" Can Şehri"nin Hüma'sı

“Can Şehri”nin
Hümâ’sı-Mevlana
“Can Şehri”nin Hümâ’sı-Mevlana

Şehir yazılarıyla tanınan Derin Tarih dergisi Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Armağan’ın kaleminden Konya’yı ve “şehir yüzlü insan” Mevlânâ’yı okumaya var mısınız?

Aşkın yediyüz kanadı vardır ve

onlardan her biri göğün en yükseğinden

yerin en derinine kadar uzanır.

Mevlânâ

“İnsan”, der Niyazi-i Mısrî, “önünden her şey geçen bir ayna gibidir.”1 Bu cümlenin hemen bir önceki sayfasında ise insanı “büyük bir kitab”a benzetmesinden de anlıyoruz ki, 17. asrın bu kaba kacağa sığmayan ruhu, Eflatun'dan sudur eden bir insan-şehir istiaresi geleneğinin içerisinde konumlandırmaktadır kendisini. Haklıdır da. Özellikle bütün bir tasavvufî edebiyat (literatür), Muhammed İkbal'e kadar bu derin topos'un rengarenk yankıları ile doludur. İkbal'in, Tebriz'in toprağından gözlerine sürme çektiği demleri hasretle hatırlayan şair Sâib-i Tebrizî'den aktardığı mısrada geçen “sevâd” kelimesinin hem sürmenin siyahlığı, hem de bizzat şehir demek olduğunu öğrendiğimizde2 topos'un gücü, doruğa tırmanıyor. Topraktan çıkan sürme, şehrin boyasıdır ve onun boyasına boyanan kişi, aynı zamanda yüzünü şehriyle kaplıyor demektir. Şehrin bir maske gibi insanın yüzünü kapladığına dair bu ilginç şehir-insan özdeşliği yorumu, Niyazi-i Mısrî'nin ilk cümlesini yeniden düşündüğümüzde daha kalın bir anlam katmanı oluşturur. Şöyle ki: Mısrî'nin cümlesindeki “her şey” ifadesini, o her şeyin içerisine dahil olanlardan “şehir”le değiştirirsek, cümleyi şu şekilde yeniden yazabiliriz:

“İnsan önünden şehirler geçen bir ayna gibidir.”

İnsan yüzlerinde şehirleri seyretmek… Göz bebeklerindeki siyahlıktan iç âleme açılan o labirentin duvarlarına yapışmış olan şehir posterleri, sufiler için paha biçilmez birer hazine olmuş ve şehirler ile iç dünya saltanatına giden yollar üzerine namütenahi eserleri, asırların hafıza kazanı içerisine hiç bıkmadan fırlatmayı neredeyse itiyad edinmişlerdir.

Demek ki, son kitabım İnsan Yüzlü Şehirler'in başlığını tek yönlü değil, çift yönlü,yani Şehir Yüzlü İnsanlar gibi bir simetrik unsurla birlikte düşünmek gerekmektedir.

Konya ve Mevlânâ

İşte bu “şehir yüzlü insanlar”dan birisi de, Mevlânâ'dır. Mevlânâ'nın yüzüne bakan kişinin Konya'yı, asırlar sonra bile olsa Konya'ya bakan kişinin de Mevlânâ'yı görür gibi olmasının hikmeti burada yatar çünkü.

Şehirler hakkında yazmaya başlamadan evvel mutlaka tavaf ettiğim Beş Şehir'in yaprakları arasından sızan Mevlânâ ve Konya portresinin bana bu defa çok cılız bir ışık salgılamasının altında acaba Niyazi-i Mısrî'nin içime doğru yolladığı bu obüs güllesinin etkisi olabilir mi? Tam olarak emin değilim bundan. Ne var ki, bazen tam olarak aradığımız bağlantı ağının başka zihinlerde arzu ettiğimiz miktarda kurulmadığı anlar da nadirattan değildir. Tanpınar'ın resminden sanki işsiz kalmış bir Mevlânâ zuhur eder. Avare avare dolaşır durur satırlar boyunca. Bazen coşacak gibi olursa da, bu defa Şems-i Tebrizî'nin katı gölgesi hemen karşısına dikiliverir ve onu susturur.

