Necmeddin Şahiner: “Bediüzzaman hem anne, hem baba tarafından peygamber torunudur”

Bediüzzaman-​Necmeddin Şahiner
Bediüzzaman-​Necmeddin Şahiner

Derin Tarih, Bediüzzaman’ın hayatı ve eserleri hakkında 40 yılı aşkın süredir bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle çalışmalarını sürdüren ve 30’dan fazla eser kaleme alan Necmeddin Şahiner’le hem kendi macerasını, hem de Said Nursi’nin hayatının bilinmeyen yönlerini konuştu.

Bediüzzaman Said Nursi ile alakalı 30’dan fazla kitabınız mevcut. Önce şunu öğrenelim: Bediüzzaman sizin hayatınıza nasıl girdi?

Bediüzzaman’ın vefatından hemen önce Gaziantep’ten geçerek Urfa’ya gitmesi ve orada vefat etmesi Gaziantep’te büyük bir keder ve üzüntüye sebep olmuştu.

O zaman küçüktüm ama gazetelerden Bediüzzaman’ın Isparta’da olduğunu okuyordum. Sonra sınıf arkadaşım Nazım Gökçek’ten Bediüzzaman’ı duyup merak etmeye başladım. Kim bu Said Nursi? Nedir bu Nurculuk?

Bediüzzaman’ın güzel bir sözü vardır, “Merak ilmin hocasıdır” der. Ben de bu merakla Nazım Gökçek bilir diye evine gittim. “Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını anlatan bir kitap var mı?” diye sordum. Tavsiyesi üzerine Bediüzzaman Hazretleri hayatta iken yayınlanan Tarihçe-i Hayat kitabını 22,5 liraya aldım. O kitap benim hayatımı nura çevirdi. Sayesinde buluğ çağında günahlara yuvarlanacakken yolumu nura, sonsuz ışıklara yönelttim. Çocukluğumdan beri resme, fotoğrafa çok meraklı biriydim. Tarihçe-i Hayat’ta da Üstad’ın 5-6 fotoğrafı vardı. O fotoğraflara sürekli bakardım. Fakat her gün gazete ve kitaplarda gördüğümüz Said Nursi fotoğraflarındaki kıyafetler ne o dönemin kıyafet üslubuna uyuyordu, ne de bugüne. Giydiği kıyafetler 500 sene evvel Fatih devrine aitti.

Üzerinizdeki etkisi ne oldu?

O fotoğraflar adeta gönlümü, ruhumu fethetmişti. Şiir ve edebiyata merakımdan dolayı günümüzün Mehmed Akif’i olarak gördüğüm Ali Ulvi Kurucu’nun Tarihçe-i Hayat’a yazdığı 20 sayfalık önsöze de hayran kalmıştım. Hemen elime kâğıt kalem alarak önsözdeki veciz sözleri ve şiirleri deftere yazarak ezberledim. O önsözden iki cümle nakletmek isterim: “Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde, onun yani Bediüzzaman’ın feyzi bir sır gibi kalpten kalbe mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder. Gecelerimiz çok karardı ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.”

Allah’ın lütf u ihsanı olarak 50 yıldır imanımın kuvvetlenmesi için Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatıyla, hatıralarıyla 6 bin sayfayı bulan Risale-i Nur’u okuyorum. Tabiri caizse hayatımın bahar günleri, 30 yılı aşkın süre sahasında uzman insanlarla İstanbul’da geçti.

Bediüzzaman’ın aydınlar üzerinde bir etkisi oldu mu?

Evet. Bunlardan biri olan Şerif Mardin, dünya çapında bir sosyologdur. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nün başkanlığını yapmıştır. Bu zat merhum ve mağfur Cemil Meriç’in tavsiye ve ısrarı üzerine 10 yıldan fazla bir süre Said Nursi’nin hayatını, Risale-i Nur’u, Nur talebelerini ve yaşadıkları Medrese-i Nuriyeleri gezdi. SUNY Press’ten Religion and Social Change in Modern Turkey: The Case of Bediüzzaman Said Nursi (Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişim: Bediüzzaman Said Nursi Olayı) adlı kitabı çıkartarak kamuoyunda önemli bir etki yaratmayı başardı.

