İstanbul'un büyük yangınlarından: 1870 Beyoğlu Yangını

» Bugünkü Beyoğlu 
neye rağmen oluştu?
Taksim-Galatasaray arasının bugünkü mimari yapısı, 1870 Beyoğlu yangını (üstte) sonrasında şekillenmişti. Ancak bu yenilenme, birçok tarihî yapının kül olması pahasına gerçekleşiyordu.
» Bugünkü Beyoğlu neye rağmen oluştu? Taksim-Galatasaray arasının bugünkü mimari yapısı, 1870 Beyoğlu yangını (üstte) sonrasında şekillenmişti. Ancak bu yenilenme, birçok tarihî yapının kül olması pahasına gerçekleşiyordu.

İstiklal Caddesi’nin Galatasaray’dan Taksim’e uzanan sol tarafı bütünüyle yandığı için bugün bölgede bulunan önemli ve büyük binaların hepsi temelden itibaren yeniden yapılmıştır.

Prof. Dr. Semavi Eyice


Tarihî İstanbul kurulduğundan itibaren çok büyük yangınlar geçirmiş ve efsanedeki zümrüd-ü anka kuşu gibi derhal küllerinden yeniden doğmuştur. Haliç’in kuzeyinde bulunan Galata bölgesi de sık sık böyl e yangın afetleriyle karşılaşmıştır. Galata’nın yukarı kesiminde bulunan Beyoğlu’nun en büyük yangını ise 1870’de gerçekleşmiştir.

O tarihe gelinceye kadar büyük bir Osmanlı beldesi olan İstanbul’un dışından buraya gelip yerleşmiş çeşitli ülkelere mensup yabancılar ile yerli azınlıkların karışmalarından meydana gelmiş ve batılıların “Levanten” adını verdikleri, Osmanlıların ise “Tatlısu Frengi” olarak adlandırdıkları karma bir halk topluluğu oluşmuştur. Bunların da genellikle toplu olarak yerleştikleri bölge, Galata’nın kuzey kısmında Beyoğlu olarak adlandırdıkları yerdir.

Kanûnî Sultan Süleyman döneminde 16. yüzyıl içlerinde meydana getirilen ünlü el yazma Irakeyn Seferi menzilnâmesi hakkındaki kitapta Nasuh-es Silâhî’nin İstanbul ve Galata minyatürlerinden ikincisinde Galata kulesinden daha ilerisi bir ormanlık olarak tasvir edilmiştir. Fransızlar ise Beyoğlu’nu “Les Vignes de Pera” yani “Pera bağları” olarak adlandırıyordu.

Osmanlı dönemi boyunca yabancı elçiliklerin devamlı bir merkezleri yapılamadığından Batı Avrupa’dan gelen elçiler tarihî İstanbul’da olmamak şartıyla Galata ve Tophane semtlerinde kiraladıkları bazı yapılara yerleşiyorlardı.

Nitekim 16. yüzyılın sonlarında İngilizlerin Tophane’deki bir yalıda oturdukları ve çevredeki Müslüman halkın bunlardan şikayetlerinin olduğuna dair bir belge günümüze kadar gelmiştir.

Osmanlı devrinde tarihî İstanbul’un içinde başlı başına bir elçilik binası yapılmasına izin verilen tek devlet İran olup, bina eski Babıâli’nin yakınında inşa edilmiştir ve bugün hala konsolosluk olarak kullanılmaktadır. Batı devletlerinin devamlı elçilik binaları ise Galata’nın kuzeyinde evvelce bağlık ve ormanlık bir bölge olan arazide kurulmaya başlanmıştır. Zamanla Hollanda, İsveç, Fransa ve Rus elçiliklerinin geniş araziler elde etmesiyle ahşap konakların yerini muhteşem kâgir saraylar almıştır.

19. yüzyılda diğer batılı devletlerin de satın almak suretiyle mevcut bazı binalara yerleştikleri görülmüştür. Bunlardan ABD elçilik binası ve Taksim Sıraselviler Caddesi başındaki Belçika elçilik binası esasında azınlıklardan Rum zenginlerinin konaklarıdır. Elçiliklerin Beyoğlu semtinde bu şekilde bir araya gelmeleri ve kapitülasyonların yardımıyla her fırsatta bu elçiliklerin koruyuculuğu altına sığınan azınlıklar da evlerini onların çevrelerinde yapmaya girişmişler; beraberlerinde bölgeye Müslüman Türklerin bilmedikleri çeşitli kuruluşlar getirmişlerdir.

Böylece 19. yüzyıldan itibaren Beyoğlu bölgesi bir Batı Avrupa şehri karakterinde gelişmeye başlamıştır.Ancak Galata ve Osmanlı dönemi boyunca büyük yangınlar yaşanmış, bu yüzden buradaki elçilik binalarının yenilenmesi gerekmiştir.

