Nurhan Atasoy: Harem askerî bir kurum, komutanı ise Valide Sultandı

Nurhan Atasoy'la söyleşi  Konuşan: Mustafa Armağan
Nurhan Atasoy'la söyleşi Konuşan: Mustafa Armağan

Türkiye’nin en önde gelen sanat tarihçilerinden, BKG Yayınları’ndan çıkan Harem kitabının yazarı, Prof. Dr. Nurhan Atasoy’un görüşleri Derin Tarih dergisinde yer aldı.

Kapısını çaldığımız Atasoy, yoğun ça­lışmalarına rağmen bizi home ofis olarak kullandığı evinde ağırladı. Biz de fırsat bu fırsat deyip haremle ilgili köşe bucak­ta biriken ne varsa sorduk kendisine. O önde, biz arkada haremin gizli köşele­rine süzüldük. İşte bitmeyen enerjisiy­le bizi haremin bilmediğimiz pek çok yüzüyle buluşturan Nurhan Atasoy'un rehberliğinde sıcacık bir harem gezisi! (DT)

Harem kadınları böyle ısınırdı Haremin rutubetli ve soğuk havasından ötürü hanımlar içeride manto ve kürk ile dolaşırlardı. Tıpkı çizimde yer alan 19. yüzyıl İstanbul'unda tandır usulüyle ısınan bu hanımlarda olduğu gibi...
Osmanlı'nın en tartışmalı konularından olan haremi nasıl anlamalıyız?

Harem, adı üstünde 'haram'dan geliyor. Osmanlı'da özel hayat son derece mahrem, bir o kadar da üstüne düşülen bir mevzudur. Hocam Hayrullah Örs gençlik zamanlarıyla ilgili bir ha­tırasında babasının, bir arkadaşının eşinin hasta olduğunu bildiği halde ona doğrudan “Refikanız nasıl?" diye eşinin sağlık durumunu sormaktan hicap ettiğini anlatmıştı.

Bugüne dek Osmanlı hayatına ilişkin epey kaynak okudum ancak bunlarda özel hayatla il­gili hemen hemen hiç kayıt yok. Tesadüfen karşı­mıza çıkan birkaç noktadan hareketle bu alanda bilgilenmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla özel hayatla ilgili kaynaklar bu kadar kıtken, mahremin mah­remi olan saray haremi hakkında uzun uzadıya konuşmak oldukça zor.

Bir harem odasının ahenkli kompozisyonu 'Harem'de Cariye' isimli Vittorio Rappini imzalı bu suluboya çalışmada ahşap sedir üzerinde oturan cariye; yerde işlemeli bir minder, tepsi üzerinde zarif süslemeli bir vazo ve sağda halı ile minderin renkleriyle uyumlu bir nargileden oluşan kompozisyon, güzel bir renk kombinasyonuyla sunulmuş.
“Tesadüfen karşılaştığımız kayıtlar" der­ken kastettiğiniz ne?
Osmanlı kaynaklarında tek tük rastladığım bazı hadiseler var. Mesela III. Ahmed'in annesi Rabia Gülnûş Sultan Osmanlı ordusu ile sefere gidiyor. Üstelik o sırada hamile. III. Ahmed ça­dırda bu sefer sırasında doğmuştur. Veyahut ha­remle ilgili olmasa da, III. Murad'ın oğlu şehzade Mehmed'in sünnet düğününde erkek kıyafetine bürünmüş bir kadını yakaladıkları bilgisine ulaş­tım. Komşusu bu kadını tanıyor ve kadıya şikâyet ediyor. Kadın da “Ben namuslu ve iffetli bir ka­dınım, şenliği daha iyi göreyim diye erkek kıya­fetine girdim. Benim hiçbir yerim görünmüyor" diye kendini savunuyor. Kadı da “Haklısın" diye­rek herhangi bir ceza vermeksizin kadını salıve­riyor. Eğer böyle şeyler bir şekilde kayda geçmiş­se araştırırken yakalayabiliyoruz. Bu hadise 1582 yılında gerçekleşiyor. O zamanda bunu yapmaya cesaret edebilecek bir Türk kadını olması çok en­teresan geliyor bana açıkçası.

