Önyargılarla 1915 hafızasını sorgulamak

Boğaziçi Ü-Columbia Ü
Boğaziçi Ü-Columbia Ü

Boğaziçi ve Columbia Üni­versiteleri işbirliğiyle 16- 17 Nisan 2015 tarihlerinde “Zaman ve Travma: Kitlesel Acının Nesillerötesi Hafızası” isimli uluslararası bir sempozyum ve çalıştay düzenlendi. Sempozyuma, ‘soykırım’ tezini baz alan ve bunun üzerinden çözüm üretmeyi amaçlayan bir tutum hakimdi.

Moderatörlüğünü Edhem Eldem’in üstlendiği sempozyumun açılış konuşmasını Boğaziçi Üniversi­tesi Rektör Yardımcısı Ali İzzet Tekcan yaptı. Ardından Global Think-in proje­si kapsamında panele önderlik eden Columbia Üniversitesi’nden tarihçi Carol Gluck teşekkür etti.

İlk gün Columbia Üniversitesi’n­den Rashid Khalidi, 20. yüzyılda Or­tadoğu’daki trajik gelişmelere yer verirken, Tokyo Yabancı Çalışmalar Üniversitesi’nden Minoru Iwasaki Ko­relilere karşı yapılan 1923 Tokyo kat­liamından söz etti.

Bilgi Üniversitesi’nden psikotera­pist Murat Paker ile Sabancı Üniversi­tesi’nden antropolog Leyla Neyzi’nin sunumları dikkat çekiciydi.

Paker ‘Soykırım’ ön kabulünü des­tekler mahiyette konuştu: “Soykırım denildi mi ortalama Türkiyelinin ta­hayyül dünyasında bir tek Nazilerin yaptığı soykırım (Holokost) anlaşı­lıyor. Oysa 1951’de yürürlüğü giren BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ndeki ta­nım epey geniş ve esnek; 1915’in bu tanıma göre soykırım sayılmaması mümkün değil. Bu tanım çerçevesin­de dünyada yüzlerce soykırım suçu işlendiği düşünülüyor ve bu soykırım­ların illa Holokost’un bütün özellikle­rini barındırmaları gerekmiyor.”

Bu açıklama objektiflikten bir hayli uzaktı. ‘Soykırım’ yapıldığı iddia edi­len olaylarda Holokost’un bütün özel­liklerini barındırması şartına gerek olmadığına katılmakla birlikte, 1915 olayları değerlendirilirken kendisinin atıfta bulunduğu BM tanımının ‘epey geniş ve esnek’ olduğunu düşünmü­yorum. Neden mi?

Derin Tarih’in geçen sayısında(37.sayı Nisan 2015) ‘soy­kırım’ kavramı hukukî açıdan ele alın­mış ve Mustafa Serdar Palabıyık BM tanımı­nın neleri ifade edip neleri etmediğini şöy­le açıklamıştı:

“1915 tehcirini soy­kırım olarak değerlen­direbilmek için Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Er­menilere dönük dinî ve ırkî bir nefre­tin varlığının kanıtlanması zorunlu­dur. Dahası tehcir sırasında yaşanan Ermeni kayıplarına da bu nefret his­sinin yol açmış olması beklenir. Bahsi geçen dönemde böyle bir tutumun olup olmadığı tartışmalıdır, üstelik 1914 seçimlerinde bizzat İttihat ve Terakki tarafından aday gösterilerek Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na girmiş 14 Ermeni milletvekili vardır.”

Norman Stone da, “Bogos Nubar tarafından savaştan sonra yapılacak antlaşmalarda kullanılmak üzere Fransızlara verilen belgelerde Erme­ni kayıplarının 700 bin kişi civarında olduğu söylenmiştir. Bunların çoğu hastalık ve açlıktan ölmüştür, ancak o dönem Türkiye’nin doğusunda Müslü­manlar ve Hıristiyanlardan oluşan nü­fusun dörtte biri de benzer sebeplerle hayatını kaybetmiştir. Bu korkunç bir dönemdir” ifadesine yer vermişti.

Hal böyle olunca Murat Paker’in BM tanımı için kullandığı ‘epey geniş ve esnek’ nitelemesi üzerinden 1915 olaylarını ‘soykırım’ sayması ‘epey ge­niş ve esnek’ bir analiz olmuyor mu? BM tanımının hangi şartlar içinde ge­çerlilik kazandığı ve tanımın ne kadar esnek olduğu bilgisi için Palabıyık’ın çalışmasına bakılabilir.

