Cezayir-Bursa hattında bir güvercin curnatası

Güvercin akını
Güvercin akını

Derin Tarih'in her sayısında kitaplarıyla ağırlanan yazarlardan biri Türkler ve Doğa kitabıyla Edward Tryjarski oluyor.

Âdeta bir ebemkuşağını andırıyor Koza Han’ın avlusu. Kemha, atlas, canfes, çuha, diba, serâser… Zihnime üşüşen bu kumaş adlarını, Osmanlı dünyasının iktisadî, kültürel ve siyasî hayatını renklendiren bu dokumaları bu mekânda hatırlamam sebepsiz değil. 15. yüzyıldan itibaren ipek ticaret ve sanayisinin merkezi olan Bursa’da Ceneviz, Venedik, Floransa ve İran’dan gelen tüccarların konaklamaları ve mallarını depolamaları için inşa edilen hanlardan biri de burası çünkü.

Kumaşların renk cümbüşünde saatin nasıl geçtiğini anlamamışım. Bir an önce toparlanıp Yeşil Külliye’nin yolunu tutmalıyım. Zira öğlen olmadan adını saydığım bu kumaşları daha yakından görmek için Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ni ziyaret etmek niyetindeyim.

Adımlarımı sıklaştırdım, ama nafile… Medresenin bahçesinden koşar adım girip bahçeyi bir solukta geçince medresenin kapalı kapısıyla karşılaştım. Olsun, dedim, Yeşil’de vakit mi geçmez?

Medresenin sağ tarafında sıralanmış üç antikacı dükkânı… Merdivenlerinde daktilolar olanı seçip giriyorum içeri. Küçücük mekânda gelişigüzel yerleştirilmiş şamdanlar, tabaklar ve avizelere çarpmamak için bir elimle de sırt çantamı kolluyordum ki, korktuğum başıma geldi. Dönüş hareketimin neye mal olduğunu görmek için arkama döndüm: Eski bakır bir tasın içinden yerlere saçılan müteferrik kâğıtlar, Hüdavendigâr Vilayeti tapu senetleri, 1930’lu yıllara ait bir yevmiye muhasebe defteri ve Osmanlıca matbu bir kitap: Orduda Güvercin Hizmeti. Kitabın adını okur okumaz Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman”ından şu mısraları mırıldanmaya başlıyorum:

Bir zafer müjdesi burda her isim:
Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın.
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle.

Hemen karıştırıyorum. Mülazım Haydar Kemal tarafından Fransızcadan çevrilen kitap Erkân-ı Harbiye- i Umûmiye (Genelkurmay) Matbaası’nda basılmış. Güvercinlerin tarihi ve fizyolojisi hakkında bilgi verildikten sonra asıl konuya, güvercinlerin ordunun haberleşmesinde nasıl ve ne şekilde kullanıldığına geçiliyor.

Güvercinlere ilgim henüz uyanmış olmasına rağmen fiyatını sormadan satın alıyorum. Ne de olsa bir haftadır çantamın konuğu Edward Tryjarski’nin Türkler ve Doğa adlı kitabı.

Türkler ve Ölüm kitabından tanıdığımız Tryjarski, Cumhuriyet’le yaşıt bir araştırmacı. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gazetecilik yapar, 1948’de Hukuk Fakültesini bitirir ve ardından Varşova Üniversitesi Şarkiyat Enstitüsü’nden mastır, Polonya Bilimler Akademisi’ndense Ermeni Kıpçakçası teziyle doktora dereceleri alır. Peçenekler, Proto-Bulgarlar, Divanü Lügati’t-Türk’teki etnografik unsurlar, Moğolistan’daki yazıtlar üzerine çalışmalar yapan, Sir G. Clauson, P. N. Boratav, J. Deny gibi mümtaz bilim adamlarıyla müşterek yayınlara imza atan Prof. Tryjarski dünyanın sayılı Türkologlarından.

Türk kültüründe evcil hayvanlar ve bitkilerin macerasını anlattığı makalelerin derlendiği Türkler ve Doğa’nın en fazla ilgimi çeken yazılarından biri “Türk Çatılarında Güvercinler: Bazı Tarihsel ve Dil Bilimsel Notlar”.

Anlatacağım ama önce etimoloji…

“Güvercin” kelimesinin “gök renkli, mavi, mavi-giri” anlamındaki kök’ten geldiğini söyleyen Tryjarski diğer dillere atlıyor: Mesela Rusçadan güvercin manasındaki “golup”un “goluboj=mavi”; Farsça “kebûter”in de “kabûd=mavi” kelimesinden türediğini söylüyor. Anlaşılan o ki, pek çok dilde güvercin kelimesi sadece semantik olarak değil, köken olarak da gökyüzüyle ilgili.