Ahşap bir Osmanlı konağı görünümünde olan Rus elçiliği binası da bu yangınların birinde tamamen yanmış, bunun üzerine Çarlık Rusya 1840’lara doğru, arsası üzerinde İsviçreli mimar Gaspare Fossati’ye bugün halen konsolosluk olarak kullanılan bir saray karakterindeki kâgir binayı inşa ettirmiştir. Beyoğlu’nda bu elçiliklerin ve çevrelerinde gelişip milliyet ve inançları pek belli olmayan fakat genellikle Levanten olarak adlandırılan halk topluluğunun evleri, bunların arasında zengin olanların konakları ve gayet tabii olarak da çeşitli müesseseler kurulmuştu.

» Alevlerin yuttuğu o tiyatro: Türk tiyatro tarihinde çok önemli bir yeri olan Naum Tiyatrosu Beyoğlu yangınında yok olmuştu. Üstte, tiyatronun en görkemli günlerini yaşadığı döneme ait bir gravür görülüyor.
» Alevlerin yuttuğu o tiyatro: Türk tiyatro tarihinde çok önemli bir yeri olan Naum Tiyatrosu Beyoğlu yangınında yok olmuştu. Üstte, tiyatronun en görkemli günlerini yaşadığı döneme ait bir gravür görülüyor.

Küllere teslim

Ana caddenin ucunda, bugün Taksim meydanı olarak adlandırılan yerden itibaren İstanbul’un büyük kabristanlarından biri uzanıyordu. Bu mezarlıkta yüzlerce servi ağacının gölgesinde Müslümanların mezar taşları bulunuyordu. Taksim’den Fındıklı’ya uzanan bu büyük mezarlığın komşusu olarak da İstanbul’da ölen batılı Hıristiyanların özel bir mezarlığından başka Ermenilerin Surp Agop adını verdikleri ayrı bir kabristanları bulunuyordu.

Batılı Hıristiyanlar mezarlıkları ortadan kaldırılırken Feriköy’de Katolik ve Protestan olmak üzere iki ayrı mezarlık kurdular. Toplanan bütün kemikleri de orada bir merkez binasının mahzenine koydukları gibi o binanın taşlarının her birinin üzerine mezarlıkta yatanların isimlerini yazdılar. 1. Dünya Savaşı sırasında (1914-18) Almanlar tarafından balondan İstanbul’un ilk fotoğrafları çekildiğinde Taksim-Ayas Paşa arasındaki sahanın bir servi ormanı halinde olduğu görülür. Bu büyük Müslüman mezarlığından bugün hiçbir iz kalmamıştır.

I. Mahmud (1730-1754) döneminde Taksim meydanının kuzey tarafında Sarıyer arkasındaki su toplama merkezlerinin ve bentlerin yapılmasıyla Beyoğlu ve Galata’ya akarsu getirildiğinde Taksim’e adını veren büyük su dağıtma merkezi yani maksem inşa edilmiştir ki bugün hala meydanın bir kenarında durur. İşte Beyoğlu’nun görünümünü tamamen değiştiren 1870 yangını bu maksem ile Galatasaray’ın karşısındaki sokakta bulunan İngiliz elçiliğine kadar uzanan sahada, Beyoğlu ana yolunun bir tarafını tümüyle küle çevirdi.

Bu yangının tarihçesi, İstanbul’un çeşitli afetleri hakkında güzel bir derleme yapmış olan Mustafa Cezar’ın “Osmanlı Devrinde İstanbul’da Yangınlar ve Tabii Afetler” isimli hacimli makalesinde belirtilmiştir. Bu büyük yangın hakkında Cezar’ın çeşitli kaynaklardan derlediği bilgileri burada aynen aktarıyoruz.

“11 Rebiü’l-evvel 1287 (11 Haziran 1870) Pazar günü Beyoğlu’nda çıkan yangın İstanbul’un büyük yangıları arasında yer almıştır. Beyoğlu yangını ahşap evler sahasında çıktığı ve o gün hava da rüzgârlı bulunduğundan muhtelif kollara ayrılarak etrafa yayılmıştır. Beyoğlu yangınında söndürme faaliyeti ciddi ve gayretli şekilde yürütülmekle beraber büyük bir sahanın yanmasının önü alınamamıştır. Macar Riçini’nin kiracı olarak oturduğu evde çıkan yangın Tarlabaşı’ndan Taksim’e kadar ilerlemiş, bir ucu Galatasaray Lisesi karşısında şimdiki adı ile İstiklâl Caddesi’ne çıkmış, başka bir kol Bülbül deresine doğru inip oradan Emin Bey Camii civarına ve Sürûri Mahallesi hududundan Aynalıçeşme’den İngiliz sefarethanesini de içerisine alarak yine Galatasaray Lisesi civarına kadar uzanmıştır. Ayrı bir kol Kalyoncu kulluğu tarafına ilerlemiş ve önüne rastlayan binalardan bir haylisini yıkmıştır. Bu kolun ilerlediği sahada İtalyan sefarethanesiyle kâgir ve ahşap 500’den fazla ev ve dükkan yanmaktan kurtarılmıştır. Bu yangında 3 bin kadar ev ve dükkan mahvolmuştur.

