Fatih’e kafa tutan pervâsız bir âlim

Durup dururken hükümdarla kavga etme cüreti gösterse de, bütün haşlamalarına ve taşlamalarına rağmen Fatih’in takdir ölçüsü Molla Gürânî’dir.Molla Gürani Osmanlı sarayı ve halkı tarafından çok sevilen ve sayılan şafii mezhebine bağlı din alimi, müderrris, kadı, kazasker, şehzade hocası, Osmanlı Devleti müftüsü ve dördüncü şeyhülislamı.

Osmanlı'da âlimler taşrada doğar, İstanbul'da ölürler. Molla Gürânî de ulemâ ambarı olan Şark topraklarında, muhtemelen Şafiî bir Kürd olarak dünyaya gelir ve Hanefî bir Osmanlı olarak payitahtta hayata veda eder. Onun şahsında ulemânın yerini tayin edebilmek için hadiseye Fatih Sultan Mehmed devrinin içinden gitmek lazımdır.

Hocazâde ve Hayâlî'nin çağdaşı olan Molla Gürânî, dört bucaktan gelen akranları gibi tesadüfün sevkiyle Molla Yegan'ın himâyesinde yolunu, bir mıknatıs gibi hemen her şeyi çeken İstanbul'a düşürür. Buraya bir ulema şehri havası verir, yeni bir hayata geçmenin imkânlarını bulur. Mayalama kabiliyeti sınırsız olan bu iklimde, bu topraklara mensup olmanın hazzını tadar. Kara sevdasına uğrar; ruhen, neslen, dinen her zaman bu memleketin hakikî âdemi gibi yaşar ve düşünür, umumi mazhariyetin üstüne çıkar.

Ebussuud Efendi ile aynı etnik menşee mensup olan ve muhakkak ki bazı noktalarda bize onu müjdeleyen bu âlim, Osmanlıların dünya görüşünü inşa etmede Şark'tan gelenlerin hissesinin ne olduğunu billurlaştırabilecek vasıfta bir adamdır. Fatih devrinin bu açık sözlü, mehâbetli, deryâdil âliminde, koca allâme Ebussuud Efendi'ye benzeyen birçok çizgiyi bulmak mümkündür. Şark'ın ruhuna sindiği Molla Gürânî'nin devrine sindirdiği ruh, Ebussuud'un şahsında yaşamaya devam eder. Tarihçi Peçevî'nin Ebussuud Efendi için kullandığı “Kürdiyyü'l-asl olup tab'ı haşindir” şeklindeki ifade, sanki eski Şark'la iliklerine kadar dolu olan Molla Gürânî'yi anlatır gibidir. Birçok kavimden oluşan imparatorlukta devlet ve milleti mayalayan şeyin kan değil, din olduğunu gösterir.

Molla Gürânî'nin şahsında devletin, etnik çehreyi meçhul hâle getirerek dört bir taraftan gelen insanlara nasıl pota vazifesi gördüğü, onları nasıl süzüp değiştirdiği görülür. İçine girdikleri terkip sayesinde kıymetleri bilinir hale gelen bu âdemler, Osmanlı hükmî şahsiyetinde adeta eriyip ona karışır.


İlim için dilini köle bildi

Devrin en güzel konuşan gözlemcilerine, yani tabakat kitaplarına intikal ettiğimizde, padişahla beraber hükmünü yürütenlerin başında gelen ve pervasızlığıyla bütün bir âlem olan Molla Gürânî'nin Fatih'e kafa tutan nadir hocalardan olduğu müşahede edilir. Devrini en sert tarafından verebilecek bir karakter ve çehreye sahip olan bu âdem, durup dururken hükümdarla kavga etme cüreti sergileyebilir. Bazen galeyana gelerek bigâne oluverir. Bütün bu haşlamalarına ve taşlamalarına rağmen hükümdarın takdir ölçüsü odur. Osmanlı ulemasının ufkunu oluşturan Taftâzânî ile Cürcânî onun şahsında buluşur. Şahsiyetini Osmanlı'ya gömen bu adamın Taftâzânî'ye denk olarak görülmesi, yetiştirdiği talebelerin Seyyid Şerif Cürcânî'ye muâdil olduğunun kabul edilmesi, Şafiîlikten Hanefîliğe doğru akan bir güzergâhta hayatını idrak etmesi, medreselerde kitaplarının okutulması, Beyzâvî, Zemahşerî ve Fâtih devri ulemâsına sert tenkidler yöneltmesi, asrın istediği vasıfl ara sahip olduğunu gösterdiği gibi Osmanlı düşünce hayatını birbirinden bağımsız kompartımanlara ayırmanın zannedildiği gibi kolay olmadığını da verebilecek kırattadır. Diğer bir ifadeyle, bu çehrede Cevdet Paşa ve Seyyid Bey'in Mâtürîdîlikle Eş'arîlîği umum-husus çerçevesinde birbirine indirgeyen perspektifinin somutlaştığı görülür.