Günümüzde Bediüzzaman ile alakalı birçok kitap yayınlanıyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

40 yıldır Bediüzzaman ile alakalı yazdığım kitapların sayısı 30’u geçti. Hâlâ hayatını bitirebilmiş değilim. Günümüzde yazarların bir kısmı oturup o kitaptan üç satır, diğer kitaptan iki satır çalarak kitap yazıyor. Son yıllarda Bediüzzaman ile ilgili 400 kitap yazılmış. Her masa başında oturan bir şey uyduruyor. Onlara “Nurs köyüne gittin mi? Nasıl bir yerdir?” diye sormak isterim.

Siz çalışmaya başlamadan önce ne tür hazırlıklar yapmıştınız?

Bendeniz Gaziantep’in çok eski bir ailesinin evladıyım. Bediüzzaman Hazretleri’nin yolundan gitmek için Isparta’nın dağlarını, Denizli, Bitlis, Kastamonu ve Van’ın köylerini karış karış gezdim. 1969 yılında ata binmeyi bilmediğim halde Nurs köyüne atla gittim. Üstad Eğirdir’den Barla’ya nasıl geldi? diye merak ettim. Ramazan’dan 5 gün evvel, yani 1 Mart 1927 Salı günü yelkenli sandalla buz tutan suyu kırarak geldiğini öğrendim. Ben de Eğirdir’e gidip bir sandala bindim. Üstad sandalla yolcuğu nasıl yapmışsa ben de öyle yaparak onun yaşadıklarını anlamaya çalıştım.

Bu iş böyle icra edilir. Maalesef şimdi insanlar işin kolayına, ucuzuna kaçıyorlar.

Bediüzzaman, Nurs köyünden ayrıldıktan sonra anne ve babasıyla hiç görüştü mü?

Üstad Bediüzzaman’ın Zekeriya Kitapçı adlı profesör bir talebesi vardı. Bediüzzaman Resimli Perşembe adlı gazeteyi 1956 yılında Isparta’dayken kendisine vermiş. 20 yıl evvel de o profesör abimiz bu gazeteyi bana verdi. Yazının şöyle bir başlığı vardı: “Bekirağa Bölüğü’nde neler gördüm?”

Bekirağa Bölüğü denilen yer bir hapishaneydi. İstanbul Üniversitesi’nin Süleymaniye’ye çıkan bir kapısı vardı. Bugün o kapı yıkıldığı için mevcut değil. O kapının üzerinde ise Bekirağa Hapishanesi vardı. Burada 31 Mart İsyanı sırasında Kabasakal Çerkes Mehmed Paşa’yı idam ettiler. Bediüzzaman da idam hücresindeyken bu gazetede 31 Mart’ta birçok insanı idam eden Cellat Hasan’ın hatıraları, ne kadar insanı idam ettiği anlatılmış.

Tabii bu arada Bediüzzaman da anlatılıyor. Bir yerde de “Bediüzzaman’ın ailesi hapishaneye ziyaretçi olarak geldi” diye yazıyordu. Bu “ailesi” kelimesi yıllardır bendenizi düşündürdü. Çünkü “ailesi” denilince işin içine hanım da girer. Üstad evlenmemiş, dolayısıyla hanımı yok. Sadece küçük kardeşi Abdülmecid Nursi vardı ve o da 1907 sonunda Bediüzzaman’la İstanbul’a gelmişti.

Anlaşılan ailesinden birileri ziyaret etmiş. Peki hapishanede ziyaretine kimlerin geldiğine dair bir ipucuna ulaşabildiniz mi?

