Osmanlı evrakını önce yaktılar, sonra depolara kapattılar

» Askerî ve hukuk tarihinin ana kaynakları:
Osmanlı askerî ve hukuk tarihinin en önemli
evrakları Harbiye ve Adliye nezaretlerinde
tutuluyordu. Aşağıda Ayasofya’nın
arkasında bulunan ve bir yangına kurban
giden Adliye binasının Fossati Albümü’nde
bulunan bir resmi görülüyor.
» Askerî ve hukuk tarihinin ana kaynakları: Osmanlı askerî ve hukuk tarihinin en önemli evrakları Harbiye ve Adliye nezaretlerinde tutuluyordu. Aşağıda Ayasofya’nın arkasında bulunan ve bir yangına kurban giden Adliye binasının Fossati Albümü’nde bulunan bir resmi görülüyor.

Her ne kadar MSB Arşivi’nde sadece Osmanlı kara kuvvetlerinin 1870’lerden 1920’lere subay, astsubay ve er özlük dosyaları ile Anadolu’daki askerlik şubelerine ait evrakın bulunduğu söyleniyorsa da, hem 1. Dünya Harbi’ne, hem de öncesine ait çok önemli resmî kayıtlar burada yok yere kapalı olarak bekletilmektedir.

Prof. Dr. Gültekin Yıldız

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü

____________________________________________

Dünya Savaşı’nın başlamasının ve Osmanlı Devleti’nin son savaşına girişinin 100. yıldönümündeyiz. Geçtiğimiz 2 sene içerisinde, sırasıyla Trablusgarp ve Balkan Harplerini 100. yıldönümlerinde hatırlamıştık. Önümüzdeki senelerde de tarihimize mal olmuş pek çok siyasî, askerî ve sosyal dönüm noktasını 100. yıldönümlerinde hatırlamaya çalışacağız. Çanakkale Zaferi, Sarıkamış Faciası, Ermeni Tehciri, Kutülamare Zaferi, Arabistan İsyanı, Bakû’nün fethi, Kudüs’ün kaybı, Medine Müdafaası, Mondros Mütarekesi, İstanbul’un işgali, TBMM’nin açılışı, Sakarya ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi zaferleri ve nihayet Cumhuriyet’in ilanı ilk akla gelenler. Ancak devlet ve toplum hayatımızda büyük kırılma ve değişimlere yol açan 1911-23 arası döneme dair derinliğine bir muhasebe yapmamızın önünde büyük bir engel kaya gibi duruyor: Osmanlı Harbiye Nezareti’nden kalan belgeler Genelkurmay ve Milli Savunma Bakanlığı arşiv depolarında hapis tutuluyor!

Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecinde devlet geleneğimizde büyük kırılma ve kopuklukların meydana geldiği artık herkesin malumu. Bunların bir kısmı maksatlı tercihlerden kaynaklanırken diğer kısmı da şartların zorlaması ya da yetkili kişilerin ehliyetsizliğinden ileri gelmiştir. Devletin ve Osmanlı milletinin hafızası konumundaki milyonlarca resmî evrakla beraber pek çok mezar taşı, kitabe, matbu ve yazma eser, bu patırtılı siyasî inkılabın sessiz kurbanlarıdır. Hükümet merkezinin İstanbul’dan Ankara’ya taşınması ve 1928’de yürürlüğe sokulan zoraki alfabe değişikliğiyle birlikte geçmişten kalan “eski yazı belgeler” için üç ihtimal vardır: Yakılarak yok edilmek, oradan oraya taşınmak ya da sandıklar içinde uygunsuz mahzenlere kapatılmak.

Osmanlı askeriyesinin 1870’lerden 1922’ye kadar ürettiği resmî yazışmalar, yani Harbiye Nezareti (Savaş Bakanlığı) ve ona bağlı Erkân-ı Harbiyye-i Umumiyye Riyaseti’nin (Genelkurmay Başkanlığı) evrakı da maalesef yukarıda sıraladığımız talihsiz süreçleri yaşadılar. TBMM tarafından saltanatın kaldırılması sonrasında artık sadece Osmanlı Devleti değil, kurumları da “mülga” hükmündeydi. İstanbul’un düşman işgalinden kurtarılması ve Ankara’nın Türkiye üzerindeki hakimiyetinin kesinleşmesiyle beraber sıra bu kez eski kurumlara ait binaların devrine geldi. Sultan Abdülaziz döneminde Beyazıt’taki Eski Saray mevkiinde inşa ettirilen Harbiye Nezareti binası da bunlar arasındaydı. 1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Başkomutanlık Karargâhı’nı bünyesinde barındıran binanın depolarında 1826’dan 1922’ye Seraskerlik, Harbiye Nezareti ve Erkân-ı Harbiyye-i Umumiyye Riyaseti’nin bütün yazışmaları da bulunmaktaydı.