Evcilleştirilmiş güvercinlerin Türkçede nasıl adlandırıldıkları da bir o kadar ilginç: Mesela bazılakuyruk, geniş göz ya da tüylerinin renginden dolayı limonlu, kara kuyruk şeklinde isimlendiriliyor. Salma güvercini 150 km’lik bir mesafeden bile evine dönen bir posta güvercini. Çıkış yeri ya da yetiştirildiği yerden dolayı Mardinli veya Musullu gibi adlarla anılanlar da yok değil.

Güvercin meraklısı çelebiTarihte güvercinlerden bahsediyorsak, hemen aklımıza bu zarif hayvanların “haberci” vasıfları gelir. Öyle ki, Suriye atabeglerinden Nureddin Zengî Mısır’da güvercinlerden kurduğu mükemmel posta sistemi sayesinde büyük bir ün kazanmıştı. Güvercinlerle Rakka ve Musul’dan Bağdat, Vâsıt, Basra ve Kûfe’ye 24 saat içinde haber ulaştırmak mümkündü.

Söz Bursa’ya gelir de, “Cânım Evliya” dan bahis açılmaz mı? Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde söz ettiği bir güvercin türü var, adı Bağdadî. Asla yolunu kaybetmeyen, çok uzak mesafelerden yuvasına dönmeyi başaran ve bütün güvercin türlerinin en kıymetlilerinden, diye tavsif ediyor seyyah-ı âlem onları. Özetlediğimiz şu hikâyeyi okuduktan sonra bakalım siz de Evliya’ya hak verecek misiniz?

“En büyük güvercin meraklılarından ve mirasyedi genç çelebilerden en ünlüsü Bursalı Sa’dî-zâde; miskle sarıp sarmaladığı ve nar taneleriyle beslediği 1000 güvercinlik koleksiyonu için 10 bin kuruş harcamıştı. Bir gün bu güvercin koleksiyonu (özel adı Rumma idi) süzüle süzüle uçarken bütün kasabayı şaşkınlığa düşüren çok korkunç bir fırtına koptu ve 24 saat sürdü. Sa’dî-zâde’nin güvercinleri gözden kayboldu ve dönmedi. Sa’dî-zâde aklını kaybetti. O ümitsizlik içinde Arabistan’a ve İran’a gitti. Bu şekilde Cezayir’e vardı. Bir gün orada bir saraya giderken sevgili güvercinlerini büyük bir şaşkınlıkla gördü. Onlar hakkında gizliden gizliye araştırma yaptı. Sarayın sahibi ona güvercinlerin yedi yıl önce büyük bir fırtınanın ortasında geldiğini ve geldiklerinden beri orada bulunduklarını anlattı. ‘Evet’, diye cevap verdi Sa’dî-zâde, ‘Tüm bu Rumma’ların hepsi benim; onları 7 yıldır aramaktaydım ve Allah’a hamd olsun nihayet onlarla karşılaştım.’ Ev sahibi kanıt istedi ve Sa’dî-zâde söylediğini doğrulamak için çabucak hazırlandı:

Acele pazara gitti, bir miskal misk ve bir yük nar aldı. Güvercinleri bir gece miske yatırdı. Sabahleyin güvercinlerin kendine ait olduğunu ispat için ev sahibini şahit olarak davet etti. Güvercinliğe arkadaşlarıyla birlikte geldi ve kapısını açtı, nar tanelerini etrafa saçarak onlara alışılmış şekilde seslenmeye başladı. Bir anda kanat çırpan güvercinler arasında bundan önce hiç şahit olunmayan bir şekilde bir gürültü koptu ve sonra yiyecekleri açgözlülükle yedikten sonra havaya süzüldüler ve bir daha görünmediler. Ev sahibi onların döneceğini umdu. Fakat Sa’dî Çelebi, ‘Tanrım sana şükürler olsun, onların benim olduğunu ispatladım’ dedi. 70 gün içinde Cezayir’den Bursa’ya döndüğünde orada sevgili güvercinlerini, eski güvercinliklerinde yavru çıkarmak üzere kuluçkaya yatmış buldu. Onların aynı gün, Cezayir’den ayrıldıktan sonra 8 saatte Bursa’ya ulaştıkları iddia edildi. Bu Bağdadî olarak isimlendirilen kuş çeşidinin harika ve zeki kuşlar olduğu gerçekten de doğrudur.”

Şimdi sevgili okur, güvercinlerle ilgili Osmanlıca bir kitap Bursa’da bir antikacı dükkânında karşıma çıkıyor. Tam o esnada Tanpınar’ın güvercinli mısraları kanat çırpıyor hafızamda. Bu da yetmiyor, Bursa yollarında çantamda taşıdığım Türkler ve Doğa kitabındaki o güvercinlerle ilgili makaleyi içercesine okuyorum. Evliya merhumun anlattığı bu acâib hikâyenin kahramanı da Bursalı bir Çelebi. Bunların hepsi tesadüf olabilir mi?

Dolayısıyla bir güvercin yazısı yazmak neredeyse farz olmuştu. Ben de yazdım. Hoş, kuşları yazmasaydım çiçek yazısı yazacaktım. O da bir başka bahara borcum olsun!