Çaldıran'da duran fırtına: Şah İsmail

​Çaldıran 'da duran fırtına: Şah İsmail
​Çaldıran 'da duran fırtına: Şah İsmail

Şah İsmail’in İran’da hakimiyetini tam anlamıyla tesis etmesi, onu doğuda ve batıda iki büyük rakibe komşu yapmıştı: Osmanlılar ve Özbekler. Doğudaki en büyük düşmanı Özbek Şeybek Han idi.

Prof. Dr. Tufan Gündüz

Hacettepe Üniversitesi

------------------------------------------------------------------------------

Tebriz Cuma Camii hıncahınç dolu... 1501 yılının ortaları… Minberde ayakta duran Erdebilli Mevlana Ahmed bir yandan belli belirsiz bir dua okuyor, diğer yandan cemaati süzüyordu. Cemaatin arasında, ayakta, ellerinde yalın kılıç duran Kızılbaş askerler vardı. Neredeyse iki kişinin yanında bir Kızılbaş çarpıyordu göze. Cemaatin bir gözü kılıçlarını enselerinde hissettikleri Kızılbaşlarda, diğer gözü minbere çıkan basamakların ucunda, elinde kılıcıyla cemaati pürdikkat süzen genç bir delikanlıdaydı. 13 yaşındaki bu gencin adı Şah İsmail’di.

Bu tablo Şah İsmail ve Kızılbaş Türkmenlerin soydaşları Akkoyunlulara karşı Şerur’da kazandıkları büyük zaferin ardından görkemli bir şekilde Tebriz’e girmelerinden hemen sonra tasarlanmıştı. Şeyh İsmail Tebriz’de şahlığını ilan edecek, adına kestirdiği paranın üzerine On İki İmam’ın adını ve “La ilahe illâ Allah Ali Veliyullah” yazdıracak ve daha önemlisi, Şiiliği resmî mezhep ilan edecekti.

Kızılbaş reisler Tebriz ahalisinin Sünni olduğunu, kendilerini yönetecek Şii bir hükümdar istemediklerini söylediklerinde, “Kimseden korkmuyorum. Allah ve On İki İmam benimledir. Eğer bir söz söylenirse kılıcımı çeker, kimseyi sağ bırakmam” demişti. İşte şimdi On İki İmam adına hutbe okunacak, ilk üç halifeye, Emevilere ve Abbasilere lanet edilmesi istenecek, ezana “Eşhedü enne Aliyye veliyullah” sözleri eklenecekti. Öyle de oldu. Tebriz’in yeni sahipleri ellerinde kılıçlarla ahalinin arasında hutbenin okunmasını dikkatle izlediler. Oradakilerin bir kısmı hiç sesini çıkaramadı. Durumdan rahatsız olanlar ise birazcık kıpırdayacak olsalar, karşılarında keskin kılıçlar gördüler. Sokaklara dağılan tellallar artık Şiiliğin hakim olduğunu, Sünniler gibi namaz kılanların öldürüleceğini, daha önce Kızılbaşlara eziyet edenlerden intikam alınacağını duyurdular.

Safevîler hakim olmadan önce İran’ın büyük bölümü Sünniydi. Hatta Safevîlere adını veren Şeyh Safiyüddin de aslında Sünni olan Şafii mezhebine mensuptu. Safeviye tarikatının ne zaman Şiiliğe meylettiği hususu tam olarak bilinmiyor ama Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd’in tarikatın yönünü bütünüyle değiştirdiği bir gerçek.

İşte bu noktada önemli bir gelişme daha yaşandı. Babasının yerine tarikatın başına geçecek olan Cüneyd’e amcası Şeyh Cafer karşı çıktı; onu şeyhlikten çok şahlığa heves etmekle suçlayıp Karakoyunlu Cihan Şah’a şikayet etti. Cihan Şah da Cüneyd’i Erdebil’den çıkardı.

Şeyh Cüneyt bundan sonra Anadolu’ya gelip II. Murad’dan irşadda bulunmak üzere kendisine bir yer verilmesini rica etti. Osmanlı Sultanı bu isteği geri çevirince önce Karamanoğlu ülkesine, yani Konya’ya gitti. Burada tutunamayınca da bir süre Toroslarda Varsak Türkmenlerinin arasında kaldı.