Yakın zamanlarda bir bilgiye ulaştım. Meğer babası Sofi Mirza Efendi de oğlunu aramak için İstanbul’a gelmiş. Şu anda Berlin’de 90 yaşının eşiğinde olan Muhsin Alev Ağabeyimiz 1952 senesinde Gençlik Rehberi’ni bastırmıştı. Ondan naklen Sofi Mirza Efendi ile oğlu Bediüzzaman’ın konuşmalarını dinledim. Bunu Muhsin Ağabey’e sormak için çırpınıyordum. 20 gün kadar önce Allah nasip etti ve Berlin’e gittim. Olayı sorunca Bediüzzaman’ın babasıyla o gün hapishanedeki konuşmalarını anlatmaya başladı.

Sofi Mirza Efendi, “Oğlum, sen ilim adamı olacaksın. Burada ne işin var? Bu ayak takımının işleriyle bir alakan var mı?” demiş ve devam etmiş: “Sen bana değil, annene çekmişsin. Senin annen Hüseynî’dir.” Hz. Hüseyin Efendimizin neslinden, yani bir seyyid. Sofi Mirza kendisini göstererek şöyle diyor: “Ben de Hasanî’yim. Hazret- i Hasan’ın neslindenim, seyyidim. Hz. Hasan Müslümanlar arasında kan dökülmemesi için hilafeti bıraktı. Hz. Hüseyin ise kılıcı çekti ve maalesef tarihimizde Kerbela faciası çıktı.”

Bediüzzaman’ın iki değerli talebesi 1953 yılında Yavuz Sultan Selim Camii’nin önünde çekilen bu tarihî fotoğrafta Üstad’ın halen hayatta bulunan iki kıymetli talebesi yer alıyor. Sağ başta Mehmed Fırıncı, sol başta ise halen Almanya’da ikamet eden Muhsin Alev Ağabeyler...
Bediüzzaman’ın iki değerli talebesi 1953 yılında Yavuz Sultan Selim Camii’nin önünde çekilen bu tarihî fotoğrafta Üstad’ın halen hayatta bulunan iki kıymetli talebesi yer alıyor. Sağ başta Mehmed Fırıncı, sol başta ise halen Almanya’da ikamet eden Muhsin Alev Ağabeyler...

Bahsettiğiniz Muhsin Ağabey’le Bediüzzaman’ın münasebeti nasıldı?

Muhsin Ağabey 1948-54 yıllarında Üstad’ın yanında kalmıştı. Bahsedeceğim olay 1952’de Gençlik Rehberi’nin mahkemesi esnasında Sirkeci’de Akşehir Palas Oteli’ndeyken yahut yine İstanbul’da 1953 yılı baharında, Mehmet Fırıncı’nın Çarşamba semtindeki evinde kaldığı sırada meydana gelmişti.

Üstad abdest aldığı sırada Muhsin Alev ibrikle Üstad’ın abdest suyunu dökerken bir şey dikkatini çekmiş. Ayağının ikinci ve üçüncü parmakları birbirine bitişikmiş. Bu bitişikliği ilk defa gördüğü için bu tecessüsle (merak) abdest suyunu dökerken Üstad’ın ayağına bakıyormuş. Üstad bir anda gülerek yüzünü çevirip “Niye bu kadar tecessüs ediyorsun? Benim babamın ayak parmakları da bitişikti” demiş.

31 Mart’ta idam hücresinde babasıyla konuşmasına dönecek olursak, babası “Sen annenin oğlusun…” deyince Üstad hemen ayağını gösterip şöyle demiş: “Benim parmaklarım da senin parmakların gibi. Ben sana benziyorum. Hem Hasanî’yim, hem Hüseynî’yim. Hem Sofi Mirza Efendi’nin oğluyum, hem Nuriye Hanımefendi’nin oğluyum.”