Beyoğlu yangınında, diğer büyük yangınlarda olduğu gibi sadece ahşap binalar değil, kâgir binalar da zarar görmüştür. Bilhassa Kalyoncu kulluğu civarlarında ve dükkanlarının kâgir oluşuna güvenen bazı kimseler pencerelerinin demir kapaklarını kapayıp içeride kalmışlardır. Alevlerin şiddetinden bu binaların çatıları tutuşmuş veya başka bir türlü evlerin içindeki eşyalara ateş sirayet etmiş, neticede de ev halkı şaşırarak bodrumlara koşmuş veya dumanlardan boğulmuştur. Nitekim yangından sonra enkaz arasından 104 ceset çıkarılmıştır. Ölenlerin hepsi de Hıristiyandır. İngiliz sefiri de bu yangında canını zor kurtarmıştır. Sefire önce alevlerin sefarethane binasına pek yaklaştığını memurları ihtar ederek ateşin şiddetinden kâgir binaların bile yandığını belirtmişlerdir. Fakat sefir, binanın kâgirliğine fazlaca güvenip, pencerelere demir kapaklar kapatmak suretiyle içerde kalmıştır. Bu durumda iken ateş pencerelerden içeriye geçmek imkânını bulmuş, böylece İngiliz sefareti de yanan yerler meyanına dahil olduğundan elçi de kendisini zor kurtarmıştır.”

Büyük Britanya İmparatorluğu’nun elçisinin kavrulmaktan zorlukla kurtarılabilmiş olması o tarihlerde yaşayanların gülerek anlattıkları olaylardan biridir.

» Yangının izleri silindiğinde… Beyoğlu’nun Haliç’e bakan sınırında yer alan Galata, tarihte sık sık yangın felaketleriyle yüz yüze kalmıştı. Büyük Beyoğlu yangınından 40 yıl sonra Galatasaray Postanesi’nden Fransa’ya gösterilen bu kartpostalda o günlerin Galata rıhtımı görülüyor.
» Yangının izleri silindiğinde… Beyoğlu’nun Haliç’e bakan sınırında yer alan Galata, tarihte sık sık yangın felaketleriyle yüz yüze kalmıştı. Büyük Beyoğlu yangınından 40 yıl sonra Galatasaray Postanesi’nden Fransa’ya gösterilen bu kartpostalda o günlerin Galata rıhtımı görülüyor.

Ağa Camii de harap oldu

Abdurrahman Kılıç tarafından “Büyük Beyoğlu Yangını” adıyla yayınlanan makalede bu yangın felaketinin bir Macar’ın evinden başladığı ve itfaiye teşkilatının yetersizliği, rüzgarın şiddeti, ayrıca binaların büyük bir kısmının ahşap olması sebebiyle yangının hızla gelişerek 8 bine yakın evin kül olduğu ve 104 kişinin de canlarından olduğu bildirilmektedir. Yangın sahasında önce felaketzedelerin birtakım barakalar yaptıkları, bu arada da alışveriş için dükkan ve kahvehaneler gibi bazı derme çatma binaların yapıldığı öğrenilmektedir. Felaketzedelerin barınması için bir süre Taksim’deki Topçu Kışlası da tahsis edilmiştir. Yangının ardından İstanbul’un itfaiye teşkilatı Macaristan Kont Szechenyi (Zeşeni) Paşa idaresinde yeniden bir düzenlemeye girmiş, bununla birlikte sigorta ve sigortacılık da canlı bir faaliyet sahası olmuştur.

İstiklal Caddesi’nin Galatasaray’dan Taksim’e uzanan sol tarafı bütünüyle yandığı için bugün bölgede bulunan önemli ve büyük binaların hepsi temelden itibaren yeniden yapılmıştır. Le Docteur Prunetti adındaki bir yabancı yangın hakkında İstanbul’da, La Catastrophe de Pera (Beyoğlu Felaketi) adlı, ufak boyda ve 36 sayfalık bir kitapçık bastırmıştır. Ancak bu kitapçığın başında bu afetin 5 Haziran 1870’de gerçekleştiği görülür. Tarihler hususundaki beş altı günlük farklar herhalde hicri takvimin miladiye çevrilmesinden dolayı olmalıdır.