Daha sonra Kuzey Suriye’deki Türkmenlerin yanına gitti. Bu defa Memlükler baskı yapınca Canik’e, yani Samsun taraflarına geçti. Nihayet Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan Bey’in daveti üzerine Diyarbekir’e gitti. Uzun Hasan ona saygılı davrandı, kızkardeşi Hatice Begüm ile evlendirdi. Bu evlilikten Şeyh Haydar doğdu.

Bazı tarihçiler Uzun Hasan’ın bu tutumunu, can düşmanı Karakoyunlu Cihan Şah’a karşı ondan yararlanmak istediği şeklinde yorumluyorlarsa da bu kesin değildir. Cüneyd cihad yapmak amacıyla müritleriyle birlikte Kafkaslara akın ettiği esnada Şirvanşahlar tarafından öldürüldü. Müritleri o sıralarda henüz bir yaşında olan Şeyh Haydar’a bağlandılar.

Şeyh Haydar, dayısı Uzun Hasan Bey’in yanında Akkoyunlu sarayında büyüdü. Uzun Hasan Bey onu kızı Alemşah Begüm ile evlendirdi. Bu evlilikten de Sultan Ali, İbrahim ve İsmail (1487) doğdu.

Akkoyunlu Sultanının hem akrabası, hem damadı olmak Şeyh Haydar için önemli bir avantaj sayılabilirdi. Bunu kullanarak Erdebil’e yeniden yerleşip günlerini ok uçları ve mızraklar yaparak geçirdi. Müritlerini diğer tarikatların müritlerinden ayırmak için 12 dilimli kırmızı renkli bir başlık giydirdi. Bundan dolayı Safevî tarikatının mensuplarına “Kızılbaş” denilmeye başlandı. 1478’de dayısı ve kayınbabası Uzun Hasan Bey’in ölümünden sonra Akkoyunlu tahtına Sultan Yakub’un geçmesini fırsat bilerek Kafkaslara akınlar düzenlemeye başladı. Görünürde babasının intikamını almak istiyordu; gerçekte ysegücünün neye yeteceğini merak ediyordu.

Ne var ki bu akınlar onun sonunu hazırlayacaktı. Şirvanşahlar Akkoyunlulardan yardım isteyince Sultan Yakub, Süleyman Bey Biçen’i Şeyh Haydar’ın üzerine gönderdi. Tabersaran’da yapılan savaşta Şeyh Haydar öldürüldü, başı kesilerek Tebriz’e getirildi. Sokaklarda iki gün teşhir edildikten sonra Tebriz meydanında köpeklerin önüne atıldı (1488). Sağ kurtulan Kızılbaşlar ise etrafa dağılıp gizlendiler.

Babası öldürüldüğünde İsmail henüz bir yaşındaydı. Dayısı Sultan Yakub, Kızılbaşların yeniden toparlanmalarını önlemek için onu, kardeşleri ve annesi Alemşah Begüm’le birlikte İstahr kalesine hapsettirdi. Burada dört yıl kaldı.

1491’de Sultan Yakub’un ölümü yeni bir dönemi başlatacaktı. Hercümerç içinde tahta geçen Rüstem Mirza, kardeşi Baysungur’a karşı Kızılbaşların desteğini sağlamak gayesiyle yeğenlerini serbest bıraktırıp Erdebil’e dönmelerini sağladı. Hatta onların yardımıyla Baysungur’u mağlup etti. Ancak bu defa da Kızılbaşların gücünden korkup onların kendilerine Şeyh saydığı Sultan Ali’yi öldürttü. İsmail’i ortadan kaldırmak için Erdebil’e adamlar gönderince Erdebil’de Akkoyunlular ile İsmail arasında müthiş bir kovalamaca başladı.