Gariptir, Beş Şehir'in yaklaşık 35 sayfa tutan “Konya” bölümünün ancak 20. sayfasında sıra Mevlânâ'ya gelir. Sözün gelişi “gelir” dedim, zira bu ilk sayfalarda anlatılan, daha ziyade Şems'dir. Besbelli Tanpınar'ın sanatkâr ruhu, Şems'i daha müphem ve esrarengiz bulmuştur. Bu “fakir”, bu “seyyah derviş” yazarımızın ruh menfezlerini düğümlemiştir. Onun mıknatıs gibi bir çekiciliği olduğunu söyler ki, bu cazibeye kendisinin de kapıldığının örtük bir dışavurumudur bu cümle. Az, belki de hiç konuşmayan, sadece varlığı, bakışları ve sükûtu ile etrafını dolduran Şems'in etrafına adından ölümüne kadar kesif bir sır ve muamma perdesi örülüdür. “Her şey bizim için onun çehresini karanlığın tâ kendisi olan sırlı bir aydınlık yapar.”3 İlginçtir, Tanpınar da “ayna” mecazına ulaşır burada. Ama bu ayna, Konya değil, Şems'dir. Tıpkı Mevlânâ'nın Şems'den sonraki dostu olan Selahaddin Zerkûbî'nin dediği gibi, Şems'in de kendi büyüklüğünü seyretsin diye Mevlânâ için bir ayna vazifesi gördüğünü söyler.

Burada laf nihayet Mevlânâ'nın semtine uğramıştır. Mevlânâ bir şairdir, hatta Doğu'nun en büyük şairlerinden biridir. O, Şark'ın Dante'sidir. Divân-ı Kebir, Tanpınar'a göre, “insan talihinin şartlarını bir türlü kabul edemeyen ihtiyar Asya'nın ebedîlik iştiyakıdır”. Onun dünyası, hareketli bir dünyadır vs… Fakat Mevlânâ hakkında mütalaa serd etmekten sıra Konya'ya gelmek bilmez zannederken Tanpınar'ın cümle saltanatı, görkemli bir geçit resmine bitişir. Mevlânâ'nın işlevini, her türlü felaketin harap ettiği Anadolu üzerinde bir bahar rüzgârı estirmesinde yakalar. Dışından yıkılan insanı, içine inerek yeniden doğurtan bu “ses”, bir tür logos spermatikos'a bürünür Beş Şehir'de.

Bu noktada bir parlama bekler okur. Fakat nafile. Tanpınar, nedense Mevlânâ-Konya ilişkisi üzerine konuşmamaya yemin etmiş gibidir. Sözü, Şems'den sonra Yunus Emre'ye getirir ve onu Mevlânâ ile kıyaslamaya başlar. Mevlânâ'nın dünyanın “en tatlı” hikâye anlatıcılarından birisi olduğu, “süzme Şark”ı bütün bir “vahdet ve hasret ışığı” ile aydınlattığı, “hasret ve sevgi felsefesi”ni Mesnevi'nin başında yer alan 18 beyitte özetlemiş bulunduğu vs. kısık bir sesle söylenir ve bu bahsin son halkası olarak laf Mevlevîliğe gelir. Oradan da mantıkî sonucu olan folklora sıçrayarak bölüm nihayetlenir.

“Konya bizimdir!”

Eğer siz de Beş Şehir'in “Konya” bölümünü “şehir yüzlü” bir Mevlânâ görmek hevesiyle açmış iseniz, göreceğiniz manzara aşağı yukarı buna benzer bir tablo olacaktır. Şaşırtıcıdır gerçekten de. Sanki bu bölümde şehrin yüzüne yansıdığı kişi, daha ziyade Alaeddin Keykubat'dır ve yazarımızın bütün hünerli üslup şimşekleri, her çaktığı zaman bu Anadolu Selçuklu Sultanı'nın gölgelere gömülü yüz hatlarını bir parça daha aydınlatmaktadır.

