bazen sosyal medyada rast geliyordum. Milyon takipçisi vardı. Maşallah. Tarık’tan haberim yoktu. Bir vakit bir ahbapla rast gelince Tarık’ın İstanbul’da çalıştığını, halen bekâr olduğunu; Firuze’nin de zengin bir Lübnanlı ile evlenip Dubai’ye yerleştiğini duymuştum. Tarık’ın telefon numarasını istedim ahbaptan, aradım, telefon kapalı. Birkaç ay sonra yine aradım, yine kapalı. Bir daha da aramadım.
Ta ki… Epey vakit sonra, bir cuma günü iş çıkışı eve giderken bizim sınıftan bir arkadaşımız aradı: “Tarık vardı ya bizim sınıfta... O ölmüş dün. Akşam işten çıkmışlar, eve bırakmış arkadaşları. Sabah işe gitmemiş. Aramışlar telefona cevap vermemiş. Eve gitmişler. Kapıyı çilingirle açmışlar. Tarık yalnız yaşıyormuş zaten, akşamdan ölmüş.”
Kırk yaşında Tarık. 30 Receb’i 1 Şaban’a bağlayan perşembenin cumaya kavuştuğu akşam, ölmüş. Allahualem. Haberi alınca Hamza’ya ulaşayım diye dertlendim. Hamza’nın sosyal medya hesabına baktım. O günün gündüzünde, yani henüz Tarık ölmeden birkaç saat evvel, Hamza bir yayın girmiş takipçilerine: “Her an ölebiliriz. Bir kalp krizi gelir, bir afat olur, ölürüz. Dünyanın gereksiz işlerini gözümüzde Allah gibi büyütüyoruz, çok hata ediyoruz!”
“Yansımalar” dinlerdi Tarık, “Bêyhude”yi severdi. Ya Bâki Entel Baki…
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.