Millî irade kavramını ilkin bir hocaefendi kullanmıştı

Mustafa Kemal 1919’da Amasya’ya geldiğinde onu karşılayanlar arasında Abdurrahman Kâmil Efendi de vardı. Mustafa Furkan Milli Mücadele Tarihini var olan parametrelerin dışında mayın tarlasına girerek Derin Tarih okuyucuları için yazdı.

Türkiye'de, Millî Mücadele Tarihi alanında akademik araştırmalar yapmak, gerçekten zor bir iş! Ya Nutuk merkezli (Mustafa Kemal Paşa merkezli diye de okumak mümkün) Kemalist Ortodoks tarih yazımının parametreleri içinde yazacaksın ya da aforoz edilmeyi göze alacaksın. Hele bu cesareti akademik çalışmaların başında göstermiş isen vay haline! Anlayacağınız sevgili okuyucu, Millî Mücadele üzerine çalışmak adeta bir mayın tarlasına girmek gibidir; nerede patlayacağı belli olmaz. Biz yine de girelim mayın tarlasına...

Hiç şüphesiz, bu dönem araştırmalarının zorluğu, son yıllara kadar arşivlerden yeterince yararlanamama ya da sadece süreli yayınlara bağlı kalma olduğu kadar, dönemin Nutuk merkezli tarihçiliğinin dışlayıcı/suçlayıcı tavrıdır. Öyle ki, hainlikle suçlanmanız bile mümkündür. Bundan dolayı olsa gerektir ki, Nutuk'un dışında arşiv belgeleri, anılar, süreli yayınlar olmasına rağmen durum bugün bile büyük oranda değişmemiştir. Mesela ülkenin temel sorunları (Boğazlar meselesi, Borçlar, Ermenistan, Kürdistan, Gayr-i Müslimler vb.) konusunda İstanbul ve Ankara hükümetlerinin benzer görüşleri savunduğunu söylemek, Misak-ı Millî Beyannamesi'ne Erzurum ve Sivas Kongreleri Beyannameleri değil de daha ziyade Osmanlı Devleti'nin Paris Barış Konferansı'na sunduğu 23 Haziran 1919 tarihli resmî muhtıranın kaynaklık yaptığını dile getirmek, Lozan Konferansı sürecinde İtilaf devletlerinin Ankara Hükümeti'ne verdiği Barış Projesi ile Lozan Barış Antlaşması'nı kıyaslamak kabul edilebilir hususlar değildir. Buna benzer konular, adeta birer 'tabu' olup tartışılması, hatta dokunulması kesinlikle istenmeyen 'kesin inanç alanları'dır.

Bu kesin inançlılar, her şeyin 19 Mayıs 1919'dan sonra başladığına inanırlar. Öyle ki, -son yıllarda biraz terk edilmelerine rağmen- anayasa, meclis, demokrasi, hâkimiyet-i milliye ve irade-i millî gibi siyasî kavramların da ilk defa Mustafa Kemal Paşa ile dile getirildiğini söylerler. Hele bunlar, bir din adamının, hâkimiyet-i milliye ile irade-i milliye gibi kavramlardan söz etmesini anlayamazlar. Oysa bu kişiler Şerif Mardin, Hüseyin Çelik veya Şükrü Hanioğlu'nun siyaset bilimi-tarih eksenli değerli eserlerini okumuş olsalar, işin doğrusunu öğreneceklerdir.

Şurası bir gerçek ki, Millî Mücadele döneminde din adamlarının/ulemanın rolü son yıllara kadar belli çevreler (muhafazakâr çevreler) dışında pek ciddiye alınmadı. Mustafa Kemal Paşa'nın bile Nutuk'ta Ankara Müftüsü Rıfat Efendi (Börekçi) dışında hakkında olumlu söz söylediği din adamı yoktur. Buna karşılık, idam fetvası veren İstanbul Hükümeti'ne bağlı din adamları hakkında ağır sözler söylemekten geri durmaz. Hem Nutuk'taki bu olumsuz yargının, hem de 1923 sonrası inkılaplar sürecinde din etkisinin azaltılmasıyla ilgili uygulamaların tesiriyle irtica-mürteci ekseninde olumsuz bir din adamı profili çizildi. Bundan dolayı, Cumhuriyet döneminde yazılan roman, hikaye, şiir ve deneme gibi edebî ürünler ile tiyatro ve sinema eserlerinin çoğunda hacı, hoca, müftü, kadı olarak belirtilen din adamları, Millî Mücadele aleyhinde, düşmanla işbirliği yapan vatan haini, ahlakı bozuk, düşük karakterli kişiler olarak gösterildi. Bu konuda Halide Edip'in Vurun Kahpeye, Yakup Kadri'nin Yaban adlı romanları örnektir. Mesela Yaban'daki şu sözler ilgi çekici olduğu kadar insafsızdır da:

“Şimdi ne görüyorum? Anadolu... Düşmana akıl öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer burasıdır."

Şunu da kabul edelim: Her yerde iyinin yanında kötüler de vardır. Millî Mücadele döneminde de bu insanlara rastlamak mümkündür. Ancak, bütün din adamlarını aynı kategoriye koyarak genelleme yapmak, adalet ve insaf adına doğru değildir.