Oysa Mevlânâ'nın menkıbelerini toplayan kitaplar bizi onun Konya ile özdeşleşen çehresine adım adım yaklaştırır. Mesela Sevâkıb-ı Menâkıb adlı Eflâkî'nin Menâkıbü'l-Ârifin'inin kısaltılmış minyatürlü bir versiyonunda Mevlânâ'nın babası Sultanu'l-Ulema Bahaüddin Veled'den oğlu Ulu Ârif Çelebi'ye kadar bir Mevlânâ-Konya ortaklığı üzerinde ısrar edildiği gözlenir. Bir mezarlık yakınında halka kıyamet hakkında vaaz ederken, kendinden geçip o kadar etkili kelimeler sarf eder ki, eski Konyalı iki ölü mezarlarından kalkıp “nutka” gelir. Konya'ya yolu düşen hacıları bir bir alıp Mevlânâ'nın huzura getiren ve ona mürid eyleyen Konyalı bir hacıdan söz edilen bir başka rivayette aradığımız bağlantıyı cömertçe önümüze saçtığına şahit oluruz:

Mücahidîn-i Mevleviyye 1. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele esnasında Mevlevîler tarafından kullanılan “Ya Hazret-i Mevlânâ” ve “Mücahidîn-i Mevleviyye” yazılı sancak. 1959’da Mevlânâ Müzesi’ne hediye edilmiştir.
Mücahidîn-i Mevleviyye 1. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele esnasında Mevlevîler tarafından kullanılan “Ya Hazret-i Mevlânâ” ve “Mücahidîn-i Mevleviyye” yazılı sancak. 1959’da Mevlânâ Müzesi’ne hediye edilmiştir.

“İmdi bu kıssadan hisse Konevilere kadar hâsıl olub, Hazret-i Mevlânâ’nın dünyada ve ahiretde anlara şefik ve refik olduğuna şübhe kalmadı. Her kim Konevilere muhabbet ve ihsân eder, mahzâ Hazret-i Mevlânâ’ya ider, yine ol Sultan’a bilüb layık olan ameli elden koymamak lazımdır.”

Bir sonraki menkıbe ise adeta bilinçli seçilmiştir ve adeta önceki menkıbeyi pekiştirmek amacıyla oradadır. Baycu Noyan komutasındaki Moğollar Konya kapılarına dayanmış ve şehri muhasara altına almışlardır. Şehir halkı ıstırap içerisinde kendisine çok güvendikleri Mevlânâ’nın kapısına başvurmuşlar. Moğolların, başka şehirler gibi Konya’yı da yakıp yıkmalarından korkmaktadırlar. Kendisinin yardımına sığınırlar. Mevlânâ ise onlara tevekkül tavsiye eder ve kalkıp şehrin meydanına çıkar. Kalabalık Moğol askerini görür ve namaza durur. Onu gören Moğol askerleri, Baycu’ya, “mavi kaftanlı” ve “duman rengi” (duhânî) sarığı olan birisinin kendinden geçmişçesine namaz kıldığını haber verirler. Baycu, onun üzerine ok yağdırmalarını emreder. Ama kimse ok atmaya kadir olamaz. Atını onun üzerine sürmek isteyenler de başarılı olamaz. Bunun üzerine Baycu, yayına sarılır ve üç ok atar ama her üç ok da önüne saplanır vs.

