Yusuf Atılgan: Aylak adam

Yusuf Atılgan.
Yusuf Atılgan.

Aylak Adam’ın C.’si, bir bilinmeyendir. İsmi, bir harf kadar tanıdık ama aynı zamanda üzeri şehrin gürültüsünden örülmüş sıkıntılı sislerle de kapalıdır. Sis, bir şeyleri gösterirken ardında birçok şeyi de saklayan bir dağ, bir kasvet saldırısı değil midir? Kahraman, modern bir şehir insanıdır.

Kulak arkasındaki kir

Aylak Adam’ın ana kahramanı C., titiz ve aslında varlığının en derin noktalarında yalnız bir insandır. Bu titizliğinin ardında, hayata sadece kendi penceresinden bakan bir dikkat ve kasıtlı bir daraltılmışlık yer alır. Romanın çoklu anlatısı da bunda şüphesiz etkilidir. Bu yüzden onu diğer romanlardaki kahramanlardan ayıran birçok özellik ortaya çıkar: Öncelikle sadece kendi için daraltılmış bir kast-ı mahsusa ile hayata bakar. Rafine bir hayatı vardır. Çevresini ressamlar, entelektüeller kuşatmış olsa da o, aşkı arayan, kalabalıkların içinde uyumsuz bir yalnızdır. Paraya ihtiyacı yoktur. Bir miras sahibi olmasının imkânını kullanır. Çalışmak zorunda olmadan, bir iş sahibi olmadan yaşayan modern bir aylaktır. Bir homo-ludens’e, oyun oynayan insana benzer. Onu mevsimlik gezgin işçi kesimlerinden ayıran yön işte burda karşımıza çıkar. Bir Amerikan Hobo’sundan onu ayıran temel özellik budur. Züppe yahut Dandy ya da Snob da değildir. Sadece kendi ahlak kaideleri ön plandadır. Sıradan halk kitlelerinden olmak istemez. Ayrıdır onlardan. Onlar gibi yılışık bir yaşanmışlığa teşne değildir, olmak istemez de. Yaşadığı dünyada istediğini, istediği şekilde seçendir, yani maruz kalmak istemeyendir. Bunu hayat kadar gerçek, kurmaca gibi yalan olan kurgunun kuruluşundan anlarız.

C., bir bilinmeyendir. İsmi, bir harf kadar tanıdık ama aynı zamanda üzeri şehrin gürültüsünden örülmüş sıkıntılı sislerle de kapalıdır. Sis, bir şeyleri gösterirken ardında birçok şeyi de saklayan bir dağ, bir kasvet saldırısı değil midir? Kahraman, modern bir şehir insanıdır. Varlığı sokaklarda anlam kazanan, kalabalıklar içinde yalnız, kalabalıklardan tiksinmekle birlikte ona muhtaç bir tezatlar abidesi… Kimliği hiçbir zaman aydınlanmaz. Bu belirsizlik, kahramanların harflerin ardına saklanmasıyla çok da ilgili olmasa gerek. 1959 yılında yayımlanan, bir geleneği olmadan ve bir anda edebiyat dünyasının ortasına düşen bu roman, aylaklığa övgü de değildir. Olsa olsa belli bir saati olmayan pimsiz bir bomba!

“İnsanların düzeninde bütün ayrıntılar önemlidir.” Romanda da. C., Dolmabahçe’deki tramvay durağında, aradığı o meçhul kadın B.’nin yüzü ona doğru dönük olmasına rağmen onun aklı fikri önündeki adamın kulağının ardındaki kirdedir. Kendi tuhaf dünyasında bir anlamı vardır onun. Yabancı gözler onun gibi bir öncelik-sonralık sırası yapmazlar ve hatta ders kitaplarında onun önemi vurgulanmaz. Ama o kir, hem de herkesin göremeyeceği bir detay, aylak adamın evreninde anlamlıdır. Modern şehrin “kaldırımlarından taşan kalabalıkta”, “içindeki sıkıntı”yla koca bir göz gibi çevresini seyreder ve zaman zaman onları kendi körlüğü içinde “dikizler”. D. Vertov’un “kameralı adamına” benzer bu yönüyle. Kahraman, gördüklerini bir film şeridinin akışıyla sıralar. Mutlak bir disiplinden ziyade, bir sinema montaj tekniği taklit edilerek görseller üst üste bindirilir sanki. Aylak adam, bir kamera taşıyan adam gibi o tuhaf kir detayı üzerinde düşünür. Ondan gözünü alamaz. Kulağın ardındaki kirin biçimi onu müthiş ilgilendirir. O niçin ordadır? Onun varlığı, üzerinde ona anlamla bakan bir C. dikkatine muhtaçtır. O kirin ortaya çıkmasının muhtemel sebeplerini dillendirmez. Anlaşılan o ki bir aristokratın kiri değildir o. Sıradan bir insanın, bir meçhulun, belki de o görünmeyecek olan bir karanlığın işareti… Anlamı da ona sahip olan kişiyle ilgisiz… Çünkü aylak adam bu kiri, sonunda “Matisse’in bir desenine benzetir”. İçi rahatlar. Aslında o, belki de bir bakımsızlığın, bir sefaletin, bir sıradan insan trajedisinin anıtıdır. O anıtları görmek içinse başka bir göz, başka bir bilinç gereklidir.