Eski Harbiye Nezareti’nin İstanbul Darülfünunu’na devredilmesi için, 1. Dünya Savaşı’nda Suriye Ordusu’nda Cemal Paşa’nın hususî kâtipliğini yapmış Bolu mebusu Falih Rıfkı (Atay) ve arkadaşları bir teklif hazırladı. TBMM Başkanlığı’na 13 Eylül 1923’de verilen tezkerede binanın Maarif Vekâleti’ne tahsis edilerek bundan böyle Darülfünun (Üniversite) olarak kullanılması istenmekteydi. (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, nr. 030-10-00-006-31-4). O sıralarda İstanbul Darülfünunu’nun Tıbbiye haricindeki fakülteleri Vezneciler’deki Zeynep Hanım Konağı’nda (bugünkü Fen ve Edebiyat Fakülteleri’nin yerindeydi) iş görmekteydi ve ilave bir mekâna ihtiyaç vardı.

» Muallim Cevdet
» Muallim Cevdet

Muallim Cevdet Bey’i öldüren üzüntü

TBMM İcra Vekilleri Heyeti, yani dönemin bakanlar kurulu, talebe müspet cevap verdi ve Edebiyat, Hukuk ve İlahiyat fakültelerinin Harbiye Nezareti’ne, Eczacılık ve Dişçilik mekteplerinin ise Jandarma Komutanlığı binasına yerleşmelerini kararlaştırdı. Ancak bir problem vardı: O sırada Harbiye Nezareti binasında 3. Kolordu bulunmaktaydı ve yeni bir mekân gösterilmeden burayı terk etmesi mümkün değildi. Yaklaşık bir sene sonra buna bir çare bulundu ve Fındıklı sahilinde, bugün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi tarafından kullanılan, çifte saraylardan Saliha Sultan Sarayı’nın 3. Kolordu’ya tahsisi için 6 Temmuz 1924’de Başvekâlet tarafından 686 no.’lu kararname çıkartıldı.

Harbiye Nezareti’nin ilga edilip binasının Darülfünun’a devredilmesinden sonra geriye tek bir mesele kalmıştı: Başta 1. Dünya Savaşı olmak üzere Osmanlı Devleti’nin dahil olduğu pek çok harp ve isyan bastırma harekâtı, askerî teşkilat değişiklikleri, örfî idare (sıkıyönetim) ve divan-ı harp mahkeme ve tahkikat zabıtları, personel sicil bilgileri, askerî sanayi tesisleri, her türlü silah ve teçhizat alımları, orta ve yüksek askerî öğretim kurumları, lojistik sistemi, sağlık hizmetleri ve istatistikleri hakkında milyonlarca evrakın ne şekilde muhafaza edilip ne zaman Ankara’daki Milli Müdafaa Vekâleti ve Erkân-ı Harbiyye-i Umumiyye Riyaseti’ne taşınılacağı.

Elimizdeki az sayıdaki bilgi ve belgeden öyle anlaşılıyor ki, devrin zor şartları içerisinde başvurulan yol en maliyetsiz olandır: Acilen ihtiyaç duyulanlar dışındaki tarihî evrakı sandıklar ve torbalar içerisinde İstanbul’da bulunduğu yerlerde bırakmak. 1923’den 1933’e kadar geçen 10 sene içinde Beyazıt’taki Harbiye Nezareti binasında kalan Osmanlı evrakının başına ne geldiğini bilmiyoruz. Cumhuriyet dönemi Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı belgeleri, üzerlerinden kaç sene geçerse geçsin kamuoyuna açılmadığı için konuyla ilgili erişebildiğimiz yegâne bilgi kaynağı Başbakanlık’ın Cumhuriyet Arşivi’ne intikal etmiş yazışmalarıdır. Muallim Cevdet (İnançalp) Bey’in dönemin Başvekili İsmet Paşa’ya gönderdiği 8 Ekim 1933 tarihli mektup bu belgeler içinde bulduğumuz en önemli ipucudur.

» İsmet İnönü
» İsmet İnönü

Muallim Cevdet Bey, Osmanlı tarihi ve Osmanlı arşivleriyle ilgilenen pek çok kişinin az çok adını duyduğu bir isim. Sultanahmet’deki 25 kubbeli Hazine-i Evrak (arşiv) binasında bulunan kıymetli tarihî vesikaların İstanbul Defterdarlığı yetkililerince hurda kâğıt kabul edilip Haziran 1931’de “okkası 3 kuruş 10 paradan” Bulgaristan’a satılmasına karşı başlattığı kampanya, en azından tarihçilerimiz ve arşivcilerimizce iyi biliniyor. Aslında o bu yöndeki çabalarına daha önceleri başlamış ve 1929’da Ayasofya Müzesi’nin merdivenlerinde tarumar edilmiş bir halde duran binlerce evrakın Topkapı Sarayı Müzesi’ne taşınmasını sağlamıştı. Benzer şekilde İstanbul Tapu İdaresi’nde bodrum katlarda kendi haline bırakılmış binden fazla atik (eski) defterin fihristini çıkartıp Hazine-i Evrak’a, yani arşive intikal etmelerini sağlayan da odur.

