Ziyan olmak mümkünken

Çok güzel yürürdü. Çok güzel yürümek de nedir? Ağır, salınımlı, kendinden emin, dünyanın telaşlarını adımlarında eritmiş güzel bir geyik gibi yürürdü.
Çok güzel yürürdü. Çok güzel yürümek de nedir? Ağır, salınımlı, kendinden emin, dünyanın telaşlarını adımlarında eritmiş güzel bir geyik gibi yürürdü.

Biz kim miyiz? "Üzgün ve öfkeliyken kendimden biz diye söz ederim" diyeyim. Diyeyim ki biz bir avuç kelimenin dünyaya saldığı melankolik hayvanlarız. Kar yağıyor diye âşık olan, soğuk havalarda kalbini kendine söylediği yalanlarla ısıtan, şiirlerin hayatını yaşamak için yaşadığını sanan, mukadderat hazretlerine bunu arz etmekle mevsimleri tüketen ve şarkılara nakarat olanlarız. Biz bir avuç kelimenin dünyaya saldığı melankolik hayvanlarız.

  • Benim şiirlerde çizdiğim resim
  • Sen miydin hiç görmemiş gibiyim.
  • Bu pastel renkler, bu siyah fon
  • Aslında var mıydı, hiç bilmiyorum.
  • O evler bu kadar geri planda mıydı
  • Işıkları olmasa da gecede
  • Bir siyahın ortasından damlamış yeşil.
  • Çekmez miydi bakışları hiç bilmiyorum.
  • Sen onları çizerken ben
  • Neredeydim, olmamış gibiyim hiç.
  • Perspektif / Behçet Necatigil

ROMANS

Çok çok güzel giyinirdi. Ne giyse yakışırdı. Kırmızı deri montu sokaklarımızı ateşe verirdi. Soğuk sokaklarda yanardık. Biz önce o güzelim elbiselere yenilirdik. "Bizi sevmez abi" derdik. Sevmedi de.

Biz kim miyiz? "Üzgün ve öfkeliyken kendimden biz diye söz ederim" diyeyim. Diyeyim ki biz bir avuç kelimenin dünyaya saldığı melankolik hayvanlarız. Kar yağıyor diye âşık olan, soğuk havalarda kalbini kendine söylediği yalanlarla ısıtan, şiirlerin hayatını yaşamak için yaşadığını sanan, mukadderat hazretlerine bunu arz etmekle mevsimleri tüketen ve şarkılara nakarat olanlarız.

Çok güzel yürürdü. Çok güzel yürümek de nedir? Ağır, salınımlı, kendinden emin, dünyanın telaşlarını adımlarında eritmiş güzel bir geyik gibi yürürdü. Caddeler onunla güzelleşir, kafeler ısınır, ellerimiz bilmediğimiz bir üşümeyle üşürdü. Gökyüzü daha mavi, güneş daha sarı, şarkılar onunla güzeldi. O yürürken sesler azalır, dünya tüm yüklerinden kurtulur, renkler sevinçle çağıldardı. Gözlerimiz güzelleşirdi. Dünyanın bütün aşklarının ön sözüydü yürüyüşü.

Çok güzel susardı. Her şeye küsmüş gibi, ama değil. Hiçbir şeyi umursamıyor gibi, ama değil. "Ben bunlardan uzağım, odama aidim, aksesuarlarıma" der gibi, ama değil. "Konuşarak değil susarak da dökerim güzelliğimi" der gibi, ama değil. Sustuğunda bir çift göz kahvelerimizi soğutur, "Dünyada ne işimiz var?" derdik.

Çok güzel gülümserdi. Gülümsediğinde kuzey buz denizleri erir, bütün çocuklar teneffüs zilini duymuşçasına bahçeye koşar, koca bir üzüm salkımı avuçlarımızda parlar, gülümseyişindeki az buçuk hüzün içimizde koşturan atların yardımıyla silinir, güneyden gelen hayallerle kış pencerelerimiz buğulanırdı. Beethoven'in piyano sonatı Pathetique'ti gülümseyişi: Hüzne son veren ritimle ritmi aksatan hüznün o sonattaki güzel karışımıydı. Aşkın dünyayı sevmek olduğunu anlardık.

Çok güzel sesliydi. Sesi, kıyıda salınan sandalın kendini denize bırakmasıydı. Közden alınan kestanelerdi. Tepeyi aşınca gölün rüya gibi parlaması, içimize güneşler doldurmasıydı. Kar gibi bir kuzu yavrusunun çenesini öpmekti sesi. İlhan İrem'in "Hangi üzüm daha tatlı, daha buruk sevgimizden?" dizesiydi.