Paker’in sunumundan Ermenilerin hedef tahtasına konulduğu ve ‘bütün’ yurttan bilerek ve isteyerek katledil­mek amacıyla göç ettirildiği anlamı çıkıyordu ki, bu durumda Justin Mc­Carthy’nin bu sayımızda okuyacağı­nız söyleşisinde bahsettiği İstanbul ve İzmir’deki Ermenilerin tehcire tabire tutulmadığı gerçeğini nereye koyaca­ğız? Paker ya İstanbul’u memleketten saymıyor ya da konuyu manipüle ediyor.

Hrant Dink’in katli neyi değiştirdi?Leyla Neyzi ise ‘Hafı­zalarda 1915’ başlıklı su­numunda sözlü tarih çalışma­larından örnekler verdi. Türkiye’de ikamet eden Ermenilerle mülakatlar yaptığını söyleyen Neyzi, yaşlı ta­nıkların geçmişle ilgili konuşmakta isteksiz davrandığını, genç nesil için ise Hrant Dink’in ölümünün dönüm noktası olduğunu ifade etti.

Yaşanan acıların hafızalardaki yeri açısından bu çalışma dikkat çekici. Tehcire tabi tutulmak birçok trajik hikâyeyi de beraberinde getirebilir. Neyzi’nin mülakatları bu acıları tek taraflı göstermiş olsa da önemlidir.

Program sonrası katılımcılardan üzerinde çalışmak için sunum metin­lerini rica ettim. Rashid Khalidi mem­nuniyetle el yazısıyla kaleme aldığı notlarını paylaştı. Murat Paker birkaç güne bir internet sitesinde çıkacağını, oradan temin edebileceğimi söyledi. Leyla Neyzi’ye sunumunun fotoğrafı­nı çekip çekemeyeceğimi sordum. Ka­bul edip çantasına yöneldi. Bu sırada yazıyı nerede kaleme alacağımı sordu. Benden “Derin Tarih” cevabını alınca uzatmakta olduğu kâğıtları geri çekti. Dinlediklerimle yazıyı yazıp yazama­yacağımı sordu ve “Nedir o? ‘Derin devlet’ gibi bir şey mi?” diyerek güldü. Yazacaklarımın sıhhati açısından yazı­lı metnin önemli olduğuna ikna edip sunumunun fotoğrafını çektim ama bu hareketiyle beni sunumunun ön­yargılardan arındırılmış olduğu nok­tasında ikna edemedi.

Düşünsenize; netameli bir konuda bilimsel bir programa gittiğinizi sa­nıyorsunuz ve konu başlığıyla kıyas­lanamayacak kadar basit bir ricada bulunduğunuzda önyargı duvarlarına tosluyorsunuz. İnsanda ister istemez şu kanaat hâsıl oluyor: Böyle küçük bir ricada önyargılarıyla hareket eden biri acaba hangi önyargılarla sunumunu yaptı ve konuyu ne ka­dar tarafsız çalıştı?

Edhem Eldem’in dergide tam zamanlı çalıştığımı öğrendikten sonra arkamdan “Bakalım nasıl bir metin ortaya çıka­cak!” diye seslenmesinin sebebini hâlâ anlamaya çalıştığımı ise itiraf et­meliyim.

Hafızanın mekânı

Ertesi günkü çalıştay Fındıklı’daki Studio-X’te gerçekleştirildi. Modera­törlüğünü Carol Gluck’ın üstlendiği program oldukça verimli geçti. Halka açık ve kamuoyunda sıkça tartışılan bir konu ele alın­masına rağ­men katılı­mı düşük bulduğu­mu belirt­meliyim. BÜ’den Sel­çuk Esenbel Japonya’daki 1871 Nakano Ayaklanması’nı anlat­tı. Köylülerin önceleri, isyanda yaşa­dıklarını dışarıyla paylaşmadıklarını gözlemleyen Esenbel’e göre köyde ka­lanlar, şehre göçenlere nazaran olay­ları daha iyi hatırlıyordu. Köy, orada yaşayanlar için hafızanın mekânı olma görevini üstleniyordu.

1915’de yaşananların hafızalarda acı izler bıraktığı muhakkak. Esen­bel’in sunumu dinleyicilerde empati hissi uyandırdıysa ne mutlu!

Sogan Üniversitesi’nden tarihçi Jie-Hyun Lim’in sunumunda ‘uluslararası inkârcılar’ diye nitelendirdiği kişi ve kurumların argümanları yer alıyordu. İnsanların yazılı belgelere sözlü anla­tımdan daha fazla itibar ettiğinin altı­nı çizen Lim, buna rağmen bazı tarihî olaylarda belgelerden ziyade tanıkla­rın önem arz ettiğini vurguladı. Siya­seten netameli konularda gerçeğe ulaşmanın zor­luklarından bahseden tarihçi, ‘soykırım’ te­zinin tartışıldığı vaka­larda diasporaların acı­yı yaşayanlara nazaran daha fazla tepki duydukla­rının altını çizdi.