Şah İsmail’in II. Bayezid’e mektubu: “…Eski zamanlardan şimdiye kadar bizim hanedanımıza itikad, sevgi ve bağlılık bakımından âlemdeki memleketlerin ahalisinin, özellikle Rum ahalisinin bağlı olduğu gizli saklı bir şey değildir ve onlardan yol ve erkân taleb edenler devamlı olarak bu hidayet yuvası dergâhımıza yönelmektedirler. Herkes yaratılışındaki kabiliyeti nisbetinde manevî maksatlarına ve uhrevî taleplerine kavuşmaktadır. Ama bazı zamanlar, onların yolunda karışıklıklar meydana gelmekte, etraftaki beldelerin hâkimleri ve beyleri onların durumlarına düşmanlık göstermektedir. Adalet ve iyilikler yolunun sahibi ve bütün Müslümanların -özellikle tarikat yolunun yolcularının ve gerçek memleketinin sahiplerinin- hilafetinin sahibi olan Hazret, bu ocağı ziyaret etmek niyetinde olan bu hanedanın müridlerine izin versinler ve sınır muhafızlarına, hâkimlere ve beylere emir buyursunlar ki, bu tarafa yönelmiş olanlara engel olmasınlar.” (Münşeatü’s-Selâtin, c. I, s. 345.)
Şah İsmail’in II. Bayezid’e mektubu: “…Eski zamanlardan şimdiye kadar bizim hanedanımıza itikad, sevgi ve bağlılık bakımından âlemdeki memleketlerin ahalisinin, özellikle Rum ahalisinin bağlı olduğu gizli saklı bir şey değildir ve onlardan yol ve erkân taleb edenler devamlı olarak bu hidayet yuvası dergâhımıza yönelmektedirler. Herkes yaratılışındaki kabiliyeti nisbetinde manevî maksatlarına ve uhrevî taleplerine kavuşmaktadır. Ama bazı zamanlar, onların yolunda karışıklıklar meydana gelmekte, etraftaki beldelerin hâkimleri ve beyleri onların durumlarına düşmanlık göstermektedir. Adalet ve iyilikler yolunun sahibi ve bütün Müslümanların -özellikle tarikat yolunun yolcularının ve gerçek memleketinin sahiplerinin- hilafetinin sahibi olan Hazret, bu ocağı ziyaret etmek niyetinde olan bu hanedanın müridlerine izin versinler ve sınır muhafızlarına, hâkimlere ve beylere emir buyursunlar ki, bu tarafa yönelmiş olanlara engel olmasınlar.” (Münşeatü’s-Selâtin, c. I, s. 345.)

Dayılarından devlet çarkını aldı

Kızılbaşlar henüz beş-altı yaşlarındaki İsmail’i her gün ayrı bir evde gizliyorlardı. Öyle ki, annesi bile onun hangi evde saklandığını bilmiyordu. Nihayet Akkoyunlu çemberi daralınca onu Gilan’a kaçırıp Gilan hakimi Karkiya Mirza Ali ve Şemseddin Lahicî’ye emanet etiler. Akkoyunlular ise onu asla bulamadılar.

Küçük İsmail burada Kur’an’ı hıfzetti, Şia usulünü öğrendi. Oyun arkadaşı yoktu; ihtiyar Şemseddin Lahicî’nin yanından hiç ayrılmadı. Kızılbaş beyleri ona ok atmayı, kılıç savurmayı öğrettiler.

Can korkusuyla geçen 6 yılın sonunda, 1499’a gelindiğinde Akkoyunlu şehzadeleri yine taht kavgasına başlayınca Kızılbaşlar İsmail’in hurucuna karar verdiler. Henüz 12-13 yaşlarındaki İsmail yedi Kızılbaş reis ile birlikte Gilan’dan ayrılıp Erdebil’e doğru yola çıktı. Yolda 17 kişi oldular. Erdebil’e yaklaştıklarında 70 kişiye ulaşmışlardı. İlk çatışmaya girdiklerinde ise sayıları 700’e yaklaşmıştı.

Ne var ki bu sayı onlara yetmezdi. Bu yüzden önce Anadolu’ya Ustaclu Türkmenlerinin yanına geldiler. Her tarafa haber salıp Şeyh İsmail’in huruc ettiğini, Şahlık yolunun açıldığını duyurdular. Anadolu ve Azerbaycan’daki Kızılbaş Türkmenler akın akın Şeyh İsmail’in etrafında toplanmaya başladılar. Dulkadirliler, Avşarlar, Kaçarlar, Ustaclular, Tekelüler, Talışlar, Varsaklar, Çepniler, Şamlular ilk gelenlerdendi.

