Lozan’da laiklik sözü verildi mi?

​Lozan Barış Antlaşması Türkiye tarihinin en keskin kırılma noktasıdır. Bu önemine rağmen iç yüzü, henüz tam anlamıyla aydınlığa çıkarılmış değildir. Doç. Dr. Cemal Fedayi Derin Tarih dergisinde bu muallağı döneme şahit olanların ifadeleriyle açarak anlatmaktadır.

1928 tarihli Erkan-ı Harbiye Riyaseti'nin haritası
Her şeyden önce Lozan heyetimizde zafer kazanmış bir ülkenin temsilcilerine mahsus özgüven görülmez. Henüz resmen devlet olamamış bir oluşum (TBMM Hükümeti), daha görüşmelere başlamadan koskoca Osmanlı saltanatını tarihe gömmüştür. Fakat o tarihte henüz kendisi bir devlet olarak tanınıp bağımsızlığı onaylanmış bir varlık vasfını kazanmış değildir. Vahim olan şudur ki, bağımsızlığı tanınmazsa eski devlet yıkılmış, ancak yerine yeni bir devlet kurulamamış olacak, boşlukta kalacaktı.

Bu muallaktaki durum yüzünden Türk heyetinin birinci hedefi, ne pahasına olursa olsun bağımsızlığını büyük devletlere kabul ettirmek olmuştur. Heyet, bağımsızlık karşılığında her türlü tavizi vermeye hazırdır. Bunu hatıratlardaki ifadelerden hissedebiliyoruz. Türk heyeti hem teknik, hem de psikolojik olarak baskın değil, çekingen durumdadır. Hakim anlayış şudur: Batı Trakya'nın, Musul'un, Halep'in vs. kaybedilmesi çok da önemli değildir; yeter ki bağımsızlık talebimiz kabul edilsin!

Laiklik Lozan Antlaşması'nın bilinen maddeleri arasında yer almaz. Ancak uzun müzakere sürecinde resmen ve ismen konuşulmuş; azınlıkların hakları müzakere edilirken, 30 Aralık 1922'de ilk defa laiklikten bahsedilmiştir. Heyetimizin ikinci adamı Dr. Rıza Nur, Türk Hükümeti'nin hazırlamak istediği 'laik kanunlar'dan bahseder. Müzakereler sırasında medenî hukuka ilişkin hükümler gündeme gelmiş ve kanunlarımızdaki bu hükümlerin dinî nitelikte olduğu vurgulanmıştır. Bundan sonrası resmî zabıtlara aynen şöyle geçmiş: “Türk Temsil Heyeti'nin inanılmasını birkaç kez istediği gibi, bu yasalar yerine, tümüyle çağdaş yasalar konulacaktır. Türk Temsil Heyeti, 'herkese uygulanabilir bir kanun hazırlamanın imkânsız olmadığını' düşünmekten vazgeçmemektedir.” 'Çağdaş yasalar' ve 'herkese uygulanabilir bir kanun' demek, laiklik demektir. Çünkü laiklik, din farkı gözetmeksizin herkese aynı kanunların uygulanmasıdır.

Bir 'kontr-proje' olarak laiklik
Bu hususu Dr. Rıza Nur anılarında şöyle anlatmaktadır;

“Onlar bir proje verdiler. Ben de kontr-proje verdim. Bu projemde ilk olarak bizde ve konferansta 'laik' tabirini kullandım. Bunu sonra birçok defa tekrar ettim ve kanun-i medenî [medeni kanun] yapacağımızı, bunu Avrupa'dan alacağımızı, zaten dinî devletten ayıracağımızı söyledim. (...) Eskiden beri Avrupa'nın ve Hıristiyanların en mühim davası: 'Sizin kanunlarınız dindir. Dininiz Müslüman. Müslümanlık ile Hıristiyanları idare edemezsiniz' der. Bunda tabii hakları var... Ben daha evvelden ağızlarını tıkamak için Türkiye'nin din ve hükümeti ayırıp laik devlet olduğunu, bir kanun-i medenî yapacağını, bunu da bu esas üzerine pek yakında yapacağını ve Avrupa'dan aynen alacağını söylüyorum. Zaten Padişahlığı lağvederken takririme bu esası da sokuşturuvermiştim. Din ve Hilafeti devletten ayırmıştım. (...) Fransızlar da bana güçlük [destek] veriyorlar. Ben kanun-i medenî, din ve devlet ayrılması deyince susuyor ve hatta bazen takdir edip bizim teze iştirak ediyorlar.”

Ayrıca yabancı hukuk müşavirleri atanması meselesi üzerinde de durmak gerekir. Yabancıların ve gayrimüslim azınlığın hukukî güvenceleri tartışılırken, Türk tarafının, herkesi içine alacak laik yasalar yapılacağını söylemesine rağmen, bu beyanlar yeterli bulunmamış ve azınlıkların hukukî açıdan himayesi, antlaşmaya ek bir bölüm konulmak suretiyle garanti altına alınmıştır.