Şu bir gerçektir ki, büyük Beyoğlu yangını 1870 yılının Haziran ayının başlarında yaşanmıştır. Bu kitapçıkta yangın hakkında yer alan Fransızca metinden başka sonda bir de harita bulunmaktadır. Bunda afetin tahrip ettiği bütün bölgeler parselleriyle birlikte gösterilip kitapçık metninde de yanan binalar hakkında açıklamalar yapılmıştır.

Bölgede yanan binalardan bir tanesi de semtin tek İslam eseri olan ve genellikle Ağa Camii olarak adlandırılan mesciddir. Esası 1596 tarihinde Galatasaray ağalarından Şeyhü’l-Harem Hüseyin Ağa tarafından kubbeli olarak yaptırılan cami 19. yüzyıl başlarında harap olmuş ve Sultan II. Mahmud tarafından ihya ettirilmiş, sonra da bu yangında tekrar harap olmuştur. Bu caminin yerine küçük ölçüde ve üstü ahşap çatıyla örtülü yeni bir ibadethane yapılması, Suzan Hanım adlı bir hayır sahibi tarafından gerçekleştirilmiştir.

Ağa Camii’nin perişan bir köy mescidi durumundan çıkarılması için yapılan restorasyonda çok aşırıya gidildi ve bu küçük ibadethane aslında hiç olmayan bir mimari üsluba kavuşturuldu. Bunun da en bariz işareti saçak çevresinde binayı dolaşan ‘Fleurons’ dizisidir. Caminin çevresini saran hazirede çok sayıda mezar bulunuyordu.

Yeni bir avlu duvarı içine alınan caminin yanındaki hazirenin mezar taşları da tamamen kaldırıldı. Halbuki bunlar, cami yapıldığından beri Beyoğlu’nda yaşamış olanların belgesi idi. Caddeden ayıran belirli bir sınırı olmadığından oldukça perişan bir görünümdeki bu mezarlarla birlikte bu küçük cami gerçekten hüzün verici bir manzara arz ediyordu.

Ünlü şairimiz Nazım Hikmet de işgal yıllarında yabancı bayraklarla donanmış Beyoğlu caddesinde gezerken gördüğü bu perişanlıktan duyduğu hüznü, o sıralarda koyu milliyetçi bir görüşte olduğundan bir şiirle dile getirmiştir.

Ağa Camii şehrin en büyük ana caddesinin kenarına yakışmayacak bir görünümü uzun yıllar korudu. Haziredeki mezar taşları devrilmiş, toprak caddeye doğru akmış durumda idi. Ancak 1936-37 yıllarına doğru vakıflar idaresi tarafından bu küçük caminin büyük ölçüde tamirine ve çevresinin düzenlenmesine girişildi. Yanındaki hazire ve mezar taşları kaldırıldı, pencereli kesme taş bir duvarla etrafı çevrelendi, orijinal mimarisinde olmayan birtakım bezemelerle caminin esas binası aslından daha süslü ve gösterişli bir biçime sokuldu.

Nihayet avlusuna Mimar Sinan’ın Kasımpaşa’daki eserlerinden Kaptan-ı Derya Sinan Paşa Camii’nden sökülmüş mermer bir şadırvan getirilerek monte edildiği gibi ayrıca Eyüp’teki Oluklu Bayır tekkesinden de fıskiyeli mermer bir havuz getirilip kondu.

» Tulumbacılıktan İtfaiye Alayına: Beyoğlu yangını sonrasında tulumbacılığın bırakılıp modern bir itfaiye teşkilatının kurulması için kollar sıvanır. Macaristan’daki Avrupa’nın en modern itfaiye teşkilatının başında bulunduğu için ülkeye getirilen Szechenyi Paşa 26 Eylül 1874’te İtfaiye Alayını kurar ve 48 yıl görevinin başında kalır.
» Tulumbacılıktan İtfaiye Alayına: Beyoğlu yangını sonrasında tulumbacılığın bırakılıp modern bir itfaiye teşkilatının kurulması için kollar sıvanır. Macaristan’daki Avrupa’nın en modern itfaiye teşkilatının başında bulunduğu için ülkeye getirilen Szechenyi Paşa 26 Eylül 1874’te İtfaiye Alayını kurar ve 48 yıl görevinin başında kalır.

Naum’dan Çiçek Pasajı’na...

Bu yangında tamamen yok olan önemli yapılardan biri de Naum Tiyatrosu’dur. Türk tiyatro tarihinde çok önemli bir yeri olan bu sahne yapısına dair evvelce yazdığımız bir makalenin bazı kısımlarını burada aktarıyoruz.