Kim ne derse desin, Millî Mücadele, vatanperver din adamlarının yardımları olmasaydı kazanılamazdı. Çünkü Balkan harplerinden beri sürekli savaşmış, kayıplar vererek bedel ödemiş ve bezmiş bir milleti, işgal edilmiş bir vatanın kurtarılmasına ikna etmek, din adamları/ulema olmasaydı pek mümkün değildi. Bilindiği gibi din, siyasî ve toplumsal eylemlerin meşruluğunu sağlayan ve insanları bu uğurda harekete geçiren en önemli güçtür. Millî Mücadele döneminde din ve din adamları böyle bir fonksiyon icra ettiler. Müdafaa-i Hukuk tarzı cemiyetlerin kuruluşundan kongrelerin düzenlenmesine, TBMM'nin açılmasına ve açıldıktan sonraki meclis faaliyetlerine varıncaya kadar bütün bu süreçlerde hâkim ve belirleyici rol oynadılar. Mesela Denizli Müftüsü Ahmed Hulusi Efendi, Erzurum ve Sivas'a kadar Nakşibendi Şeyhi Fevzi Efendi, Erzurum'da Hoca Raif Efendi, Ankara'da Müftü Rıfat Efendi, Amasya'da Müftü Hacı Tevfik ve Vaiz Abdurrahman Kamil Efendi gibi şahsiyetleri sayabiliriz.

Kurtuluşu millî iradede gören bir vaiz
Yukarıda isimlerini zikrettiğimiz bu değerli din adamları, batıcı Cumhuriyet aydınının çizdiği olumsuz din adamı imajının dışında kalan ve çoğunluğu teşkil eden dinî şahsiyetlerden sadece birkaçıdır. Biz burada sadece, Amasya Sultan Bayezid Camii Vaizi Abdurrahman Kâmil Efendi'den söz edeceğiz.

1850'de Amasya'da doğan Abdurrahman Kâmil Efendi, Amasya Mehmed Paşa Medresesi'nde tahsilini tamamladı. Tanınmış hocalardan fen dersleri aldığı gibi birçok esere haşiye ve şerh yazdı. Ayrıca, şiir ve edebiyatla ilgilendi. 1902'de Amasya Müftüsü oldu. Hicaz Demiryolu Yardım Komisyonu'nda çalıştı. Cumhuriyet döneminde yeniden müftülük yaptı ve 1942'de vefat etti.

Bizim açımızdan Abdurrahman Kâmil Efendi'nin önemi, onun dönemin Amasya Müftüsü Hacı Tevfik Efendi ile beraber 9. Ordu Birlikleri Müfettişi olarak 12 Haziran 1919'da, Amasya'ya gelen Mustafa Kemal Paşa'yı ilk karşılayanlar arasında yer alması ile Sultan Bayezid Camii'nde verdiği tarihî hitabetindeki sözleridir.Mustafa Kemal Paşa'nın da dinlediği, Cuma namazı öncesi verdiği vaazında Abdurrahman Kâmil Efendi şunları söylemiştir:

“Ey Müminler! Allahü Teâla, Kur'an-ı Kerim'inde “Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Umulur ki, Allah bütün günahları affeder. O esirgeyendir, bağışlayandır" buyuruyor. Türk milletinin, Türk hâkimiyetinin artık hikmet-i mevcudiyeti kalmamıştır. Mademki milletimizin şerefi, haysiyeti, istiklâli tehlikeye düşmüştür, artık bu hükümetten iyilik ummak bence abestir. Şu andan itibaren padişah olsun, isim ve unvanı ne olursa olsun, hiçbir şahsın ve makamın hikmet-i mevcudiyeti kalmamıştır. Yegâne çare-i halâs halkımızın doğrudan doğruya hâkimiyetini eline alması ve iradesini kullanmasıdır."

Dikkat edilirse, Abdurrahman Kâmil Efendi'nin bu vaazı, Amasya genelgesinin habercisi gibidir: Türk hâkimiyetinin kalmadığını söylemesi, hükümeti -hatta padişahı- yok sayması, tek çarenin milletin iradeyi eline alması oluşu gibi hususları dile getirmesi son derece kayda değerdir. Ayrıca mevcut tarih yazımında cahil gösterilen bir din adamları grubu temsilcisinin, millî irade kavramına vurgu yapması ve kurtuluşu burada görmesi, hem o din adamının bilgi seviyesini, hem de siyaset biliminin temel kavramlarından olan millî iradeden söz etmek suretiyle, ülkedeki siyasî gelişmeleri ne kadar yakından takip ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Daha da önemlisi, 1876'dan beri parlamentolu bir siyasî hayat ve onun kavramlarının -sıkıntılı süreçlere rağmen- toplumun aydın/öncü gruplarından biri olan din adamları tarafından da çok iyi bilindiğini ortaya koymaktadır. Zaten böyle olmasaydı, yukarıda da söylediğimiz gibi o devirdeki Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri tarzı örgütlenmelerin yanı sıra bu örgütlere halkın katılımı da o kadar kolay olmazdı.

Son sözümüz şudur: Millî irade kavramı, 1919'dan sonra ortaya çıkmış bir kavram değildir. O dönemde, Osmanlı toplumu ve aydınının zihninde karşılığı olan bir kavramdır. Nitekim Abdurrahman Kâmil Efendi'nin vaazı bunun açık bir delilidir. Aynı zamanda bilinmelidir ki, 1919'ların Türkiye'sinde Abdurrahman Kâmil Efendi gibi din adamları çoğunluktadır. Bunu anlamak için biraz okuma yapmak elzemdir.