Şeyh İsmail aslında dedesi Cüneyd ve babası Haydar’ın oluşturduğu kuvvetli bir savaş makinesine kumandanlık ediyordu artık. Zira Kızılbaşlar onlar zamanında önemli tecrübeler edinmişlerdi. Şeyhleri öldürüldüğü halde dağılmamışlar, Safevî ailesine bağlılıklarını sürdürmüşlerdi. Çünkü Ehl-i Beyt’ten gelen İmametin Safevî şeyhlerinin çocuklarından yeniden zuhur edeceğine inanıyorlardı. Üstelik şeyhlerine sonsuz bir sadakatle bağlıydılar. Ona “Kurban olduğum”, “Sadaka olduğum” diye hitap ediyorlar, bir savaşa girişirken “Şah! Şah!” diye bağırıyorlardı.

İsmail gözünü budaktan sakınmayan Kızılbaşlar ile önce Şirvanşahlar üzerine akın edip büyük tahribat yaptı. Ardından 1501’de Şerur’da Akkoyunlu Elvend’i ağır bir yenilgiye uğrattı. Tebriz’e girip sultanlığını ilan etti. Böylece bir yaşında yetim, beş yaşına kadar hapiste kalmasına, 12 yaşına dek ölüm korkusuyla yaşamasına sebep olan dayıları ve dayızadelerinin elinden devlet çarkını almış oluyordu.

Bununla yetinmeyerek babası ve dedesinin intikamını almak için Tebriz’de Akkoyunlu ailesine karşı büyük katliamlara girişti. Hatta Bayındırlılara mahsus mezarlar yerlerinden sökülüp yakıldı. Bununla kalınmayıp Tabersaran’da Şeyh Haydar’a karşı savaşanların bile peşine düşüldü.

Şah İsmail’in siyasî rakipleri öncelikle Akkoyunlulardı. Elvend’den sonra Murad da ağır bir yenilgiye uğratıldı. Daha sonra İran platosunda karşısına çıkacak güçler ortadan kaldırıldı. Şiilik her tarafta etkin hale getirildi; direnenlerin ise hemen hepsi aynı akıbete uğradı.

Yezd, Tabes, Kazrun, Bağdat ve Horasan’da katliamlar yapıldı. Ancak Şiiliğin tesisi sadece şiddet gösterileriyle mümkün olmuyordu. Bu yüzden Cebel Amul ve Bahreyn’den Şii âlimler İran’a davet edildi. Şii havzalar yeniden harekete geçirildi. Şiileştirme faaliyetlerinde o kadar hassas davranılıyordu ki, Sünniliğinden şüphelenilen şahıslar takip ediliyor, Şii olmayanlara devlet kademelerinde görev verilmiyordu.

İntikamın böylesi

Şah İsmail’in İran’da hakimiyetini tam anlamıyla tesis etmesi, onu doğuda ve batıda iki büyük rakibe komşu yapmıştı: Osmanlılar ve Özbekler. Doğudaki en büyük düşmanı Özbek Şeybek Han idi. Öyle ki, bütün İran’ı ele geçireceği ve Safevîleri ortadan kaldıracağı yolunda açık tehditler savurmuştu.

1510 yılında Özbeklere karşı kazandığı zafer Şah İsmail’de büyük bir coşku yaratmıştı. Bundandır ki, Şeybek Han’ın başı kesilip kafatasına altın kaplanarak Şah İsmail’e kadeh yapıldı. Kafa derisi yüzülüp içine saman dolduruldu ve Osmanlı padişahı II. Bayezid’e gönderildi. Böylece “benimle uğraşan sultanların sonu böyle olur” mesajı verilmek istenmişti.