İstanbul’da batılı anlamda ilk gösteri merkezi olarak Bosco adında bir İtalyan, 1840’ta Beyoğlu’nda özel bir fermanla bir tiyatro binası yaptırmıştı. O yıllarda çıkan bir gazete haberinden öğrenildiğine göre 500-600 kişi alabilecek kapasitedeki bu tiyatronun yuvarlak bir salonu vardı. Parterdeki koltuklardan başka localı balkonları da olduğu anlaşılmaktadır.

Bosco bir süre İstanbul’da çalıştıktan ve çeşitli oyunları sahneye koyduktan sonra bilinmeyen bir sebeple, 1842-1844 arasında faaliyetini durdurmuş ve 1844 Aralık’ında çıkan bir gazete haberine göre tiyatrosunun ahşap binası, Osmanlı tebaasından Suriyeli Arap-Hıristiyan Tütüncüoğlu Mihail Naum tarafından satın alınarak yeniden işletmeye açılmıştır.

Ancak 23 Aralık 1842’de açılan Naum Tiyatrosu’nun da ömrü fazla uzun olmadı. Bu ahşap bina, 1847’de çıkan Beyoğlu yangınlarının birinde harap oldu.

Tiyatroyu yeniden inşa ve ihya etmek için girişimlerde bulunarak Galatasaray’ın büyük kapısı karşısındaki bu yerde yapılacak yeni tiyatrosunun projesini yabancı bir mimara, Gaspare Fossati’ye (1809-1883) havale ettirdiği ve onun da bir proje çizdiği bilinir. (Bu proje bugün İsviçre’de Bellinzona arşivinde mevcuttur.) Ancak yapımın, o sıralarda İstanbul’da bulunan William James Smith tarafından gerçekleştirildiği de ileri sürülmektedir. Her kim tarafından yapılmış olursa olsun Naum Tiyatrosu muhteşem bir eser olarak ortaya çıkmıştı.

Fossati İstanbul’da pek çok bina inşa etmiş, Ayasofya’nın da 1847-1849 arasında büyük ölçüde restorasyonunu gerçekleştirmiştir.

Ayasofya’nın Marmara tarafında ilk Darülfünun (üniversite) binasını yapmıştır ki, bu yapı çeşitli görevlerde kullanıldıktan sonra İstanbul Adliyesi’ne çevrilmiş ve 1933’te yandıktan sonra tamamen ortadan kaldırılmıştır. W. J. Smith ise İngiliz elçilik binasını yapmıştır.

Bu kâgir tiyatro binasının parterinde iki dizi halindeki kanepelerden başka birinci katta 25 loca bulunuyordu. İkinci katta ortada padişaha mahsus şeref locası ve yanlarda da localar sıralanıyordu. Üçüncü kattaki bir dizi locadan başka dördüncü katta paradi yer alıyordu. Yaldızlı ve bezemeli tavan nakışları arasında ünlü müzisyenlerin portreleri de işlenmişti. Salonun aydınlanması tavanın ortasından sarkan muazzam büyüklükteki bir kristal avizeyle sağlanıyordu. İç dekorasyonu ve mimarisi bakımından göz kamaştıran muhteşem tiyatro binası 1870 yangınında tamamen yanmıştır. Tiyatronun içini gösteren bir gravür salonun zenginlik ve ihtişamı hakkında fikir verir. Ne yazık ki dış mimarisini gösteren bir belge elimize geçmemiştir. Bu tiyatronun tarihçesi Emre Aracı tarafından geniş ölçüde işlenerek 2010’da yayınlanmıştır.

Naum Tiyatrosu’nun yeri, Beyoğlu’nun ünlü zengin Rumlarından Hristaki Zographos tarafından satın alınarak burada 1874’te Cite de Pera adıyla Avrupa üslubunda büyük bir pasaj ve en üst katı da lojman olan iş hanı inşa ettirilmiştir.

Daha sonra başkasının mülkiyetine geçen bina, önceleri ana caddeden giriş kısmının sol tarafında Beyaz Ruslardan İvan Miniski’nin büyük çiçek dükkanı, onun yanında da İstanbul Rumlarından Sabuncakis’in çiçekçi dükkanı olmak üzere daha çok çiçekçiler tarafından kullanılıyor, bundan dolayı da Çiçek Pasajı adıyla anılıyordu.

Sağ tarafta Degüstasyon adındaki restoranının servis kapısı yanından ayakta bira servizsi yapılmasıyla başlayan akım sonunda yavaş yavaş bir meyhaneler pasajı halini alarak dükkanların alt katları yerlerini meyhanelere bıraktı. Sonrasında da bu geçit yeri güzel kokulu cazip atmosferini bütünüyle kaybetmekle beraber eskiden kalan Çiçek pasajı adını muhafaza etti.