“Harem hakkında uzun uzadıya konuş­mak mümkün değil" diyorsunuz ancak kitap piyasasına baktığımızda eski dö­nemde yazılanlardan tutun da günümü­ze değin harem hakkında kaleme alınmış çokça kitap var. Nasıl olu­yor bu peki?

Bugün harem hakkında yazılan ki­tapların çoğunun ana kaynağı yabancı seyyahların hatıratlarıdır. Bu seyyahların dayanakları ise hiç sağlam değildir. Bıra­kın saray haremini, ailelerin haremine dahi girmiş değillerdir. Durum böyle olunca onlar da ikinci el kaynaklar­dan topladıkları bilgi­leri kendileri görmüş gibi anlatmışlardır. Bu ihtiyacı doğuran, Avrupa'nın harem merakıdır. El­bette ki gerçeğe olan bir meraktan ziyade fantezi dünyasına açılan ve hayal gücünü kamçılayan masalları arzuluyorlardı. Tabii harem kavramı onların kültürüne alabildiğine uzak; çünkü çeşitli milletlerden çok güzel kadınların bir arada yaşadığı bir yer olan harem var ortada ve bunların tek sahibi bir Sultan. İşte bu düşünce hayal güçlerini fevkalade alevlendiriyordu.

Aşırma seyahatnameler
Bu çıkarımları yapabiliyor olmak seya­hatnameler üzerine epey çalıştığınızı gösteriyor. Gerçek ile hayalin birbirine bu kadar yaklaştığı bir konuda işin için­den nasıl çıktınız?

Seyahatnameler üzerine çokça çalıştım. Türkiye'de bulamadıklarım dahil elime geçen tüm seyahatnameleri gözden geçirip Türkiye ile ilgili kısımlarını kayıt altına alarak kendi arşivi­mi oluşturdum. Tüm bu kayıtlardan bir çıkarım yapmam gerekiyorsa bugün nasıl yazarlar kay­nak belirtmeden bir metni aşırıyorlarsa onların seyahatnamelerinde de çok fazla aşırma olduğu­nu fark ettim. Mesela aynı olay iki farklı seyyah tarafından sanki kendileri yaşamış gibi anlatılı­yor. Tablo böyleyken bu seyyahların yazdıklarına ne kadar güvenebiliriz? Tabii yazılanlar tümden işe yaramaz değil. Sonuçta elçi heyetinde zoolog­lar ve botanikçiler de yer alıyor. Bu bilim adam­ları Osmanlı'daki bitki ve hayvanlara dair incele­melerde bulundukları gibi gözlemlerini bilimsel olarak da yazıyorlar. Bize düşen, elimizdeki tüm yazılı malzemeyi kendi filtremizden geçirerek anlamaya çalışmaktır.

Harem nerededir, tarif edebilir misiniz?
Topkapı Sarayı'nda birinci avludan, Bab-ı Hümayun'dan giriyorsunuz. Tabii bu ilk kapı­dan herkes girebiliyor. Sabah ezanı ile açılıyor dış kapı. Bugün nasıl biletsiz girilebiliyorsa o gün de herkes atla girebiliyordu bu kapıdan. Babüsselam'dan, yani bugünkü Müze girişinden padişah hariç kimse atla giremezdi. Törenle rin yapıldığı, yalnızca görevlilerin girebildiği bir alandır ikinci avlu. Girdiğinizde hemen sol ta­rafta Adalet Kulesi'ni görüyorsunuz. Bu kulenin dibinde Kubbealtı var; buraya kadınlar da girebi­liyor, davalarını takip edebiliyorlardı. Minyatür­lerden görüyoruz ki, yalnızca harem halkı değil, dışarıdan gelen kadınlar da yapabiliyordu bunu.

