Yine bi gün Nepal’deyiz

Yine bi gün Nepal'deyiz
Yine bi gün Nepal'deyiz

Bairahawa şehrindeki o bilge adamın Yunan felsefesinden, Bosna Savaşı’ndan ve hassaten Sezai karakoç’tan bahsedişi karşısındaki şaşkınlığımızı, bize, daldan dala atlayan ve onun bunun dondurmasına dadanan sokak maymunlarını, tapınak diplerinde demlenen Avrupalı hippileri, o çok sevdiğimiz Momo yemeğini anlatmaya yerim kalmadı yani öyle mi?

Her zaman her yerde söylerim, bir kez daha ifade edeyim; İHH’nın kişisel hikayemde çok özel bir yeri vardır. Test kolaycılığına sığınarak,

A) kilitlenmiş zihnimi açması hasebiyle

B) beni dünyaya dünyayı bana açması sebebiyle

C) uzakları yakın ettiği için

D) hepsi

diye en azından bazı gerekçelerimi kategorize etmiş olayım ve Diyarbakır’ın ‘D’sini işaretleyeyim de siz anlayın gerisini.

2007 yılıydı. İHH her yıl yaptığı kurban organizasyonu için beni Hindistan’a gönderme kararı almıştı ekip başı olarak. Hatırladığım kadarıyla Selim Şevkioğlu ve Yusuf Özkan Özburun ile birlikte gidecektim Hindistan’a. Tarık Tufan’la bir telefon görüşmesi yaptığımı hatırlıyorum. Tarık’ın ‘keşke birlikte gitmiş olsaydık’ temennisine, ‘bence olur, hatta neden olmasın’ demiştim. Benim de olurumu alan Tarık Bülent Yıldırım’ı aramış ve ‘Yusuf’la birlikte gitmek istiyorum, ya beni Hindistan’a verin ya da onu Nepal’e verin’ demiş. İsrail dışında pek öyle kimseye ‘hayır’ dememesi ile bilinen Bülent Abimiz’in de uygun görmesi ile Nepal hazırlıklarımız başlamıştı.

Üç kişiydik; Ben, Tarık ve Ersin Şahin…

İHH’nın malzemeleri, kişisel eşyalarımız ve Ersin’in fotoğraf makinaları, kameraları ve teknik alet edevatı… Katar/Doha aktarmalı uçtuk Katmandu’ya. Doha’da uçtuğumuz havayolunun misafiri olarak kaldığımız otelde ud eşliğinde canlı olarak söylenen Arap şarkılarını kendimize fon yaparak birçok şeyi konuştuğumuzu hatırlıyorum. İHH, Türkiye’nin durumu, Müslümanlar, daha evvelki yurt dışı tecrübelerimiz, Meksika Sınırı, siyaset üzerine bolca konuştuk desem geriye bir şey kalmamış zaten diyeceğinizi tahmin edebiliyorum.

Katmandu’ya indiğimizde dikkatimizi ilk çeken şey hayatın yavaşlığı olmuştu. Sabırsız olan bizdik, ‘bunlara ne oluyor’ diye bize bakanlar Nepallilerdi. Vize işlemlerimizin yavaşlığından dem vurup oflayıp puflamalarımızın fazla dikkat çekiyor olduğunu fark ettiğimizde sustuk. Pasaportumuzun sayfalarından birine gelişigüzel yapıştırılan bir kâğıdın üzerine vizemiz işlendi ve dışarıya çıktık. Yine bi gün Nepal'deyiz

O kadar özledim ki Nepal’i ve Nepal’deki arkadaşları çok uzun zaman oldu gibi geliyor şimdi bulunduğum zaman diliminden geriye doğru bakınca. Belki de bu yüzden hatırlamıyorum bizi karşılayan Zülfikar Ali miydi yoksa Nazrul Hasan mıydı? Bize nispeten ufak boylu, sakallı ve daima güler yüzlü arkadaşlarla birbirimize sanki birbirini epeydir görmemiş kardeşler gibi uzun uzun sarılışımız unutulur cinsten değildi doğrusu. Bir şeyi daha unutmuyorum; karşılaştığımız ilk dakikadan itibaren bize ‘sir’ çeken arkadaşlarımızı Tarık’ın ‘sir (sör) derseniz geri döneriz bak, biz kardeşiz kardeş!’ cümlesi ile ikaz edişini…

Akşam bizi bir Türk lokantasına götürdüler. Daha üzerimize görev yeleklerimizi giymediğimiz için çok sıcak karşılandık lokantada. Ama daha ikinci üçüncü sorudan sonra İHH’nın faaliyeti için geldiğimizi öğrenince bir haller olduydu amcalara. Oradaki Türk Okulunda görev yapan ve sanıyoruz İHH’nın ne demek olduğunu lokanta sahibi ve Türk Okulu Müdürü abisi kadar iyi bilmeyen Olcay isimli bir öğretmen bize telefonunu vermiş ve ne zaman bir ihtiyacımız olursa kendisini arayabileceğimizi söylemişti. Olcay öğretmen yanımızdan müsaade edip ayrıldı. O gün bugündür Olcay’a ulaşamadık biz, Olcay bize kapattı kendisini.