Bu meyhanelerin yer kazanmak için ara duvarları kaldırmaları üzerine yaklaşık 30 yıl kadar önce bir gece koca binanın bütünü çöktü. Yalnız cephe ayakta kalmıştı fakat ana cadde için tehlikeli durumundan dolayı o da aşağı kata kadar indirilerek sadece iki katı kalacak surette meyhane olarak restore edildi.

Bugün öylece kullanılmaktadır. Arsanın geri kalan yerine de binalar yapılmıştır. Bu han Sultan II. Abdülhamid döneminde dokuz defa sadrazamlık makamında bulunan Mehmed Said Paşa (1838-1914) tarafından satın alınmıştı. Bugün ondan kalan tek hatıra, adını buradan alan arkadaki Tiyatro Sokağı’dır.

» Ahşap binadan kurtarma telaşı: Beyoğlu yangınını gösteren bu temsilî çizimde halkın telaşını ve yaşanan kargaşayı görmek mümkün. Solda yükselen minare, en çok zarar gören ahşap binalardan kurtarılmaya çalışılan kişilere hüzünle bakıyor sanki.
» Ahşap binadan kurtarma telaşı: Beyoğlu yangınını gösteren bu temsilî çizimde halkın telaşını ve yaşanan kargaşayı görmek mümkün. Solda yükselen minare, en çok zarar gören ahşap binalardan kurtarılmaya çalışılan kişilere hüzünle bakıyor sanki.

İlimler Akademisi de kül oldu

Ana caddede yangından sonra inşa edilen yapıların en görkemlisi, Tokatlıyan Otel ve restoranı idi. Adından anlaşıldığı gibi Ermeni asıllı bir kişi tarafından inşa ettirilen bu bina tamamen Batı üslubundaki mimarisiyle göze çarpıyordu.

Ana caddeden girişi sağlayan iki kapısının da üzeri, batıdaki bazı saray usulü otellerde olduğu gibi arabadan inip içeri girecek olan müşterilerin yağmurdan ıslanmamaları için renkli camlardan yapılmış markiz denilen saçakla korunmuştu. Binanın alt katında, bazen düğün törenlerinin de yapıldığı büyük bir salon vardı.

Cadde üzerinde ise büyük bir kafeterya bulunuyordu. Bu şekilde kullanıldığı süre boyunca Beyoğlu’nun kimi aristokrat ileri gelenleri bu kafeteryanın camlarının önündeki masalarda otururlar, önlerindeki yaya kaldırımından akan kalabalığı seyrederken içkilerini veya kahvelerini yudumlarlardı.

Tabii yoldan geçenler de onlara bakardı. (Beyoğlu’nun batı üslubunda yapılmış en muhteşem otelleri Pera Palace (Pera Palas) ile Tokatlıyan Oteli idi.)

Yakın tarihlerde Tokatlıyan Oteli gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra sıradan bir iş hanına dönüştürüldü. Ana cadde üzerinde azınlık mensubu zenginlerden bazı kişilerin de konakları bulunuyordu. Büyük yangından sonra inşa edilen bu yapılardan biri, Galatasaray Lisesi’nin karşısına isabet eden ve uzun yıllar Beyoğlu postanesi olarak kullanılan yapıdır.

Oldukça gösterişli bir iç süslemesi olan bu binanın esas sahibi, hatırımda kaldığına göre, bir Ermeni zengini idi. İstanbul’da ilk radyo yayınları yapıldığında da bu binanın üst katının kullanıldığı bilinir.

Ancak yakın tarihlerde bu gösterişli yapı, içinde gerekli düzeltmeler yapıldıktan sonra PTT müzesine dönüştürülmüştü. İkinci özel bir konak da Taksim’e doğru Tokatlıyan’ı geçtikten sonra yer alan bir yapıydı.

Bu, Fransız tiyatrosu da denilen tiyatro binasının yanında yükselen ve bir Rum zenginine ait olan özel bir konak olup uzunca bir süre, bilhassa II. Dünya Harbi sırasında ABD’nin haber servisi olarak kullanıldı. Yakın tarihlerde yeniden Yunan devletine geçerek Yunan konsolosluğu yapıldığı bilinmektedir.

Bu bölgede bütünüyle yok olan yapılardan biri de İstanbul Rumlarının bir tür batıdaki İlimler Akademisi’nin benzeri olarak tasarladıkları ve 1860’lara doğru kurdukları Yunan edebiyat kurumu Hellenicos Philologicos Syllogos (İlimler Akademileri)’dur.