Osmanlı dünya görüşünü kuran ulemânın her şeye kendi nizamını kabul ettirebilecek bir ağırlık taşıdığını gösteren Molla Gürânî, tam da devrinin aradığı adamdır. İlmî hayatın semereleri onun denetiminden geçer. İnanç dünyamızı manzum formda dile getiren İstanbul kadısı Hızır Beğ'in bir kasidesi padişaha arz edildiğinde Sultan, Molla Gürânî'nin ne dediğine bakar. Semâniye'den Fâtih'in çeşitli sebeplerle azlettiği müderrislerin yerlerine dönmesi, onun irade ve himmet hamlesi ile mümkün olur. Padişaha yaptığı nasihatler anında akis bulur. Civardan gelen ulemânın değeri, onunla olan irtibatlarına göre şekil alır. Gelibolulu Mustafa Âli'nin bazı âlimler için “Molla Gürânî yanında kurb-i menzileti var idi” sözü, ulema biyografilerinde onun nasıl bir konumu olduğunu gösterir. Devlet çarkının, Mısır âlimlerine denk kıymette görülen Molla Gürânî gibi isimleri etrafında tutmakla döndüğünü çok iyi bilen padişah, kendisini sindirmekten mümkün mertebe uzak durur. Fatih'in dinî hassasiyetlerini ve münakaşa kabul edecek derecede müsamahalı bir hükümdar olduğunu da bu vesile ile öğreniriz.

Âl­imler­in kıymeti­ onun endazes­iyle ölçüldü

Siyasî iradeye her an muhâlefet edebilecek bir duruş sergileyerek doğduğu iklimi aktüelleştiren Molla Gürânî heybeti, daima her halden, her şeyden şikâyet eden tavrı ve tarzıyla tam bir Şark adamıdır. Kimseden sözünü esirgemez, her istediğini söylemekten çekinmez. Ayranı kabararak zaman zaman padişahla göz göze bakışsa da miktarını bilir. Din ü devlet fikrini esas alan, bunların ikiz kardeş olduğunu gözden kaçırmayan bir gelenek ve terbiyeye mensubiyetin bilinci ile hareket eder. Kuvvetli bir devlet fikri ve hanedan bağlılığının oluştuğunu gösterir. Acem beldelerine ve Mâverâünnehir coğrafyasına ilim arama seferleri yapan Mevlânâ Ali b. Yûsuf el-Fenârî, tahsil dönüşünde geldiği gibi Molla Gürânî ile buluşur. O da Fâtih'e, saltanatın kemâlinin ve tamam olmasının Fenârî ailesinden birine devlette vazife vermekle mümkün olacağını ihtar eder. Böylece Molla Gürânî, Osmanlı'nın kemâle ermesini ilmiyeyle, özellikle de Molla Fenârî yolundan ve soyundan gelen bir âlimle kayıtlandırır.

Onun ilmiyenin hayatına şekil veren Fâtih'le olan ilişkisi, ulemaya nasıl bir üslup sahibi olması gerektiğini gösterir. Akşemseddin'le beraber İstanbul'un fethini hararetle destekleyen ve padişahın yanında yer alan manevî kumandanlardan olan Molla Gürânî, Fâtih'e ve vezirlere isimleriyle hitap eder. Sultan ile karşılaştığında selam verir fakat önünde eğilmez. Kucaklaşır fakat elini öpmez. Bayram günlerinde çağrılmadıkça saraya gitmez. Hayatı boyunca ikbâli ilmin saltanatında tadan bu adam, öldükten sonra omuzlarda değil de ayaklarından sürüklenerek mezara konmayı vasiyet eder. Bütün bunlarla da ilim sahibi olmakla mahviyetkâr ve Melâmîmeşreb olmayı aynîleştirir.