Üstad’ın anne ve baba tarafından seyyid olduğu çok önemli bir husustur. 40 yıldır Bediüzzaman deryasının sahillerinde dolaşan biri olarak itiraf edeyim ki bu hatıra karşısında şaştım kaldım.

Bediüzzaman’ın Cihan Harbi’ndeki başarısından pek bahsedilmiyor. Ne gibi zorluklarla karşılaşmıştı?

Bediüzzaman, Harbiye Nazırı Enver Paşa ile Cihan Harbi’nde akrabaları, hemşehrileri ve talebeleriyle gönüllü Milis Alayı kurmuştu. Erzurum Pasinler’de, Bitlis Dideban Dağlarında, Van Kalesi ve Bitlis Kalesi’nde Rus lar ve Ermenilerle çarpışıyorlardı. Bu savaşta dört beş yerinden yaralanarak esir düştü. Kendisini Van’a, oradan Culfa’ya, oradan da Tiflis’e götürmüşlerdi. Tiflis’de 6 ay tedavi gördü, çünkü yarası hafif değildi. Mart başında esir düşmüştü, Ağustos’ta Tiflis’den Kiloğrif’e götürüldü. (Volga Nehri kenarında yerleşim merkezi gibi bir yer olan Kosturma’nın 15 kadar ilçesi vardı. Bunlardan biri de Kiloğrif’di.) 6 ay orada esir kaldıktan sonra tekrar Kosturma’ya götürüldü. Kosturma’da iki sene kadar esir kaldıktan sonra oradan firar etmeyi başardı. Ardından Petersburg’a, oradan Varşova’ya, Viyana’ya ve Budapeşte üzerinden Sofya’ya, oradan da İstanbul’a ulaştı. Üstad’a Osmanlı ordusunda olduğu için Sultan Reşad imzalı gazilik madalyası verildi. Bu madalya Üstad’ın kardeşi Abdülmecid Ağabey’in torunu olan subay Seyida Ünlükul’da kaldı.

Bediüzzaman’ın hayatta olan öz yeğeni var mı?

Tabii ki var. Kardeşi Abdülmecid Ünlükul’un kızı Saadet Ünlükul Kaynak, Üstad’ın yeğenidir. Şu an Konya’da yaşamakta. Kocası İbrahim Kaynak önceden kaymakamlık yapmış bir kimseydi. Üstad’a çok bağlı bir ailedir. Evlerinde 5 saat kalmıştım. Çok iyi, çok misafirperver insanlardı. Bu da pek bilinmez ama kendilerine “Üstad’ın en küçük kardeşi babanız mı yoksa daha küçük var mı?” diye sorduğumda Üstad’ın Mercan adında küçük bir kız kardeşi olduğunu da söylediler. Üstad’ın kız kardeşi olduğunu da böylelikle öğrenmiş olduk.

Celal Bayar’ın Bediüzzaman’la Manisa’da görüştüğü doğru mu?

Ben Celal Bayar ile pek çok kere görüştüm. Nimet Arzık’ın Menderes’i İpe Götürenler adlı kitabında Bediüzzaman’ın Manisa civarında Bayar’la görüştüğü iddia ediliyordu. Kitabı Bayar’a götürdüm. Bu görüşmenin yalan olduğunu söyledi ve böyle bir yalanın yazılmış olmasına da çok kızdı. Ben Bediüzzaman’ın adını anınca büyük bir hürmetle ondan “Hocaefendi” diye bahsettiğini hatırlarım. Üstad’ın İstiklâl Harbi’nde 8 ay kadar bir Ankara hayatı olmuştu. Bayar da Bediüzzaman ile Ankara’da görüştüğünü söyledi. Üstad görüşmelerinde Bayar’a namaz kılıp kılmadığını sormuş. Bayar kılmadığını söyleyince Üstad namazın ehemmiyetinden bahsetmiş, Bayar da “İnşaallah kılarız efendim” diye cevap vermiş.