Başkent Katmandu’dan Biratnagar şehrine küçük uçaklarla Himalayaların üzerinden uçarak gidişimizi de hiç unutmuyorum. Uçak küçük, uçağın camında çatlaklar var, Ersin zaten zor sığmış uçağa bir de üstüne hostes hanımın kulak pamuğu ikramı gelince Tarık’ın o biz arkadaşlarınca çok bildik paniği hala gözlerimin önünde.

Biratnagar’da Upondra Ray adlı bir Hindu şoförümüz vardı artık. Korna basmadığında arabanın gitmeyeceğini düşünen bir şoför. El kornada, göz yolda, kulak bizde, sol kol pencerede, ayak gaz pedalında kalacağımız eve vardık.

Çok şey oldu bu evde. Siyah çay istediğimizi bir türlü anlatamadığımız için daima sütlü çay ikram ettiler. İçemediğimiz için ayıp olur diye düşündüğümüzden odada kimse kalmadığında lavaboya döktüğümüz sütlü çayların bahçede açıktaki bir oluktan herkesin gözü önünde akıp gitmekte olduğunu fark ettiğimizde artık her şey için çok geçti. Hani yağıydı, baharatıydı, otuydu başka bir şey ile temas etmeyeceği için bizim açımızdan en güzel yiyecek olan haşlanmış yumurta isteğimizi dile getirdiğimizde kahvaltıda adam başı on kadar yumurta konuldu önümüze. Yumurta tokuşturmayı öğrettik ev sahiplerimize. Bizim usulle pilavı özleyince bi koşu bakkaldan tereyağı alıp pilav bile pişirdik düşünün artık.

Bana ayrılan sayfa doluyor gibi artık. Tarık’ın ‘bu da gelir bu da geçer’ türküsünü söylememizi ‘Buda ile ilişkilendirirler adamlar yanlış anlarlar’ gerekçesi ile engellemeye çalıştığını, Buda’nın doğduğu Lumbini Köyü’nde anarşist bir eylemin tam orta yerine düşüp pazarlıklarla ellerinden kurtuluşumuzu, yoldan çevirdiğimiz koskoca bir otobüsü uçağa yetişebilmek için gerisin geri çevirip içine dört kişi ile apar topar bindikten sonra ardımızdan koşturan Japon turistleri de tuttuğumuz otobüse alışımızı, uçağımız kaçmasın diye katlandığımız onca telaşeyi başarı ile atlattıktan sonra uçağın saati belirsiz rötarına tanık olduğumuzu, Bairahawa şehrindeki o bilge adamın Yunan felsefesinden, Bosna Savaşı’ndan ve hassaten Sezai Karakoç’tan bahsedişi karşısındaki şaşkınlığımızı, Guski’nin bir köyünde Enver Paşa’nın ideallerini anlatmaya çalışan turizmciyi, daldan dala atlayan ve onun bunun dondurmasına dadanan sokak maymunlarını, tapınak diplerinde demlenen Avrupalı hippileri, o çok sevdiğimiz Momo yemeğini anlatmaya yerim kalmadı yani öyle mi? Varsın öyle olsun.

Kurbanlarımız kesilmiş, görüşmelerimiz yapılmış, emanetler yerine ulaşmış, Bir ilk olacak olan Nepalce Kur’an-ı Kerim’in bastırılması işi ile finali yapmıştık. Artık veda etme zamanımız gelmişti. Nepal’in o meşhur hançerlerinden ve paşminalarından hediye etmişlerdi bize. Ve nihayet o en son ana ulaşmıştık işte. Zülfikar Ali ile son kez sarıldık birbirimize. Ersin ‘tekrar görüşürüz inşaallah’ dediğinde ‘cennette inşaallah’ diye cevap verirken Zülfikar Ali’nin bakır teninden dökülen gözyaşları o gün bugündür hiçbirimizin aklından çıkmıyor, çıkmayacak ta…

Şimdi kütüphanemizin bir köşesinde İHH’nın bastırdığı Nepalce Kur’an-ı Kerim duruyor da ara sıra göz göze gelip bütün bunları hatırlıyorum.

Kim bilir belki bir gün yine yolumuz düşer de ‘Yine bir gün Nepal’deyiz’ cümlesini kurabiliriz hep birlikte. Ne dersiniz Tarık, Ersin Beyler?

Peki ya Bülent Abi sen ne dersin bu işe?