Ardından Birzamanlar Yayıncı­lık’tan Osman Köker, Ermenilere ait yapıların tarihî süreçte yok oluşlarını görsel malzemeleriyle açıkladı. “Sivas Kongresi’nin nerede yapıldığını her­kes bilir fakat Erzurum Kongresi’nin bir Ermeni okulunda yapıldığından pek az kişi haberdardır” diye bir eleş­tiride bulundu.

Dergi olarak Cumhuriyet sonrası devlet mekanizmasının sansürleme ve ötekileştirdiğini tarih sahnesinden yok etme refleksini her fırsatta dile getirdiğimizi okurlarımız yakinen biliyor.

Çalıştayın sonunda sunumlar tar­tışmaya açıldı; açıkçası bu kısım olum­lu anlamda tahrik ediciydi. Gluck’ın, “Başka yerlerde yaşayan Ermenilerin tepkisi neden Türkiye’dekilerden daha agresif? Yalıtılmış toplum, ülkeler öte­si diaspora bütün toplumun fikirlerini ne kadar yansıtıyor?” sorusu üzerine Khalidi’den gelen ve önemsediğim ce­vabı sizinle paylaşmak istiyorum:

“Diasporadaki hafıza her zaman bölgedeki hafızadan farklıdır. Ben Filis­tin konusunu çalıştığım dönemde İsra­il’deki Yahudi toplumuyla daha rahat konuşurken ABD’deki Yahudi cemaa­tinin tepkisiyle karşılaştım. ABD’deki Ermeni diasporası ile Ermenistan top­raklarındaki vatandaşların Türkiye’ye karşı tutumları farklı. Diaspora uzlaşmayı reddederken di­ğerleri Türkiye ile ilişki­lerini düzeltmek istiyor. Boston’daki milyarder Ermeniler, Ermenistan üzerinde seçim sonuç­larını belirleyecek bir etkiye sahip.”

Diasporik hafıza uzlaşmak istemiyorGenel havaya bakınca sempozyu­mun bu başlığından şu sonuç çıkıyor: Diaspora Ermenileri, Ermenistan’da­kilerden daha Ermenici! Ermenis­tan’daki seçim sonuçlarını belirleme etkisinin dışında uluslararası arenada yürüttükleri nefret söylemlerine de şahit oluyoruz. Bu da meseleyi tarihî gerçeklik bağlamından koparıp siyasî manipülasyona açık hale getiriyor.

Soru-cevap kısmında söz alıp pa­nelistlerin konuşmalarında ağırlıklı olarak sözlü tarih çalışmalarına yer verdiklerini belirttim. Bunların ortak özelliği, hepsinin soykırıma uğradı­ğı iddia edilen mağdurlarla yapılan mülakatlar olmasıydı. Ben de yine bir sözlü tarih çalışması olarak kayda ge­çen Konyalı Ekmekçi Hayk’ın hikâye­sini anlattım.

Ermeni Hayk Müslüman­larca sevilen ve güveni­len biridir. Bu güven karşılıklıydı. Öyle ki Hayk, veresiye defteri­ne Müslümanların ve­resiye aldığı ekmekleri not etmek gereği duymaz ama gay­rimüslimlere verdiği ekmeklerin çe­telesini tutardı. Tehcir sırasında halk Hayk Efendi’yi göndermek istemez. Gönderilmemesi için uğraşırlar. Giri­şimleri başarısız olunca Hayk’ı Konya istasyonundan törenle yolcu ederler. Yine de pes etmezler. Girişimleri sürer ve sonuçta Ekmekçi Hayk Konya’ya geri döndürülür. Hayk Efendi eşiyle birlikte Konya’da barış içinde hayatı­nı sürdürmüş, vefat ettiğinde Ermeni mezarlığına defnedilmiştir. Mesele ta­rihe tanıklık etmekse dedim, buyurun Hayk’ın hikâyesi bizleri bekliyor.