Bu şehir taştan değil

Velhasıl Moğollar ne yaptıysa Mevlânâ’ya yaklaşamazlar. Bu durumu Hisar’ın burçlarından seyreden şehir halkı, heyecana gelip tekbir getirirler. Onun Allah tarafından korunduğunu anlayan Moğollar ise kuşatmayı kaldırmaya karar verirler. Ancak hiçbir şey yapmadan çekip gitmeyi kendilerine yediremeyen Moğol askerleri, yeminleri sakatlanmasın diye (zira şehir halkı tekbir getirince Baycu, kendi kendine böyle “ahdetmiştir”) hiç olmazsa bazı kale burçlarını yıkmalarını isterler Konyalılardan. Mevlânâ bunu hiç çekinmeden kabul eder ve Konya ile kendi himmeti arasındaki menteşeyi kuvvetle sabitler yerine:

“Bu şehrin hisarı taşdan ve toprakdan değildir. Merdan-ı ilahi himmetidir. Bu diyarın burç ve barusu bizimdir. Zira Cenab-ı Huda’dan, tasarrufu bize emrolunmuşdur. Bizim rızamız olmayınca kimesne el uzadub zabt eylemeğe kadir olmaz.”

Nitekim bir başka rivayette ölümünden sonra bile şehrin düşmanlarının (yine bir Moğol olan Keyhatu’nun) rüyasına girerek “Konya bizimdir” dediği anlatılır.6 Böylece onun (Hüma kuşu gibi) koruyucu ve kurtarıcı gölgesinin ölümünden sonra bile şehrin üzerinde gezindiğine şahit oluruz. Bu o kadar böyledir ki, Mevlânâ’nın Konya aşkı (tıpkı “yediyüz kanatlı” aşkın kendisi gibi) insanları da aşıp geçer ve gökyüzünden denizlerin dibine kadar uzanır. Bir başka menkıbe, bizi Mevlânâ’nın, gölün dibinde yaşayan bir “canavar”dan bile tasarrufunu esirgemediğini gösterir. Aynı menkıbenin bir başka nüshasında bu canavarın gölün dibinde sema etmeyi bizzat Mevlânâ’dan öğrendiğini görüyoruz.

Haddizatında Mevlânâ’nın şehre gösterdiği himmetin, sadece Anadolu’nun o felaketli günlerine sürülmüş bir tür tiryak olmadığını bilmek için fazla uzağa gitmeye gerek yoktur. O zaten “belalardan korunmuş” şehirdir ama bundan da fazlası vardır. Bu şehir, onun nazarında “evliyalar şehri” dir:

Şehrin hisarı himmettir Moğol istilâları zamanında Konya’yı kuşatan Baycu Noyan ve askerlerine karşı halk Hz. Mevlânâ’ya gidip dua etmesini istemişti. Sevakıb-ı Mevlânâ’dan bu sahneyi tasvir eden bir minyatür(solda).-Kadim nüsha Hz. Mevlânâ’nın vefatından 5 yıl sonra yazılan ve “nüsha-i kadim” olarak bilinen Mesnevî’nin tezhipli ilk sayfası(sağda).
Şehrin hisarı himmettir Moğol istilâları zamanında Konya’yı kuşatan Baycu Noyan ve askerlerine karşı halk Hz. Mevlânâ’ya gidip dua etmesini istemişti. Sevakıb-ı Mevlânâ’dan bu sahneyi tasvir eden bir minyatür(solda).-Kadim nüsha Hz. Mevlânâ’nın vefatından 5 yıl sonra yazılan ve “nüsha-i kadim” olarak bilinen Mesnevî’nin tezhipli ilk sayfası(sağda).

Evliyalar şehri

“Bundan sonra Konya şehrine Medinetü’l- evliyâ (evliyalar şehri) lâkabını veriniz. Çünkü her kim bu şehirde dünyaya gelirse velî olur. Baha Veled’in kendi babası mübarek cismi ve onların nesli bu şehirde bulundukça, bu şehre kılıç işlemez. Bu şehre gelen düşman, sonuna kadar burada kalamaz, yok olur. Bir kısmı harap olup izi silinse ve zedelense de tamamıyla yıkılmaz; çünkü o harap olsa da bizim hazinemiz onda gömülüdür.”