Her yıl batıdaki akademilerde olduğu gibi konferans salonunda çeşitli konularda yerli veya batıdan gelmiş yabancılara konuşmalar yaptırılan, yıl bitiminde de bunların metinleri ciltler halinde yayınlanan kurumun İstanbul’un Rum zenginlerinin bağışlarıyla toplanmış büyük bir de kütüphanesi vardı.

1870 yangınının alevleri içinde bu kurumun da binası, zengin kütüphanesi ve o tarihe kadar basılmış yıllıklarının tüm stoku ile yandı. Bu felaketten sonra aynı müessese yine Rum zenginlerin bağışları ile Tokatlıyan Oteli’nin arkasındaki sokakta, Dor üslubunda bir cepheye sahip olarak yeniden inşa edilerek tekrar zengin bir kütüphaneye sahip olurken ilmî çalışmalar da sürdürülmüş ve yıllığın ilaveleriyle birlikte basılmasına devam edilmiştir.

1923’te bu kurumun çalışmaları durdurulmuş, kütüphanesine ve binasına el konulmuş, kitaplar bir süre sonra Ankara’ya götürülerek TBMM’nin kütüphanesinin esası olmuştur. Bu binanın uzunca bir süre Beyoğlu Sulh mahkemesi olarak kullanıldığını biliyoruz. Bir müddet sonra da anlaşılmaz bir işlemle bina yıktırıldı, yeri arsa halinde bırakıldı.

Cadde yeniden yapılanıyor

Evvelce adı Cadde-i Kebir olan, Fransızların ve Levantenlerin ise Fransızca olarak Grande Rue de Pera olarak adlandırdıkları Pera, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren İstiklal Caddesi olarak anılmaktadır. 1870 yangınından sonra bu caddenin sol tarafında büyük bazı binaların yapımına girişilmiştir.

Bunlardan biri de Ağa Camii’den sonraki yerde yükselen, Rumeli hanı denilen ve Mabeyinci Ragıp Paşa tarafından yaptırılmış iş yeridir. En alt katında, bugün sahip değiştirmiş olarak bütünüyle kullanılan, İstanbul’a yerleşmiş bir Fransızın kurduğu Rebul Eczanesi bulunuyordu.

Buradaki bir diğer ünlü müessese de Beyoğlu’nun Türkler tarafından kurulan ve son derece az rastlanır müesseselerinden biri olan ünlü Abdullah Efendi Lokantası’ydı. Uzun yıllar işletildikten sonra bu lokanta Boğaz’da başka bir yere taşındı.

Batı mimarisine uygun olarak bölgede inşa edilen iş yerlerinden biri de İngiliz elçiliğinden Galatasaray önüne gelen kavisli yolun kenarında bulunan ve Aynalı Pasaj olarak adlandırılan alışveriş merkezidir. Bir yanının üstü kapalı yolun iki tarafında karşılıklı dükkanlar yapılmış, bu dükkanları ayıran payelerin yüzeylerine ayna konulduğundan Aynalı Pasaj diye adlandırılmıştır.

1874’te Ohing adlı bir Ermeni tarafından mimar Pulgher’e yaptırılan binadaki dükkanlarda genellikle müzik aletleri ve bunlar için gerekli aksesuar ile notalar, ayrıca kadın el işlerine gerekli malzemeler satılırdı.

Yangından sonra ana cadde üzerinde inşa edilen önemli büyük yapılardan biri de Lüksemburg adındaki bir sahne binası idi. Bu büyük yapı 1930’larda yıktırılıp yerine Saray Sineması inşa edilerek uzun yıllar semtin en modern sinema ve sahne yeri olarak kullanılmıştır.

Yeni Ar Sokağı girişinin sağ tarafında yangından hemen sonra yapılan bir tiyatro binası vardı ki, sonra burası Eclair/Ekler adıyla sinemaya dönüştürülmüştü. 1932 olaylarından sonra adı Şark sinemasına dönüştürülen bu son derecede köhne bina ancak dördüncü beşinci vizyon denilen çok eski filmlerin gösterildiği bir yer olarak bir süre kullanıldı.

1932 olaylarının aslı şudur: 1930’lu yıllarda milliyetçi olan üniversite gençliği Beyoğlu’ndaki eğlence yerleri ve mağazaların yabancı isimlerle tanınmasına karşı çıkmış ve şiddetli bir gösteri yaparak bazılarının vitrinlerini kırmışlar, isim levhalarını söküp indirmişlerdi. Böylece diğer sinemalar gibi Ekler Sineması’nın da adı değişerek Şark Sineması olmuştu. Yangından sonra bir tiyatro binası da eski adı Artistik iken Sumer’e dönüştürülmüş olan çok modern bir mimariye sahip sinema binasının bitişiğinde bulunuyordu.