Ayrıca Şeybek Han’ın eli kesilip bu mücadeleler sırasında Özbeklere destek veren Mazendaran hâkimi Aka Rüstem Ruzefzun’a gönderildi. (Bu kişi, Şah İsmail’in Horasan seferinden önce Şeybek Han’ı desteklediğini ifade etmek üzere “Benim elim Şeybek’in eteğinde” demişti.) Elçiler Şeybek’in elini Aka Rüstem’in eteğinin dibine atarak “Sen, benim elim Şeybek’in eteğinde demiştin, şimdi onun eli senin eteğinde” dediler. Yaşadıklardan sonra Aka Rüstem korkudan hastalandı, bir yıl sonra da öldü.

Şah İsmail’i Yavuz bitirdi

Sultan II. Bayezid bunlara cevap vermemeyi tercih etse de bu tutumu onun sonu oldu.

Yavuz Sultan Selim tahta geçtiğinde önünde ciddi bir Safevî meselesi duruyordu. Doğu sınırında güvenlik bütünüyle ortadan kalkmıştı.

Öte yandan Şah İsmail’in Osmanlılardan İran’a yönelik bir saldırıyı beklemediği anlaşılmaktadır. Osmanlı ordusunun gelişini duyduğundaysa evvel emirde ciddiye almadığı, hatta Osmanlılara karşı savaşıp savaşmamakta kararsız kaldığı görülüyor. Günlerini tedbirsizce avlanmakla geçirmesi, yakın adamlarına savaş durumunu sorup onların aklına uyarak savaşmaya karar vermesi de bu yüzdendi aslında.

Halbuki ordusunun esasını oluşturan Kızılbaş Türkmenler uzun süren savaşlar yüzünden bitap düşmüş durumdaydılar. Son 15 yılda giriştikleri bütün savaşları kazanmış olmalarına rağmen hızla eriyor, kendilerini sayıca ve teknolojik donanım bakımından yenileyemiyorlardı. Geleneksel usullerle savaşıyor, ateşli silahları kullanmayı bilmiyorlardı. Güvendikleri tek şey Şah İsmail’in yenilmezliğiydi. Bu yüzden düşmanlarının sayıca üstünlüğünün hiçbir değeri yoktu.

Fakat bu tedbirsizliğin bedelini Çaldıran Savaşı’nda (1514) ağır bir yenilgiyle ödeyeceklerdi. Safevî ordusu perişan bir şekilde geri çekildi.

Böylece Şah İsmail’in yenilmezliği sona ermekle kalmamış, Kızılbaşlar kendi durumlarını da sorgulamaya başlamışlardı. Ülkenin farklı yerlerinde meydana gelen küçük çaplı ayaklanma veya saldırılar Kızılbaş reislerinin üstün gayretleri sayesinde bertaraf edildi.

Şah İsmail, tıpkı büyük dedesi Uzun Hasan Bey’in Otlukbeli Savaşı’nda Fatih’e yenilmesinden sonra olduğu gibi Osmanlılara karşı kaybetmenin verdiği derin üzüntüyle bir daha hiçbir yere sefer düzenlemedi. Zamanını eğlence ve av ile geçirmeye başladı.

Kaynaklar kendisine musallat olan iki Isfahanlının (Mir Necm-i Sanî ve Mirza Şah Hüseyin) onun sonunu hazırlayan bir dizi olaya sebep olduğunu yazar. Buna göre Necm-i Sanî boş yere Maverünnehir’e sefer yapıp ordunun kırılmasına yol açmış, bu yüzden Şah’ın dört bir yöne sefer düzenlemesini engellemiştir. Mirza Şah Hüseyin ise Şah’ı içki ve şaraba alıştırıp bedenini zayıf düşürerek ölümüne sebep olmuştur.

Şah İsmail’in fırtınalı hayatında Hataî mahlasıyla Türkçe şiirler yazdığını biliyoruz. Ne var ki, sonraları şiirleri, aynı mahlasla yazan pek çok şairinkiyle karıştı. Hatta “Hataî gibi yazmak” gelenek oldu.

Muhakkak belirtmek gerekir ki, “Hataî” Kızılbaş Şah İsmail’i temsil ediyordu. Tarihî Şah İsmail ise mutaassıp bir Şii idi.