Kubbealtı'nın 2 kapısından biri Zülüflü Balta­cılar Koğuşu'na iniyor. Bu ağalar haremin ağır iş­lerini görüyorlardı, odun ve su taşımak gibi… Saç örgüleri keçi kılından yapılan Zülüflü Baltacılar, ağır şeylerin taşınması için hare­me girdiklerinde yüksek yakaları nedeniyle sağa sola bakamıyor, dolayısıyla etrafta olan bitenleri de göremiyorlardı. Diğer kapı haremin Araba Kapısı'dır. Bugün harem ziyaretine gelenler bu kapıdan giriyorlar. Haremden çıkacak kadınları almak için araba kapının önüne kadar geliyor ve ka­dınlar bir paravanla sokaktan gizlenerek arabaya biniyorlardı. Buraya Araba Kapı­sı denilmesinin sebebi buydu.

Topkapı Sarayı'nın arazisi tam bu noktadan aşağı, Gülhane'ye doğru bü­yük bir meyille iner ve harem burada gelişir; yani bu kısımda karmaşıklaşır. Bir kere burası düz bir alan değil, bu yüzden planını çıkar­mak zor. Burası, her padişahın düzenlemeleri ve yaptırdığı has odalar eklene eklene, mantar nasıl ürerse, yan yana öyle gelişmiş. Bu bakımdan bir labirent gibidir harem. Tümünü çok az kişi kay­bolmadan gezebilir.

Peki bu sıkışık alanda yeni daireler nasıl yapılmış?
Yeni yapılar meyilli arazide destek sütunlarıy­la bir platform oluşturularak yapılmış ve ekleme­nin arkasında kalan yapının pencereleri bloke ol­muştur. Bu şekilde bir kompleks halinde hamam ve havuz gibi parça parça yapılmıştır. Topkapı Sa­rayı Avrupa'daki saray anlayışından çok farklıdır; örneğin Versailles Sarayı ile karşılaştıramazsınız bile. Mimari açıdan epey komplike ve müşkil in­şaatlar yapılmıştır.

Her yeni daire beraberinde mimari açı­dan problemlerle geliyor. Su sistemi, ay­dınlatma, ısıtma...
Hareme devamlı surette önü kesilerek yeni odalar inşa edilirken, karanlıkta kalan daireler tepe pencereleri açılarak ferahlatılmıştır. Haremdeki su sistemi ise ayrı bir inceleme konusudur. Çünkü hamam var ve devamlı surette abdest alı­nıyor; dolayısıyla her yerde akar su olmak zorun­da. Bu sistemlerden su nasıl akıtılmıştır? Merak konusu. Renkli bir su söz konusu ki, nereden çık­tığı epey enteresan. Topkapı Sarayı mühendislik açısından çok daha fazla çalışılmalı. İnanılmaz çözümler bulunmuş, çünkü çözümlenmesi çok zor bir yer burası. Isıtma meselesine gelirsek, ha­remin rutubetli ve soğuk havasından ötürü içeri­de manto ve kürk ile dolaşırmış hanımlar. Odalar mangalla ısıtılırdı.

Buradan yola çıkarak sorarsak, TV dizile­rindeki Osmanlı Sarayı'nda bırakın kür­kü, salon kıyafeti diyebileceğimiz göğüs dekolteli kadınlar var. Bunların gerçek­lik payı nedir?
Neresinden tutacaksınız ki bu yapımları? Bıra­kın kıyafetleri, o kavuklar, masaların kullanılışı tam anlamıyla rezalet!

Harem fazla çıplak!
Bugün Topkapı Sarayı'ndaki Harem Dairesi'ni gezmek onu anlamamızı sağ­lamıyor ne yazık ki. Bunun sebebi ne? Yalnızca okumamak veya araştırmamak değil sanırım.
Bugün hareme girdiğimizde son derece yanlış bir izlenim ediniyoruz. Çok çıplak, döşemeler­den mahrum. Aslında her oda klasik bir zengin Türk evi olarak düşünülmeli. Ve bir Türk evinde bugünkü Batılı anlamda mobil­ya yoktur. Yüklükler var­dır, hepsi de mimarinin bir parçası olarak bulunur. Sedirler ise çok kaba ahşaptan yapılmıştır; ancak onları güzelleştiren şey, mefruşat, kumaş, yani tekstildir. Halıdan baş­layın, perde, divan örtüleri, yastıklar... hepsi bun­larla güzelleşirken en zarif şekilde dokunmuştur. İşte haremin bugün gözlerimize fakir gelmesi bu mahrumluk sebebiyledir. Hem bugün içinde insan da yok; o günkü kıyafetleriyle insanların dolaştığını düşünün bir, tabloyu ne kadar güzel­leştirir, canlı tutardı. Bu bakımdan kendi kitabı­ma haremde kullanılan eşyalarla ilgili çok şey koydum. Okuyucunun bu ayna, tarak, mücevher, nalın, kıyafetler gibi eşyalar sayesinde bir parça hayal gücünü de kullanıp orayı olduğu gibi hayal etmesini istedim.

Bazıları da hayal gücünü biraz fazla kul­lanıyor sanırım.
Minyatürlere bakıyoruz, kadınların kıyafetleri böyle ama şunu da unutmamak gerekir ki, tüm bu giyim tarzı sadece padişah içindir. İzlediğimiz yapımlarda her önüne gelen, haremden içeri gi­riyor. Asıl olmayacak şey budur.

Kim girebilir haremden içeriye?

Erkek olarak padişah ve buluğ çağına erme­miş şehzadeler girer. Belli bir yaştan sonra za­ten bu şehzadeler de haremden çıkarlar. İşle­rin aksamadan görülmesi için harem ağaları girer. Ama paldır küldür değil ve belli bir yere kadar... Onlar da çirkin ve hadım edil­miş, görüntüleriyle çekiciliklerini kaybet­miş insanlardır. Has Odacılar zaten harem dairesinden ayrılırlar. Daireleri hareme bitişiktir ancak dışındadırlar.

Haremdeki bir pencere Ağalar Camii tarafına bakar. Bir tarafta erkekler, pen­cerenin arkasında da kadınlar namazla­rını kılarlar. Yani saray eşrafının toplu olarak bulunduğu alanda bile ayrılırlar. Bunun haricindeki her türlü ifade ve yorum başlı başına harem kelimesinin anlamı dışına düşmektedir.

Harem kadınlarının arabası Harem arabaları harem kapısının önüne kadar gelir, kadınlar bir paravan ile sokaktan gizlenerek arabaya binerlerdi. Kafesli Landon isimli bu harem arabası Osmanlı'nın son döneminde Puşade-i Saadet (Kabe örtüsü) nakli için kullanılmıştır. 18. yüzyılda üretilen arabanın tekerlek ve yay düzeni İtalya Torino'da G. Deronte imalatıdır.-  Nev-i şahsına münhasır harem ağaları Geç Osmanlı dönemine ait bu fotoğrafta bir harem ağası görülüyor. Küçük yaşta hadım edilen harem ağalarının bu sebeple sesleri ince, mizaçları huysuz ve dengesiz olurdu. Ayrıca kemik yapılarındaki bozukluktan ötürü bastona gerek duyarlardı. İşlerin yürümesi için hareme sınırlı da olsa girme hakları vardı.
Harem deyince ilk akla gelen cariyelik oluyor. En tartışmalı konulardan biri olan cariyelik hakkında neler biliyoruz?
Haremi öncelikle bir kurum olarak değerlen­dirmek lazım; hatta askerî bir kurum olarak dü­şünmek onun zihnimize yakınlaşmasını sağlar. Bu kurumun başında komutan olarak Valide Sul­tan bulunur. Kethüda çok önemlidir. Bu hiyerar­şinin altında hasekiler, gözdeler, kadın efendiler vs. var. Yüzyıllar içinde isimler ve mevkilerin al­dıkları payeler değişmiştir. Yani 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar harem hiyerarşisi için aynı şemayı kullanamazsınız. Maaşları rütbelere oranla deği­şir; imtiyazları, hatta kendilerine verilen yemek de… Tabii odaları değişir. Bunlar çok sıkı kuralla­ra bağlı olarak işlemektedir.

Aldıkları maaşları ne yapıyorlardı? So­nuçta her şey harem bütçesinden karşı­lanmıyor muydu?