Sinemadan çıkmış insan

Sinefil için sinema, bir “imge kuluçka”sıdır. Dış dünyadan uzak, dertlerin düşüncelerin bir süre dışarda bırakıldığı bir iç-evren. Onu gerçek dünyadan ayıran güç, dışarının aydınlığını perdeye yansıtması değildir aslında. Karanlıkta, şehrin gürültüsünden uzakta yuvalanan bir ışıklı gözdür o. Işıklar kapatıldığında koca perde, aydınlıklarını saça döke bir göz gibi görür ve gösterir her şeyi. Dışarıda saklanan arzular, karanlığın hükümranlığında bir anda canlanıverir. Dış dünyanın kuralları, sinema salonlarında sesini kısar. Orası aylaklığın olmazsa olmazı olan “seyretmenin hazzına” ulaşılabilecek biricik yerlerdendir. Kuytu köşelerde durup fark edilmeden ince ayrıntılar üzerinde durmak, onların anlamlarını didiklerken başka gözlerin tarizinden de uzakta bambaşka ve bireysel bir saray kurmak gibidir. Bu sarayın ömrü ise filmin sonuna kadardır. Asla kalıcı, temelli bir dünya olarak karşımıza çıkmaz. Bir fantazma ormanıdır orası. Ordan macera ve ışık ulaşır seyirciye. Karanlıkta perdeye bakan gözlere yakından bakın, saydam bir evren orda bizim için yansır durur. Hayat gibi kımıl kımıldır.

Aylak adam- tıpkı Yusuf Atılgan gibi- sinemaya farklı anlamlar yükler. O mucizenin içine giren insan, ondan yeni anlamlarla dış dünyaya çıkar. Geçmiş yüzyıllarda bazen akşam çöktüğünde de sergilenen tiyatro oyunlarının aksine sinema, teknolojinin de kanatlarıyla daha derinden kavrar dünyayı. Bir imge kuluçkası olarak sürekli yeni imgeler üretir. Onlarla iletişim kurar, ima eder, çarpıtır. Bunların mutlak muhatabı olan insan, yani “sinemadan çıkmış insan”, daha kısa ömürlü bir yaratıktır ve asla benzeri de yoktur. Gördüğü film ona tesir eder, deşer onun dünyasını. Modern insanı, kendi çıkarını her şeyin üzerinde kabul eden o bencil varlığı, diğer hayatlarla da eşitler. İmge yüklü bir şekilde sinemadan çıkan insan dış dünyanın gerçeğine çarpar ve bir anda erir. O aslında gerçeğin, yani sinemadan çıkmayanların asık yüzlerinde, kayıtsızlıklarında, sinsi yürüyüşlerinde erir gider. Aylak adam; insanları, o üstü kanunlar, yönetmelikler, kurallarla çizilmiş olan insanları kurtarmak ister. Sinemaya onun gibi anlamlar yüklemeyen bu düz, sıkıcı, tuhaf ve yalancı insanları kurtarmak ister. Bunun reçetesi ise kocaman sinemalar yapma fikridir. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sinemalara soktuğunda, orada iyi filmler gördüklerinde o vurdumduymazlıklar, aymazlıklar ve üzerlerine yapışan bütün olumsuzluklardan uzaklaşacaklardır. Bu fikir onun iç dünyasında döner dolaşır ta ki gerçeğin keskin tarafına çarpana kadar, yani kafasından geçene gülene kadar…

Ku-ya-ra ve A-da-ka Kompleksleri

Aylak adam, bütün çağların trajedisini, Ayşe’nin günlüğünde yazdığı şu iki komplekste, “Ku-ya-ra”, ‘kumda yatma rahatlığı’ ve “A-da-ko”, ‘ağaç dalı kompleksi’nde bulur. Romanın “Yaz” bölümünde, C. ve Ayşe’nin tatilde tekrar buluştukları sahilde yaşadıklarından sonra böyle bir ayrıma rastlarız. C., bu iki kompleksin farkını onların kendi düşüncesindeki anlamlarını somutlayarak açıklar.

Ku-ya-ra, “alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır”. Örneğin düşünmeden uyuyuvermektir. Biteviye geçen günlerin kolaylığıdır. A-da-ko ise ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimine benzer. Öteye uzamak, ağaç gövdesinin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçış, özgürlüğe susamışlıktır. Bir genç hastalığıdır. Bu kompleksin sahibi erkektir. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona. Bilinçli bir sürgündür o. Dünyada asla bir yer ve yurt aramaz. Kendini var eden kökenden, bir babadan türeyen bir dal olmak istemeyendir o. Baba, yok edilmesi gereken, varlığı ve yaptıklarıyla utanılan bir suçludur. Bastırılandır. Yabancılaşılan geçmiş, köksüzlükle yaşamak istenilen bir organsız beden gibidir. Özgürlüğü arayan ama asla bulamayandır.

Ku-ya-ra ise dişidir. Romanın ilk bölümlerinde “eli paketli olma hali”, yani sıradan insanların hayatı yaşama biçimidir. Sıcak bir yuva arayan, sahiplenilmek isteyen dişidir ve eve eli paketlerle gelen bir eş arayandır. Sabittir o, sıradan bir insanın özelliklerine, iç dünyasına sahiptir.

Roman, yaşanan dünyada sevgiyi aramayı anlatır. Arayış romanın sonunda karamsarlığa evrilir. C. susar ve konuşmanın gereksizliğini derinden kavrar. Bundan sonra kimseye aradığı sevgiden söz etmez. Artık gerçeği, onu anlamayacaklarını bilmektedir.