Sonra katılımcılara şu soruyu yö­nelttim: “Evet! Günümüze 1915’ten acı hikâyeler kalmıştır. Üstelik bunlar tek taraflı da değil. Acıların ön planda olduğu hikâyeleri istemediğimiz kadar çoğaltabiliriz. Bununla birlikte o döne­min ruhunu en az acı hikâyeler kadar yansıtan nice Ekmekçi Haykların barış mesajı veren hikâyelerini çoğaltmak sizce bu sürece katkı sağlamaz mı?” Amacımız hafıza üzerinden çözüm üretmekse tabii…

Osman Köker cevabında sözlü ta­rih çalışmalarını arşiv belgeleriyle ya da genel tarih bilgileriyle muhakkak harmanlamak ya da karşılaştırmak gerekti­ğini belirtti: “İnsanlar genellikle kendilerini rahat hissedebilecek­leri şekilde hatırlar ve kuşaktan kuşağa da o anlatıyı devam ettirirler. Bu anlatılar tamamen yalan değildir. Önemli bir kısmı doğrudur ama birta­kım bahaneler eklenmiş olabilir”.

Edhem Eldem ise anlattığım hikâ­yede iyi Ermeninin, yani ölmeyi hak etmeyen Ermeninin tanımlandığını, bunun da zımnen diğerlerinin ölme­yi hak ettiğini gösterdiğini ifade etti. “Bahsettiğiniz Hayk sadık, bizi seven Hayk. Sadık Hayk ölmeyi hak etmedi ve mükâfatını aldı örneğini veriyor bu hikâye. Peki, komşusunu sevme­yip aynı şekilde komşu tarafından se­vilmeyen Mıgırdıç ne olacak? Neden Mıgırdıç’a Hayk’a yapılan muamele yapılmıyor?” diye sordu.

İki cevabın da ortak özelliği, Ek­mekçi Hayk’ın hikâyesini acı ve nef­ret dolu hikâyeler kadar sahiplene­memiş ve bu nedenle sorduğum soru ekseninde değil de savunma refleksiy­le verilmiş olmaları. Kendilerine sözlü tarih çalışmalarının iyi kritik edilmesi konusunda katıldığımı ve sunumların hemen hepsi bu minvalde olduğun­dan benzer bir örnek verdiğimi be­lirttim. Ayrıca vurgulamak istediğim nokta-i nazar iyi ya da kötü olduğu için ölmeyi ya da ölmemeyi hak eden gruplar değildi. Sonuçta acı örnekler­le üretilen karşılıklı nefret söylemleri bizi bu noktaya getirdi. Hafızalarımızı tazeleyerek çözüm üreteceksek bura­da iyi ve barışçıl misallere büyük iş düşüyor, dedim.

Program bitiminde baş başa konuşurken Carol Gluck, sorumu oldukça önemsediğini ve sürece katkı açısından doğru bulduğunu ifade etti. Acıları görmezden ge­lemeyeceğimizi, bunun­la birlikte çözüm için olumlu katkılara daha fazla yer vermemiz gerektiğini dile getir­di. Türkiye’deki akade­misyenlere nazaran sa­vunmacı değil sahiplenen bir tutum sergilemiş olması samimiyetinin ve gerçek bir bilim insanı tavrının kanıtıydı.

Sonuç olarak programın ‘soykırım’ önkabulü ile yapılmış olması diğer un­surların değerlendirilmesi hususunda eksikliğe yol açtı, hatta karşılaştığım önyargılar beni programın samimi­yeti noktasında şüpheye düşürdü. Bu olumsuzluklara rağmen bazı katkıları da olduğu muhakkak.

1915’te acı hadiseler yaşandığı ma­lum; bununla birlikte olayların günü­müze etkileriyle siyasetin malzemesi olduğunu bilmek ve bu sebeple hassa­siyetle inceleneceğini ummak istiyo­rum. Ancak resmî söyleme önyargılı diye hücum edenlerin de kendi ön­yargılarını paranteze alarak görüş bil­dirmelerinde hem objektiflik nokta-i nazarından, hem de sorunun “hınç” ekseninden çıkarılması ve “ortak acı”ya kapı açılması açısından fayda var. Aksi halde Ermenilerden daha fazla Ermenicilik yapan ‘diasporist’ tuzağa bu kez diasporadan daha faz­la diasporacılık yaparak bir kez daha düşmek gibi vahim bir tehlike bekli­yor kendilerini.

En iyisi Gadamer’in dediği gibi ‘Önyargısızlık diye bir şey yoktur, ön­yargısızlık iddiası bile bir önyargıdır’ noktasına gelmek ve sonuçta yaptığı­mızın olguları konuşturmak değil, on­ların ‘bir’ resmini yapmak olduğunun bilincine varmak. Yani tarih yok, tarihler var. Ama galiba bu noktaya varabilmek için daha çok fırın ekmek yememiz gerekecek.

Neredesin sevgili Hayk Efendi ve nere­desin sevgili Konya halkı?