Fransız tiyatrosu olarak bilinen bu binanın içine, yine Fransız pasajı denilen bir pasajdan geçilerek gidilirdi. Bu yapı da uzun yıllar İstanbul Şehir Tiyatrolarının komedi kısmını misafir ettikten sonra bir hayli süredir kullanılmadan kapalı bir halde durmaktadır.

Yangın arazisinde ana cadde üzerine yapılan iki büyük ve mimarî bakımdan değerli bina vardı ki bunlardan biri Cercle d’Orient (Serkldoryan) binası olup bugün caddenin en gösterişli mimarî yapılarından biridir. Altında dükkanlar, çeşitli mağazalar, hatta bir de pasaj bulunan bu yapının içinde batıdaki opera binalarından eksik bir tarafı olmayan son derecede muhteşem bir sahne binası bulunuyordu.

Önceleri adı Opera iken sonra İpek’e dönüştürülen bu sahne binasının iki yan duvarında saray hayatını tasvir eden, gayet büyük ölçüde temsilî fresko resimler vardı. Üstündeki tonozda da kristal camlardan muazzam üç avize bulunuyordu. Maalesef bu muhteşem seyir binası iki yangın geçirerek bütün bezemelerini ve zengin süslemesini kaybetti; bu haliyle uzun yıllardan beri durmaktadır.

Serkldoryan binasının diğer katları zengin süslemeli muhteşem salonlar halindedir. Bunlar da Beyoğlu’nun eski zenginleri, ki bunlar genellikle azınlıklar ve yabancılardan meydana geliyordu, buralarda akşamları şömine karşısında koltuklara gömülüp sohbet ederler veya briç oynarlardı.

Avrupaî Beyoğlu

Yeni Ar Sokağı’nda ise Melek adı verilen diğer bir sinemanın girişi bulunuyordu. Bu sinemanın sahne binası, bitişiğindeki İpek Sineması’nın sahnesine doğru uzanırdı. Bunun da içi, öteki kadar olmasa da oldukça bezemeli idi. Son günlerde uzun yıllardır kullanılmayan bu sinema binasının da bozulup iş hanına dönüştürülmesi yolunda tasarılar öne sürülmekte, bazı kuruluşlar da bu projelere şiddetle karşı çıkmaktadırlar.

Büyük yangından sonra eski yangın yerinde, İstiklal Caddesi ile Tarlabaşı Caddesi arasındaki sahada, artık ahşap evler değil, küçük çapta kâgir evler yapılmıştı. Bunların sahipleri veya burada ikamet edenler çoğunlukla şehrin azınlıklarına mensuptu. Bunlar, yabancı veyahut Levanten büyük iş adamlarının yanlarında çalışan hizmetlilerden oluşuyordu.

Bu sokaklar ve evler Cumhuriyet dönemine kadar geldi. Fakat bir süre sonra bazı sokakların karakterinin değiştiği görülür. Osmanlı devrinde Galatasaray yakınındaki Katolik St. Antoine Kilisesi’nin arkasındaki bir mahallede yerleşmiş olan genel ev semti, Abanoz Sokağı adı verilen yere geçti. Yıllarca bu sokağın karşılıklı iki sıra halinde uzanan evleri, İstanbul’un en ünlü ve en merkezî genel ev bölgesi olarak tanındı. Fakat 1950’li yıllardan sonra bu sokak temizlenerek normal yerleşime açıldı.

Varlıklı ekalliyet mensuplarının gerek cadde üstünde, gerekse arka sokaklarda yaptırmış oldukları oldukça iddialı ve içleri zengin bir surette bezenmiş konakları da vardı. Bunlardan biri, yangından az sonra yapılmış olan bir Rum’un konağı olup Tokatlıyan Oteli’nin arkasındaki bir sokakta bulunuyordu.

Bu bina Cumhuriyet devrinde uzun yıllar Beyoğlu Emniyet Amirliği olarak kullanıldı. Küçücük ağaçlı çiçekli bir iç avlusu vardı ve bu avlunun dip duvarına yuvarlak kemerli bir niş, nişin içine de antik bir başsız mermer heykel yerleştirilmişti.

İşte Beyoğlu tarihinde büyük ve önemli bir felaket olarak kabul edilen 1870 yangını hakkında özetlenen bilgiler bunlardan ibarettir.

Beyoğlu’nun Avrupaî bir görünüm kazanması bu yangın sebebiyledir. Yangından önce tamamen ahşap binalardan oluşan bu semt, yangından sonra hızla çeşitli ölçülerde kâgir binalarla doldurulmuş ve bu haliyle günümüze kadar gelmiştir.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım