Lozan'ı normalleştirmeliyiz

Karikatürist Derso ile Kélin’in Lozan Antlaşması’nın imza törenini yansıtan çizimi
Karikatürist Derso ile Kélin’in Lozan Antlaşması’nın imza törenini yansıtan çizimi

Millî Mücadele döneminin diplomatik gelişmeleri dikkatle incelenirse Mustafa Kemal Paşa’nın savaşmaktan ziyade diplomasi yoluyla sorunların çözümünden yana olduğu görülür. Hatta Büyük Taarruz öncesinde Mustafa Kemal Paşa’nın Ali Fethi Bey’i (Okyar) Paris ve Londra’ya göndererek Fransız ve İngilizlerle müzakereye çalışması bunun tipik örneğidir. Bu da siyaset ve diplomaside normal kabul edilmesi gereken son derece pragmatik bir tavırdır.

Prof. Dr. Mustafa Budak


Son yıllarda Türkiye’de siyaset, hukuk, ekonomi ve askerî konularda bir normalleşme süreci yaşanmakta. Bu normalleşme, gelişen ve güçlenen Türkiye’nin gelecek vizyonu açısından son derece önemli olduğu gibi mevcut ve kronikleşmiş birçok sorunun çözümünü kolaylaştıracak ortamın da ön şartı gibidir. Normalleşmenin yaşanması gereken alanların başında tarih, özellikle de yakın tarih gelmektedir. Bunda tarihin değer yüklü, sübjektif ve ideolojik değerlendirmelere son derece açık olmasının payı da büyüktür. Siyaset-tarih ilişkisi bağlamında siyaset ve siyasetçi için tarihin meşrulaştırıcı işlevi de düşünülünce tarihin çoğu kez ‘kesin inançlıların mücadele alanı’ olması kaçınılmaz görünmektedir. Kolay olmamakla beraber normalleşen bir Türkiye’de artık tarihin -özellikle yakın tarihin- de normalleşmesi gerekmektedir.

Hemen belirteyim ki, tarihin normalleşmesinden muradım, ‘resmî’ olarak adlandırılan tarihin tezlerine aykırı/zıt tez veya görüşleri ortaya koymak değildir. ‘Tek özne’ temelli resmî tarih tezi yerine yine bir başka ‘tek özne’ temelli tarih anlayışını ikame etmek ise hiç değildir. Çünkü iki yanlıştan bir doğru çıkmaz. Bizim anladığımız ‘tarihin normalleşmesi’, bilgi ve belgeler ışığında mevcut tarihî olayı, önce her açıdan ‘olduğu gibi ortaya koymak’, daha sonra ‘anlamak ve yorumlamaktır. Bütün bu işlemleri yaparken ‘mümkün olduğunca’ ‘olayı ortaya koyma ve anlama’ işleminde objektif davranmaya çalışmaktır. Yorumlama-değerlendirme aşamasında ise bir perspektife sahip olmak, ona göre değerlendirmek normal sayılmalıdır.

Türkiye’de normalleşmesi gereken tarih konularından biri de Lozan Barış Antlaşması’dır. Çünkü halihazırda bu antlaşma, ‘zafer-hezimet’ ekseninde ele alınmaktadır. Kanaatimi baştan belirtmem gerekirse Lozan Antlaşması ne zaferdir, ne de hezimet...

Esasında, bu tarz niteleme ve değerlendirmelerde bulunabilmek için bir veya birkaç kritere ihtiyaç vardır. Lozan, Sevr’den hareketle zafer olarak kabul edilebilir. Buna karşılık Millî Mücadele’nin hedef programı olan Misak-ı Millî’ye göre bir değerlendirme yapılacak olursa hezimet denilemese bile onu ‘büyük başarısızlık’ olarak görmek mümkündür.

Lozan Barış Antlaşması’nı doğru anlayabilmek ve değerlendirebilmek için onun bazı özelliklerini bilmek gerekir. Şöyle ki;

a) Lozan Barış Antlaşması ‘Yakındoğu İşleri Hakkında’ düzenlenen Lozan Konferansı’nda imzalanmış bir antlaşmadır.

b) Konferansın resmî adından da anlaşılacağı gibi Osmanlı Devleti’nin siyasî varlığına son vermeyi amaçlayan tarihî ‘Doğu Sorunu’nu resmen çözen bir antlaşmadır.

c) İsmet Paşa’ya göre bu antlaşma ile İtilaf devletleri sadece 4 yıllık bir savaşın değil, 600 yıllık Osmanlı Devleti’nin hesabını görmüş ve kesin çözüme bağlamışlardır.

d) Bu çözüm, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra ulus-devlet temelinde yeni uluslararası düzen kurmaya çalışan Avrupalı güçlerin -İngiltere ve Fransa’nın- özellikle Ortadoğu’daki çıkarlarına uygun bir çözümdür. Bunu anlayabilmek için 1916 tarihli Sykes-Picot Antlaşması’na bakmak yeterlidir.

e) Aynı zamanda sonuçları ne olursa olsun, Türkiye’nin siyasî ve hukukî varlığının/bağımsızlığının uluslararası sistem tarafından kabulünü sağlayan bir antlaşmadır.

f) Lozan Barış Antlaşması feragat-rıza-tasdik ekseninde gerçekleşen bir antlaşmadır.

Gerçekten Lozan Antlaşması incelendiğinde Türkiye’nin Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin manda yönetimlerinin kurulmasından sonra Mısır ve Sudan (madde 17), Kıbrıs (madde 20) ve Libya (madde 22) gibi o devirde hâlâ hukuken Türkiye’ye ait bölgelerdeki bütün haklarından feragat ettiği görülecektir. Ayrıca Türkiye, Yunanistan ve İtalya’nın Doğu Akdeniz adaları -Limni, Semadirek, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya adaları- (madde 12) ile On İki Ada (madde 15) üzerindeki hükümranlık haklarını bir kere daha onaylamıştır. Daha da önemlisi -ya da vahimi-, adı geçen adaların dışında kalan bütün ada ve kara parçaları üzerindeki her türlü hak ve sıfatlarından vazgeçmiş olmasıdır (madde 16). Diğer taraftan Türkiye, daha önce Ankara İtilafnamesi’nde (20 Ekim 1921) belirlenmiş olup İskenderun sancağını dışarıda bırakan Suriye sınırını kabul etmiş ve Musul meselesinin çözümünün barış sonrasına kalmasına rıza göstermiştir (madde 3).

Hemen sormak gerekecektir: Acaba Türkiye bu feragatlerde bulunmasa ve yine bazı meselelerde rıza göstermeseydi söz konusu antlaşmayı imzalaması pek mümkün olabilir miydi? Ayrıca bu feragat ve rızalar Misak-ı Millî’ye ne kadar uygundu?

İlk soruya cevabımız, kesinlikle hayırdır. Aynı şekilde Lozan Antlaşması Misak-ı Millî’ye de uygun değildi. Çünkü Batı Trakya, İskenderun Sancağı, Musul vilayeti ve Batum konularıyla ilgili Lozan hükümleri, Misak-ı Millî beyannamesiyle çelişmekteydi. Özellikle bunda, Lozan Konferansı birinci aşama görüşmelerinde İngilizlerin direnişini gören Ankara Hükümeti’nin, ikinci aşama görüşmelere giderken “ihtilaflı toprak konularını bir tarafa bırakmak ve bir an önce barış imzalamak” şeklinde ortaya çıkan daha pragmatik ve ‘önce barış’ diyen siyaseti rol oynamış ve Misak-ı Millî beyannamesi bir tarafa bırakılmak zorunda kalınmıştı.

Zaten Mustafa Kemal Paşa’ya göre Misak-ı Millî, barış için müzakere edilebilir ‘asgari talepler’di ve Misak-ı Millî’den ‘taviz verilmesi’ barış adına normal görülmekteydi. Bundan dolayı sınırlar açısından Lozan Antlaşması, İdealden Gerçeğe Misak-ı Millî’den Lozan’a Dış Politika (İst. 2002, s. 506) adlı eserimizde 1. TBMM’nin Trabzon mebusu Hafız Mehmed Efendi’den hareketle ifade ettiğimiz gibi, “Sevr’e göre çok iyi, Misak-ı Millî’ye göre eksik/fena bir antlaşmadır.”

Şimdi sıra kimde? Halifeliğin kaldırılmasından sonra yapılan bu karikatürün alt yazısında “Darısı diğerlerinin başına” yazıyor. nİlk topta atılan Halife Abdülmecid. Diğer topların ucunda ise Patrikler ve Hahambaşı var. Ancak Halifeye yeten güç, diğerlerine yetmedi.
Şimdi sıra kimde? Halifeliğin kaldırılmasından sonra yapılan bu karikatürün alt yazısında “Darısı diğerlerinin başına” yazıyor. nİlk topta atılan Halife Abdülmecid. Diğer topların ucunda ise Patrikler ve Hahambaşı var. Ancak Halifeye yeten güç, diğerlerine yetmedi.

TBMM Hükümeti için

Lozan Konferansı’nın anlamı

Lozan’a gidecek Türk heyetinin başkanı olarak İsmet Paşa devrin Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey (Tengirşek) istifa ettirilerek seçilmişti. Bu, Mustafa Kemal Paşa’nın tercihiydi. Bu iş için dış politika ve Avrupa tecrübesi bulunan ve akla ilk gelen isimler olan Yusuf Kemal Bey, Rauf Bey ve hatta Kazım Karabekir Paşa değil de niçin İsmet Paşa seçilmişti? Lord Kinross’a göre bunun sebebi, onun yönetilebilecek bir kişilik olmasıydı (Atatürk: Bir Milletin Doğuşu, Çev.: N. Sander, İst. 1994, s. 402). Yine Bilal Şimşir’in yayıma hazırladığı 2 ciltlik Lozan Telgrafları incelendiğinde konferans esnasında İsmet Paşa’nın TBMM Hükümeti Başkanı Rauf Bey’den çok Mustafa Kemal Paşa ile telgraf haberleşmesi yaptığı göze çarpmaktadır.

Her ne kadar genel çerçevede hedef siyaset olarak Misak-ı Millî varsa da, gerek Mustafa Kemal Paşa’nın, gerekse İsmet Paşa’nın açıklamaları, gerçek hedef siyasetin 3 Kasım 1922 tarihli Lozan Talimatnamesinde yazıldığı gibi kapitülasyonların ilgası ve Ermenilere yurt verilmemesi şartıyla -ki bunlar masadan kalkma gerekçesi olacaktı- ‘bir an önce barış’ olduğu aşikârdı. Gerçekte bunun böyle olduğu, Musul vilayeti meselesinde ilerleme kaydedilmemesi üzerine İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un yaptığı güçlü blöf karşısında ortaya çıkmıştı. 6 Mart 1923’de “ihtilaflı toprak konularını bir tarafa bırakmak, bir an önce barış antlaşması imzalamak” şeklinde 1. TBMM’den hükümet adına yetki alınması ve 2. Lozan görüşmelerinde İsmet Paşa’ya bu yetkinin verilmesi işin esasını ortaya koymaktadır.

Nitekim İsmet Paşa hedefin “her şeyden ve bir an önce” barış olduğunu 20 Kasım 1922’de Lozan Konferansı’nın açılışında yaptığı konuşmada ortaya koymuş, 1 milyondan fazla Türkün Anadolu ova ve yaylalarında evsiz ve ekmeksiz dolaştıklarından bahsetmiş ve Türkiye açısından barışın aciliyetini şu sözlerle vurgulamıştı:

“Türk milleti, bu insan tâkatı üstündeki fedakârlıklara katlanmak suretiyle, medeni insanlık arasında derin bir hayat kudretine malik milletlere has olan mevcudiyet ve istiklal hakkı ile, sulh ve sükûna çalışmak unsuru olmak üzere büyük bir mevki kazanmıştır. TBMM’nin kat’i gayesi, bu mevkii muhafaza ve tahkim etmekten ibarettir”.

Aynı şekilde, Mustafa Kemal Paşa da, Lozan Konferansı’nın kesintiye uğramasına yakın günlerde (1 Şubat 1923) Vakit gazetesine verdiği bir demeçte “Biz istiklâlimizi temin eden bir sulh istiyoruz. Bunu sağlanmış görmedikçe yaşayabilmek için muhtaç olduğumuz hayatî sebepleri temin etmek üzere tam bağımsızlığa erinceye kadar başladığımız işe devam edeceğiz. Milletin ciddî kararı budur” (Söylev ve Demeçler III (I-III), Ank. 1997, s. 83) demek suretiyle ‘istiklali temin için barış’ ilkesini benimsediğini ortaya koymuştu.

Bir diğer husus, Lozan Konferansı’nın anahtarının İngilizlerin elinde olmasıydı. İsmet Paşa, Seha Meray’ın çevirisini yaptığı Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler’e yazdığı önsözde “Konferansın birinci devresinin sonuna doğru sulhün İngilizlerin elinde bulunduğu kesin kanaatine vardım. Onların kopma meselesi yapabilecekleri konulara teşhis koyarak oralarda bir neticeye varmayı öne aldım” diyerek bu durumu anladığını açıklamıştı.

Bu konuda, İsmet Paşa yalnız değildi. Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’nden beri bu işin anahtarının İngilizlerin elinde olduğunun farkındaydı. Nitekim Falih Rıfkı Atay, Mustafa Kemal Paşa’nın Mütareke Defteri adlı eserinde bunu açıkça yazmıştı: “Mustafa Kemal’e göre İngiliz adaları halkı yeni bir harbe tutuşmayı istemez. İngilizlerin esas menfaatlerine dokunulmadıkça Anadolu’da bir mukavemet hareketine girişilebilir.”

Kanaatimizce bu sözler, çoğu kez iddia edildiği gibi Mustafa Kemal’in İngilizci olduğu anlamına gelmez. Aksine, verilecek askerî ve siyasî mücadelede İngilizlerin tavır ve hareketlerine göre tavır belirlemek, gerektiğinde onlarla uzlaşmak anlamına gelir. Millî Mücadele döneminin diplomatik gelişmeleri dikkatle incelenirse Mustafa Kemal Paşa’nın savaşmaktan ziyade diplomasi yoluyla sorunların çözümünden yana olduğu görülür. Hatta Büyük Taarruz öncesinde Mustafa Kemal Paşa’nın Ali Fethi Bey’i (Okyar) Paris ve Londra’ya göndererek Fransız ve İngilizlerle müzakereye çalışması bunun tipik örneğidir. Bu da siyaset ve diplomaside normal kabul edilmesi gereken son derece pragmatik bir tavırdır.

Ayrıca Ankara Hükümeti’nin bu barışçı siyasetini, İsmet Paşa’nın Lozan Barış Antlaşması’nın TBMM’de kabulü görüşmeleri sırasında yaptığı 23 Ağustos 1923 tarihli konuşmada da ‘neyi’ elde ettiklerini çok açık bir şekilde ortaya koyarken görebiliriz:

“Homojen, yeknesak bir vatan, bunun dahilinde harice karşı şu tabii olmayan kayıtlardan ve hükümet içinde hükümet ifade eden dahili imtiyazlardan arınmış bir vaziyet; tabii olmayan mali yükümlülüklerden âzâde bir hal, savunma hakkı mutlak, kaynakları bol ve serbest bir vatan. Bu vatanın adı Türkiye’dir. O Türkiye’yi bu antlaşmalar ifade etmekte ve açıklamaktadır.”

İki dost Lozan’da: Lozan Heyet-i Murahhasası’nda Ruşen Eşref’le beraber Matbuat ve İstihbarat işlerini idare etmek için görevlendirilen Yahya Kemal, ekonomi danışmanı olarak heyete seçilen Celal Bayar’la...
İki dost Lozan’da: Lozan Heyet-i Murahhasası’nda Ruşen Eşref’le beraber Matbuat ve İstihbarat işlerini idare etmek için görevlendirilen Yahya Kemal, ekonomi danışmanı olarak heyete seçilen Celal Bayar’la...

Bilinmeyen taahhütler var mıydı?

Bir şehir efsanesine dönüşen bu iddianın aslı şudur: Türkiye’nin bağımsızlığını tescil için Lozan’a giden İsmet Paşa heyeti, İtilaf devletleriyle zorlu müzakereler ve azınlıklar üzerinden suçlamalar artınca Türkiye’de saltanattan sonra hilafetin de kaldırılacağı sözünü vermiştir.

Bu konuda elde sadece Azınlıklar Komisyonu’nun 18 Aralık 1922 tarihli oturumunda Rıza Nur Bey’in açıklamaları ve İtilaf devletleri temsilcilerinin suçlayıcı sözleri mevcuttur. Bir de sonuçtan hareketle yapılan değerlendirmeler vardır ki, bunların hareket noktası da Lozan Konferansı olup Hilafetin kaldırılması başta olmak üzere Türkiye’de yapılan inkılapların kararının Lozan’da alındığı ya da bu konuda Lozan’da birtakım taahhütlerde bulunulduğu iddiasıdır.

Her şeyden önce tarih, belge demektir. Bu tarz iddialarda bulunanlar, herhangi bir belge ortaya koymamışlardır. Sadece hatıralardan ve özellikle muhaliflerin yazdıklarından hareketle iddialarını tekrarlamaktadırlar. Kanaatimizce bu iddiaları ispatlayacak ve gerçeğe dönüştürecek -şimdilik kaydıyla- elimizde hiçbir belge bulunmamaktadır. Söylenenler sadece birer iddiadan ibarettir.

İddia sahiplerinin hoşuna gider mi bilmem ama bu konudaki görüşümüz şudur: Türkiye’de Lozan barışı sonrası bilinen değişiklikleri yapmak için Lozan’da bir taahhütte bulunmanın ne gereği vardı, ne de bir zorunlu haldi. Sadece Mustafa Kemal Paşa dünya görüşü ve yeni Türkiye rüyası/ütopyası incelenecek olursa, Lozan sonrası Türkiye’nin yeni bir devlet ve toplum modeline doğru evrileceğini anlamamak safdillik olur.

Ne diyordu Mustafa Kemal Paşa? Şunu: “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını asrî ve bütün mana ve şekilleriyle medeni bir topluluk haline ulaştırmaktır.” “Memleket behemehâl asrî, medenî, yenilikçi olacaktır. Bizim için bu hayat davasıdır.”

Ayrıca Karlsbad Hatıraları’ndaki sözleri, Falih Rıfkı Atay’ın Mütareke Defteri’nde yazdıkları, Halide Edip Adıvar ile arasındaki diyalog hatırlanacak olursa Mustafa Kemal Paşa’nın Lozan’da taahhütlere girmeye ihtiyacının bulunmadığı görülecektir.

Haddizatında Mustafa Kemal Paşa’nın radikal Batıcılığından bahsetmeye bile gerek yoktur. Halil İnalcık’a göre (“Atatürk ve Türkiye’nin Modernleşmesi”, Atatürk Konferansları I, Ank. 1964, s. 188-96) Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), radikal bir Batılılaşma taraftarıydı. Onun Batıcılığı, hayat felsefesi ile onun bütün sembol ve hükümleriyle Batıcılık idi. Örneği ise Avrupa medeniyeti idi.

Nitekim şu sözler Mustafa Kemal Paşa’ya aittir: “Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, zihniyetiyle medenî olduğunu ispat ve izhar etmek mecburiyetindedir. Aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla medenî olduğunu göstermek mecburiyetindedir.”