Batılı devletler kendi vatandaşı olup Türkiye'de ikamet etmekte olanların adlî imtiyazlarının aynen devam etmesini, bunlarla ilgili belirli davaların yerli ve yabancı hâkimlerin katılacağı karma mahkemelerde görülmesini istemişlerdi. Ayrıca Türk Hükümeti'nden, hukukî reformlarını gerçekleştirmek üzere yabancı hukukçulardan oluşacak bir komisyon oluşturulmasını talep etmişlerdi. Türk tarafı ise yabancı hâkim istihdamına karşıydı. Ne var ki, adlî kapitülasyonların kaldırılması karşılığında bir taviz verilmesi gerekli görüldüğünden, yabancı hukuk müşavirlerinin istihdamı ve hukuk reformlarının hazırlanmasında bunlardan yararlanılması görüşü Ankara'ya sorulacaktır.

Neticede TBMM, hukuk reformlarında kullanılmak üzere 5 yıl süreyle yabancı hukuk müşavirleri (danışmanları) istihdam etmeyi kabul etti. Bu karardan sonra “İslam hukuku ile Batı hukukunun yararlı bir sentezini oluşturmaşeklinde özetlenebilecek olan politika terk edilerek, Avrupa ülkelerinden kanunları olduğu gibi almak yönünde bir “resepsiyon (iktibas) politikası” izlenmeye başlanmıştır.

Yabancı hukuk müşavirlerinin çalıştırılmalarını öngören ve Lozan Antlaşması'na ekli olarak imzalanan Adli Yönetime Dair Beyanname'de, izlenecek hukuk politikası hakkındaki şu sözler dikkati çekmektedir: “Söz konusu hükümet (BMM Hükümeti), ahlakî ve medenî ilerlemelerin haklı göstereceği yenilikleri icra için inceleme ve araştırmaları yapmaya amadedir.” Bakanlar Kurulu da, bu beyannameye dayanarak çalıştırılacak hukuk müşavirlerinin istihdam şartlarını 3 Ağustos 1924 tarihli bir kararla tespit etmiştir.

Türk delegasyonunun 2 numaralı ismi Rıza Nur, zaten her alandan müşavir getirmenin Türk'ün 'millet', Türkiye'nin de 'devlet' olabilmesi için gerekli olduğu görüşündeydi. Şöyle yazar anılarında:

“Müşavir... Zaten 3 değil, muhtelif şeylerde Avrupa'dan birkaç 100 müşavir getirmek mecburiyetindeyiz. Bunsuz Türkiye'yi devlet ve Türk'ü millet yapmak mümkün olmadığı kanaatindeyim. (...) Zaten Lozan Muahedesi her beladan kurtuldu. Onda yalnız ufak bir bulaşık kaldı! O da adliyede, kabotajda ilh... 5 yıllık bir müşavir meselesidir. 5 yılda o da bitecek. Bir milletin hayatında 5 yıl nedir ki? Hem de zararsız, faydalı bir şey.” (Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, Frankfurt, 1982, c. 2, s. 1012, 1075.) Resmî görüşün sözcüsü Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin Türklerin bu asırda medeniyet yolunda öğrenci oldukları ve yenilik için 'tam adamı'nı bulmanın gerekli olduğu yolunda bir yorum yapması da ilginçtir.

Lozan dönüşü İsmet Paşa’nın Lozan’dan dönüşünde Hereke’de karşılanışını, Tevhid-i Efkar gazetesinin hususi fotoğrafçısı böyle ölümsüzleştirmişti. (1 Ekim 1923-IRCICA Arşivi)
Sonuç olarak, Türkiye Lozan müzakere sürecinde laikliğe geçeceği sözü vermiş ve bu söz yabancı hukuk müşavirleri eliyle hayata geçirilmiştir. Böylece Osmanlı'nın ve TBMM Hükümeti'nin ilk başlarda benimsediği senteze dayalı bir hukuk sistemi oluşturma politikası terk edilerek Avrupa'dan kanun ithali yoluna gidilmiş; böylece başlayan laikleşme, Lozan'ın onaylanmasının ardından siyasî alana da yansıtılmıştır.

Lozan'ın yeni Türkiye'nin şekillenmesi üzerindeki olağanüstü etkisini görebilmek için konferans sürecinde olup bitenlere kabaca bakmak yeterlidir: Türkiye, Lozan Konferansı'na davet edilince 'Saltanatın İlgası' etiketi altında koskoca Osmanlı İmparatorluğu'nu ilga etmiştir. Ardından aynı zamanda Darü'l-Hilafe olan İstanbul'un yerine Ankara başkent yapılmış, derken Cumhuriyet ilan edilmiş, nihayet 3 Mart 1924'te Osmanlı'nın yıkılma süreci 'Hilafetin İlgası' adı altında tamamlanmıştır.

Lozan’ın imzasından hemen önceki hamasi havayı gösteren bu karikatür, Karagöz gazetesinin 18 Temmuz 1923 tarihli nüshasında yayınlanmıştır. Solda İsmet Paşa askerî kıyafetiyle gösterilmiş olup en sağda ufak boyutta çizilen kişi Yunanistan başbakanı Venizelos’tur. Ortadaki 3 şahıs Japon, Fransız ve Amerikan delegasyonunu temsil etmektedir.
Karagöz'ün gözüyle
Lozan Devletler: Paşam, al şu cicileri de artık bize müsaade et gidelim.
Karagöz: Uğurlar olsun çelebiler! Ama şunu vaktiyle yapsaydınız da herkes bu sıkıntıyı çekmeseydi ya!