Bayar’ın kanaati neydi Bediüzzaman hakkında?

Bayar net olarak Bediüzzaman Hazretleri’ni şu şekilde kabul ettiğini söylüyor: “Bazıları Bediüzzaman’ı Derviş Vahdetî’yle mukayese ederler, ne münasebet. Derviş Vahdetî’yle hiç alakası yok, Hocaefendi çok büyük bir ilim adamı.”

Celal Bayar’dan bahsedince şunu da hatırlatmak isterim: Zalim ihtilalciler 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra Nurs köyünün ismini Kepirli yapmışlardı. “Kepir” işe yaramaz, verimsiz toprak demek. Nur talebeleri bu köyün eski adına dönmesini arzu ederlerdi. Cenab-ı Hak 1,5 sene önce bu hayırlı işi şu anki hükümete nasip etti ve köy Nurs adını geri aldı.

Bediüzzaman mahkemelerde avukatlara ve savcılara karşı nasıl bir tavır takınırdı?

1952’de Gençlik Rehberi mahkemesinin hakimi Nefi Demirlioğlu idi. Kendisini İstanbul Divanyolu’nda yer alan Dostluk Yurdu Sokağı’nda ziyaret etmiştim. Bana mahkemeyi bütün detaylarıyla anlatmıştı. Nefi Bey o günü şöyle anlatıyordu:

“Sanki kendisi hâkim, biz mahkûmuz. Kalabalığa ‘Eğer Hocaefendi’yi seviyorsanız salonu biraz boşaltın da davayı rahatlıkla görelim’ dedim. Kalabalık hiç kıpırdamadı ama kendisi şöyle bir kafasını arkaya doğru çevirdi. Kalabalık oluk gibi dışarıya aktı ve salonu boşalttılar. Talebeleri kendisini seviyorlar, inanıyorlar, bir sözünü iki etmiyorlardı.” Bediüzzaman’ın iki Tatar hanımla ilgili ilginç bir hatırası var. Onu da anlatabilir misiniz? Rusya’da esirken iki Tatar kadın Üstad’a çorba yapıp getiriyorlar, çamaşırlarını yıkıyorlardı. Üstad ‘Risale- i Nur’un önemli hizmetlerinde o iki Tatar kadının da hissesi var’ diyor, onlara dua ettiğini söylüyordu. Üstad bu kadar vefakâr, kadirşinastı.

Afyon Mahkemesi’nin Abdullah Büker adında zalim bir savcısı vardı. 1948’de Üstad’a dehşetli zulümler yapmıştı. Ama Rusya’daki o iki Tatar kadının hakkını hiç unutmuyordu. Abdullah Büker sırf Tatar olduğu için Üstad “Ben ona hakkımı helal ettim” diyordu. Daha sonra Gaziantep Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı oldu.

Bizleri, lisedeyken Risale-i Nur okuyor ve namaz kılıyoruz diye nezarethanelere, mahkemelere yolladılar. Üstad’ın noterden vekâletnamesi olan 10 avukatı vardı. Bunlardan biri de Bekir Berk Ağabey’dir. Üstad, Bekir Berk’e “Afyon savcısına hakkımı helal ettiğimi söyle” diyor. Bunun üzerine Bekir Berk Gaziantep’e geldi.

Henüz 17 yaşındayken Risale-i Nur okuduğumuz için 27 Mayıs’ın zalim ihtilalcileri bizi katillerle, eşkıyalarla birlikte muhakeme ederdi.

Bekir Berk Ağabey Gaziantep’e geldiği zaman savcı Abdullah Büker’e Üstad’ın kendisine hakkını helal ettiğini söyledi. Ve ondan sonra Abdullah Büker Gaziantep’teki Risale-i Nur davalarına bir daha girmedi. Üstad işte bu kadar vefakârdı ve kendisine zulmedenleri de affedebilen biriydi.