Çok güzeldi saçları. Dünyanın en sarı, dünyanın en güzel, dünyanın en parlak, dünyanın en kalp çarpıntılarıyla dolu saçlarıydı. Türk şiirinin yarısı onun saçlarını anlatmıştı sanki. O puslu, o bezgin, o kasvet yüklü sonbaharları, kışları dindiren onun sarı saçlarıydı. Biz onun saçlarına bakarken güzellik karşısında ne yapmamız gerektiğini bilemez, boğazımızda düğüm, gözlerimiz hüzünle dolu ve adımlarımız kekeleyerek sürgüne yollanırdık ondan uzağa, güzellikten uzağa.

Yılların ismiydi o. Geçmiş ve gelecek zamanların, zamanın, şiirlerin, filmlerin, şarkıların, kitapların, yalnızlıkların, "Oortasında kalbimiiiin!", dünyanın öbür ucunda bir yerin...

SAAT KULESİ

Eski sokakların, eski evlerin, birazı eski insanların, artık pek kullanılmayan oluklu kırmızı kiremitlerin, mutlaka birkaç yüz yıllık taşları hâlâ sağlam camilerin, yol kenarında birden görülüveren kavak ağaçlarının, selvilerin, bağların, arkların, çay ocaklarının, bahçeleri viran olmuş medrese kalıntılarının, yalağı çöple dolu susuz çeşmenin, aktar dükkânlarının, camiden öteye uzanan yüksek duvarların, bütün yolu yüklenmiş gibi uzayan yorgun kamyonların, mahalle fırınından yayılan o mübarek ekmek kokusunun, her yere sinen iftar sevinçlerinin, tahta kapılara çıkan yorgun taş basamakların, maviliğine grilik bulaşmış gökyüzünün, gökyüzünde yağmuru haber verircesine dönüp dolaşan kırlangıçların, üşütmese de varlığını hissettiren mart rüzgârlarının, radyodan odalara yayılan türkülerin, yanımızdan geçen beyaz minibüslerin, yolda leke gibi çoğalan yama izlerinin, yanından trenler geçtiği için sarsılan gariban evlerin, merdivenlerin, merdivenlerin, merdivenlerin, o evlerden birinin duvarında kutusunda yaşamını sürdüren Serkisof saatin, o saatin zamanı yumuşatan tik-tak'larının, sedirdeki örtünün desenlerinin, kapı önündeki anne paspasının, kapıların açılmasının, kapıların kapanmasının, ayakkabıların bırakılmasının, küllükteki izmarit kokularının, gözlerinin kahverengi aydınlığından düşen zamanın ve zamansızlığın, perdeleri parçalayan ikindi güneşlerinin, sobanın üstünde fokurdayan çaydanlığın canım müziğinin, odalardaki temiz ev içi kokularının, yeşil elektrik direklerine düşen ilk yağmur damlasının, o damlanın sanki sesinin, bahçede, rüzgâra dayanamayıp devrilen kovanın odaya gelen seslerinin, çocuğunu eve çağıran kadının mahalleyi çınlatan sesinin, kapanan sokak kapısının, karıştırılan çaylardan yükselen huzur dolu seslerin, yorgun nefeslerin, fakir solukların, duvardaki Serkisof saatin camının birden çatlamasının, saatin durmasının, duran saatten bize düşen zamansızlığın, hayretimizin, birden gözlerimizin şaşkın buluşmasının, kahverengi hırkamı giyip sokağa çıkmamın, kapüşonlu siyah montunu giyip ardım sıra gelişinin, birbirine kavuşan ellerimizin, neden ve nereye yürüdüğümüzü bilmenin, bilmemenin, yolumuza dökülen altın sarısı yaprakların, yapraklarının, yapraklarımızın, saçlarındaki akrebin, yelkovanın, tozun, hükümet konağının karşısındaki saat kulesinin yanından geçişimizin, soğukkanlılıkla baktığımız kulenin donup kalmış akrebinin, yelkovanın, biz yürüdükçe yılların geriye doğru akmasının, levhalarda eriyip gitmesi yılların, zamanla silinip durması 2021'in, 2020'nin, 2019'un, 2018'in, 2017'in, 2016, 2015, 2014, 2013, 2012, 2011, 2010, 2009, 2008, 2007, 2006, 2005, 2004, 2003'ün... 30 Eylül 2002 Pazartesi'ye kadar gitmemizin, ayak seslerinin, seslerimizin, yeryüzü bizi sevinçle bağrına basarken ısınan gözbebeklerimizin, her şeyin birbirine seni göstermesinin, sonsuzluğumuzun, o eylül ikindisinde bulunmamızın güzelliğinin, omuzlarına dökülen güzelim saçlarının, ince uzun parmaklarındaki güzel sessizliklerin, senin her an yeniden yaratılışının, her cümlemin arkasında çırpınan ömrünün, ömrümün, ömrümüzün, kalbime dokunuşlarının, kalbinin kalbimin içinde çarpmasının, seni sonsuz sevip, elimizden daha fazlası gelmeyeceği için, "dokunursak" eksik olacağın için, sevmenin takvim yapraklarını yakan ateşlerine kapılıp, büyük bir hayat uzakta gemiler gibiyken, geri çekilişimizin.