Bu kadınlardan bir kısmı parasının bir bölü­münü mücevher ve giyim kuşama harcardı. Peki nereden alış veriş ediyorlardı? Bunun cevabı as­lında çok eski bir gelenekte saklı: Bohçacı kadın geleneği. Şimdi kaybolmuş olsa da, o dönemde saraya gelip cariyelere ellerwindeki ürünleri su­nuyordu bohçacı kadınlar. Maaşın bir kısmı da biriktirilip hayır işlerinde kullanılıyordu. Lakin bunun için padişahın iznini almaları gerekirdi. Kaçırmamamız gereken nokta, bu kadınların her anlamda padişahın kulu olmalarıydı. Öldükten sonra da malları ait olduğu yere, yani devlet kasa­sına aktarılırdı.

Haremdeki cariyelerin sayısıyla ilgili ri­vayetler arasında uçurumlar var. 300, 500, hatta 800 gibi rakamlar veriliyor. Bunun sebebi ne?
Sayı dönem dönem değişiyor, bu nedenle farklı rakamlarla karşılaşıyoruz. Padişaha bağlı olarak değişirdi bu sayı. Örneğin Nuruosmaniye Camii'nin banisi III. Osman kadından nefret edi­yor, “Gözüme gözükmeyin" diyor ama III. Murad için tam tersi geçerli. Tabii harem bir hayat alanı olduğu için belli bir kadrosu vardı.

Hıristiyan cariye mümkün değildi
Haremde iş bölümü nasıl yapılıyordu? Herkes yatkın olduğu işe mi koşuluyor­du? Bunun bir usulü var mıydı?

İş bölümü haremdeki yıl kıdemine göre belir­lenirdi genelde. Temizlik gibi düşük işleri genç ca­riyeler üstlenirdi. Ağır işleri daha önce değindiği­miz gibi Zülüflü Baltacılar yapardı. Bu, kademeye göre bir iş bölümüydü. Bir de yeni gelen cariyele­rin eğitimi var tabii. Burası bir okuldu, dolayısıy­la genel olarak verilen dersler vardı. Öncelikle İslamiyet'i öğreniyorlardı. Hıristiyan kalmak gibi bir durum kesinlikle söz konusu değildi. Elbette bu sistem içinde Hıristiyan kalmış olanlar da var­dır, orasını Allah bilir. Ancak bu kişinin kendini o vasfıyla ortaya koyması mümkün değildi. Belli ölçüde dil, yani Türkçe öğrenmek zorundaydılar. Padişahın kızının cariyesi olacak kişinin de onun­la konuşabilecek düzeyde kültürlü olması gerek­liydi. Saray terbiyesi alması, protokol, davranış, oturma kalkma, kime nasıl hitap etmesi gerektiği gibi kuralla­rı öğrenme­si lazımdı. Bu terbiye kendi ken­dine edi­nilecek bir şey değildir; ancak saraylı­larda bulunabi­lecek bir vasıftır. Ben pek çok saray­lıyı tanıma fırsatını elde ettim, kendileriyle çeşitli temaslarım oldu. Al­lah kısmet ederse onlarla yap­tığım söyleşileri derleyip yayınlamak istiyorum.

Cariye haremin normal bir üyesi yani?

Cariyeleri bir de ev eşrafı gibi düşünmek la­zım. Harem dediğimiz büyük evde yaşayan, iş gören, temizlik yapan, eğitim alan insanlardır bunlar. Yani cariyeden anlamamız gereken, ha­remin hizmetlileri olduklarıdır. Tabii bunlardan bir kısmı da özel olarak padişahın eşi oluyor. Bu elbette belli bir eğitim seviyesinin üstünde olma, edebiyat ve tarih bilgisi ile ilgiliydi.

Padişahın eşlerini kim belirliyordu peki?
Çok istisna var aslında. Valide Sultan belirle­yebilir. 'Belirleyebilir' diyorum çünkü 'şunu yap­mıştır' gibi bir ibare yok elimizde. Kız kardeşleri, hatta evlenip saraydan çıkmış olan kız kardeşleri ve kızları iyi yetiştirdikleri cariyelerini padişaha hediye edebiliyorlardı. Hatta erkekler bile ona cariye sunuyorlardı. Bunları kaynaklardan biliyo­ruz. Padişahların nasıl davranacağıyla ilgili tavır da önemli. Mesela paldır küldür gidiyor hareme ve bir kızı beğenip alabiliyor. Her şeyin bir usulü olduğu kadar istisnası da elbette mevcuttu.