Çünkü, Eflâkî’nin aktardığı bir sözüne göre, bu şehrin manevî temelleri babası Bahaüddin Veled tarafından sağlam bir şekilde atılmış bulunmaktadır. Mevlânâ ve babasının yattığı türbe (Kubbe-i Hadrâ), onlar öldükten sonra da şehirdeki şeyhliklerine devam edeceklerdir nasıl olsa. Kendi eseri olan Mesnevi’nin ise manevî şeyh olarak irşad faaliyetini asırlar boyunca sürdüreceğini belirten yine Mevlânâ’dan başkası değildir.

Nitekim bir gazelinde Konya’yı Semerkand ve Buhara gibi devrin en parlak şehirlerinden bile üstün tuttuğunu görürüz. Bu gazelde Konya’da parlayan aşk ışığının bir anda Semerkand ve Buhara’ya yansıyacağını, oraları aydınlatacağını iddia eder. Anadolu’daki bu şehrin, kendisinin gelmiş olduğu Orta Asya’ya yayacağı aydınlık, besbelli Mevlânâ’yı heyecanlandırmaktadır. Nitekim aynı heyecan, oğlu Sultan Veled’in Farsça mısralarına da yansır:

Ey merdum-i Konye be-dânid

Ki zâde şuma zi-şehr-i cânid.

Yani: “Ey Konya halkı! Can şehrinde doğduğunuzu bilin.” “Can şehri” Konya, Sultan Veled’in dünyasında Hümâ, yani devlet kuşunun yuvasıdır. Hüma kuşunun yaşadığı yerin Kaf Dağı olduğu söylendiğine9, Kaf Dağı da makrokozmik bakımdan âlem-i fenâ’nın son merhalesi olduğuna göre Konya, Sultan Veled için ebedî şehirdir ve onun içinde yaşamak, manevî mertebelerde yükselebilmek için çok büyük imkânlar sunmaktadır. İnanışa göre, Hüma kuşunun gölgesi kimin üzerine düşerse o kişi taç giymiş, ulu bir makama erişmiş sayılır. Konya’nın da bu “taçlı” şehirlerden sayılmasının sebebi budur. Bu yüzden o, Anadolu’nun, ‘Rum’un başkentidir (tahtgâh). Şehirlerin Şahıdır. Hem cennet, hem huridir Konya. Hem devlet, hem makamdır. Hem gömlek, hem kaftan; hem kemer, hem külahtır. Hem sâki, hem şarap; hem vuslat konağı, hem de yoldur. Hem eğlence ve mutluluk madenidir, hem de ağlama ve ah sermayesi.

Sultan Veled’in bu Konya güzellemesi, şehrin maneviyat boyutuna, bir uçuruma açılır gibi uğultulu bir şekilde karışır. Konya’yı, karanlıkta parlayan gözleriyle bir güzel kız gibi hayal eder sonra. Bu güzelin gözbebeklerindeki siyah noktada “akıcı bir nur” bulunur. Şehir, Sultan Veled’e bakarken bu mayi halindeki nurları neşreder durur. Onu kendi nuruna gark eder. Bu şehre nur inmesine vesile olan iki atanın, Baha Veled ile Mevlânâ’nın neslinden gelen birisi olarak Konya’nın gözlerinden taşan nurları en iyi onun teşhis etmesine şaşmak gerekir mi?

Siyah nokta; sevâd, yani sürme, yani toprak, yani şehir. Bu siyah noktanın içerisinden kaynamaya başlayan nur çağlayanı, şehri, o da şehrin sakinlerini yıkamaktadır. Mevlânâ, Konya’nın suretini böyle tayin etmiş ve kendi yüzünde şehrin manevî serüvenini aksettirmeyi bilmiştir.

Şehir yüzlü insan olmuştur, kısacası. “Can şerbeti”nin doya doya tadılacağı bir şehir kıvamına erişmiştir çünkü orası. “Can şehri” olmuştur.

Konya’ya gittiğinizde, içenin ebediyete ereceği nice can şerbetlerini her köşe başında satılırken görmüyor musunuz yoksa?