Hal böyle olunca, Lozan’da taahhütlere girmeye gerek bile yoktu. Ancak Lozan Barış Antlaşması ve antlaşmanın geçen süre içinde Batılı devletlerce onaylanması, 10 yıllık bir savaşın ardından barış dönemine geçen o devrin Türkiye’sini yöneten siyasî elitlere, ütopyalarını rahatlıkla gerçekleştirme ortam ve zamanını bahşettiği söylenebilir. Üstelik Türkiye’nin alacağı siyasî, sosyal ve ekonomik hal ile izledikleri barışçı dış politika, Hilafetin kaldırılmasının etkisiyle de 1. Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası düzen sahiplerinin Türkiye’nin içinde bulundukları bölge politikalarıyla uyum içindedir.

Sözün özü, artık ortada Batılı devletler için tehdit oluşturmayan, eski siyasî iddialarından vazgeçmiş ve de Batı ile uyumlu bir Türkiye vardır. Böyle bir Türkiye hem Türk siyasî elitlerinin, hem de Batılı devletlerin çıkarlarıyla bihakkın örtüşmektedir.

Bu masada imzalandı: Lozan’ın imzalandığı 3 bacaklı bu masa, İsviçre tarafından Türkiye’ye hediye edilmek istenmişti.
Bu masada imzalandı: Lozan’ın imzalandığı 3 bacaklı bu masa, İsviçre tarafından Türkiye’ye hediye edilmek istenmişti.

Feragat, rıza ve tasdik

Lozan Barışı, Misak-ı Millî hedeflerine gerçekleştirmek üzere verilmiş bir savaşın sonunda yapılmıştır. Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa’nın söylemlerine bakarsak, ana hedef 10 yıldan beri savaşan bir milleti bağımsızlık içinde barışa kavuşturmaktı. Her ne kadar 1. TBMM, hatta 2. TBMM ‘Misak-ı Millî içinde barışı’ hedeflemiş ve İsmet Paşa heyetini kıyasıya eleştirmişse de, sonuç olarak bir an önce barış arzusu galip gelmiş ve Lozan Barışı Misak-ı Millî hedeflerinden taviz verme pahasına gerçekleştirilmiştir. Bu, Türkiye’nin bağımsızlığını ve uluslararası sistem tarafından kabulünü onaylayan bir antlaşmadır. Sevr Antlaşması açısından bakıldığında Hatay haricinde bugünkü Türkiye’nin sınırlarını teyit eden bir antlaşma olup büyük bir başarıdır.

Burada şu soru önemlidir: Acaba Lozan Konferansı’nda, devrin TBMM’sinde de iddia edildiği gibi, Avrupalı devletlerin kamuoyu baskısıyla savaşı göze alamayacakları gerçeği düşünüldüğünde daha iyi ve dirençli müzakereler yapılamaz mıydı? Acaba Lozan’da Türk heyeti Misak-ı Millî hedefleri konusunda ısrarcı olup barış yapmak yerine bir süre daha savaş deseydi Türkiye bir süre daha savaşabilir miydi? Yine anlaşılıyor ki, Türkiye barış uğruna bazı feragatlerde bulunmuş, birtakım hususlara razı olmuştu. Aksi olsaydı, barış mümkün olabilir miydi?

Bütün bu soruları da dikkate alarak diyorum ki, Lozan Barış Antlaşması feragat-rıza-tasdik ekseninde gerçekleşmiş bir antlaşma olup Misak-ı Millî hedefleri bakımından geri ve yetersiz bir antlaşmadır. Buna karşılık, 10 yıldan beri savaşmış bir devlet ve toplumu bağımsızlık içinde bir barış ortamına kavuşturması bakımından da -göreceli olarak- başarılı bir antlaşmadır.

Artık Lozan Barış Antlaşması’nı kesin inanç alanından çıkarmalı ve sonuçları itibariyle bugünü de etkilemesine rağmen karşıtlıklar, hesaplaşmalar yerine bilimsel, mukayese temelli çalışmalara yönelmeliyiz. Daha açıkçası, Lozan Barışı’nı da normalleştirmeliyiz.