Nev-i şahsına münhasır harem ağaları
Geç Osmanlı dönemine ait bu fotoğrafta bir harem ağası görülüyor. Küçük yaşta hadım edilen harem ağalarının bu sebeple sesleri ince, mizaçları huysuz ve dengesiz olurdu. Ayrıca kemik yapılarındaki bozukluktan ötürü bastona gerek duyarlardı. İşlerin yürümesi için hareme sınırlı da olsa girme hakları vardı.

Cariyeler arasındaki terfi sistemi nasıl iş­liyordu? Kumanda kimin elindeydi?

Kumandan tabii Valide Sultan'dı. Sempatiklik, zekâ, işe yarama gibi vasıfları cariyelerin Valide Sultan'ın gözündeki değerini artırırdı. Bu sayede yükselirlerdi.

Peki siyasete müdahale ediyorlar mıydı?
Bazı Valide Sultanların 'Kadınlar Saltanatı' de­nilecek kadar yönetime etkisi olmuştur. Bir de ço­cuk yaşta tahta çıkan padişahlar var, onların an­neleri bir naibe gibi müdahalede bulunmuşlardır.

Haremin sosyal hayatına biraz daha eği­lirsek, doğum ve ölüm ritüelleri nelerdi? Harem sakinleri hasta olduklarında ne­reye gidiyorlardı?
Bu konuda işin aslını yansıtan günlük hayat örnekleri Batılı ressamların çizdiği resimler de­ğil, Osmanlı döneminde yapılan minyatürlerdir. Örneğin Batılı bir ressamın çiziminde kucağında bebekle bir kadın göremezsiniz. Çünkü böyle bir kadın imajı, Batılıların önemsediği erotizmi çağrıştırmaz, fantezilerini süslemez. Dolayısıyla öncelikle bu hayatı yansıtması bakımından min­yatürler iyi incelenmeli. Cariyelerin hastalandık­larında ne yaptıkları konusuna gelirsek, haremin içinde bir hastane mevcuttur. Orada erkek dok­torlar var ama büyük çoğunlukla işlerini hastaba­kıcı diyebileceğimiz kadınlar görüyordu. Erkek doktorların muayene etmesi söz konusuysa elin çıplak tene değmemesi için ince bir 'hekim örtüsü' kullanılırdı. Eskiden duvak olan bu bez doktorun muayenesinde örtü vazifesi görürdü. Bulaşıcı bir hastalığa yakalanan cariyeler tedavileri boyunca haremden uzaklaştırılır, daha önce çırak edilmiş bir cariyenin evine gönderilirdi. Çünkü sara­yın içinde hastalığın yayılması ciddi bir sorundu.

Ya ölümler?
Bu çok acıklı bir tören aslında. Cari­yeler hastanesinin bir ucunda Arkeo­loji Müzesi tarafına düşen bir kapı var­dır. Adı Meyyit Kapısı'dır. Önünde bir mekân var; koskoca bir ocak, üstünde büyük bir kazan kaynıyor. Ve taş üzerinde, cari­yenin arkadaşları inerek onu yıkayıp kefenliyor ve tabuta koyuyorlar. Arada ahşap bir bölme, bu bölmede de kafesli pencereler mevcut. İşleri bi­tince o bölmeyi tıklıyorlar, erkekler de içeri girip tabutu alıp gidiyorlar. Ölen cariyenin arkadaşla­rı parmaklıklar ardında gözyaşlarıyla cenazenin çıkışını izliyorlar. Merhume Meyyit Kapısı'ndan çıkarılıyor. İşte bir cariyenin sonu böyle. Ancak nereye gömülüyorlardı? Mezar taşları nasıldı? Bunları hiç bilmiyoruz.

Son olarak bugünkü insanlara haremi anlamaları için öneriniz var mı?
Eski konak hayatını anlatan Tanzimat dönemi romanları okunmalı. Hayal gücü de abartıya ka­çılmadan kullanılırsa o günkü haremin nasıl bir yer olduğu gerçeğine kısmen yaklaşılabilir.