Başvekil İsmet Paşa’ya hitaben kaleme aldığı ilk ikaz mektubunu 17 Mayıs 1931’de yazan Cevdet Bey, Bulgaristan’a satılıp Sirkeci Garı’ndan trenlere yüklenen 400 sandık ve balyadan sağa sola dökülen bazı evrakı da Ankara’ya göndermişti. Muallim Cevdet’e göre, güncelliğini yitirdiğini düşünerek eski tarihli devlet kayıtların imhası ve satışı dehşet verici bir durumdu.

Cevdet Bey’in ikazını dikkate almış gözüken Başvekil İsmet Paşa’nın emriyle 10 Haziran 1931’de tarihî belgelerin satışı durduruldu, ancak giden gitmişti ve bir daha da geri getirilemeyecekti (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, nr. 030-0-010-000-000-146-42-5).

» 5 farklı okulda 7 ders verdi: Kendi parasıyla Fransa ve İsviçre’deki üniversitelerde başta pedagoji olmak üzere sosyal bilim derslerine devam ederek yükseköğretimini tamamlamış olan Cevdet Bey, dönüşünde zamanın en muteber öğretmen yetiştirme kurumu olan Darülmuallimîn Mektebi’nde kendisine zor da olsa bir iş bulabilmişti. Ancak müteakip yıllarda o da, kendini yetiştirmiş ve memleketperver pek çok benzeri sima gibi teşvikten çok engellemelerle karşılaşacaktı. Nitekim 1924-30 yıllarında 5 farklı mektepte birbirinden farklı dersler vermek zorunda bırakıldı. Sosyoloji ve medenî bilgilerle başladığı “muallimlik” hayatına tarih, coğrafya, din, Farsça ve Türkçe dersleriyle devam ettirildi. Arada bir de Darülmuallimîn’in kütüphane memurluğuna tayin edildi. Bu zulme asabı dayanamayınca 1930’da 2 senelik bir rapor aldı ve o tarihten sonra kendini İstanbul’daki tarihî devlet belgelerinin muhafazasına vakfetti.
» 5 farklı okulda 7 ders verdi: Kendi parasıyla Fransa ve İsviçre’deki üniversitelerde başta pedagoji olmak üzere sosyal bilim derslerine devam ederek yükseköğretimini tamamlamış olan Cevdet Bey, dönüşünde zamanın en muteber öğretmen yetiştirme kurumu olan Darülmuallimîn Mektebi’nde kendisine zor da olsa bir iş bulabilmişti. Ancak müteakip yıllarda o da, kendini yetiştirmiş ve memleketperver pek çok benzeri sima gibi teşvikten çok engellemelerle karşılaşacaktı. Nitekim 1924-30 yıllarında 5 farklı mektepte birbirinden farklı dersler vermek zorunda bırakıldı. Sosyoloji ve medenî bilgilerle başladığı “muallimlik” hayatına tarih, coğrafya, din, Farsça ve Türkçe dersleriyle devam ettirildi. Arada bir de Darülmuallimîn’in kütüphane memurluğuna tayin edildi. Bu zulme asabı dayanamayınca 1930’da 2 senelik bir rapor aldı ve o tarihten sonra kendini İstanbul’daki tarihî devlet belgelerinin muhafazasına vakfetti.

Esas uzmanlık alanı olan eğitim ve öğretim sektöründe beyhude yer değiştirmelerle enerjisi tüketilen Muallim Cevdet Bey, bu vak‘adan bir sene sonra, 8 Kasım 1932’de çabalarını resmî sıfatla sürdüreceği bir göreve getirildi: Başvekâlet Hazine-i Evrak dairesine bağlı Resmî ve Tarihî Evrak Tasnif Heyeti reisliği (BCA, 030-18-1-2, k 37, d 46, sıra 9). Eski Osmanlı devlet belgelerini tasnif ve muhafaza etmek maksadıyla kurulan ilk heyet 1918-21 arasında Ali Emirî Efendi’nin başkanlığında çalışmış; akabinde Türk Tarih Encümeni’nin (sonradan Tarih Kurumu) nezaretinde ve İbnülemin Mahmud Kemal’in başkanlığındaki Vesaik-i Tarihiyye Tasnif Heyeti bu faaliyeti devam ettirmişti. Ancak 1925’den 1932’ye kadar belge tasnif işleri rutin bir işe dönüştürülmüş ve Hazine-i Evrak (eski Bâbıâli Arşivi) ve Maarif Vekâleti’nin birkaç memuruna tevdi edilmiş, yani durdurulmuştu (Seyhan Büyükcoşkun, “Muallim M. Cevdet’in arşive arşivciliğe hizmetleri”, Dîvân, 1997/1).

Taşınmak yerine yakılan Harbiye Nezareti evrakı

Bugün İstanbul’daki Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde evrakı mevcut olmayan iki nezaretten biri Adliye, diğeri 1876 sonrası Seraskerlik ve Harbiye’dir. Ankara’daki Genelkurmay Başkanlığı Askerî Tarih ve Stratejik Etütler Başkanlığı (ATASE) Arşivi’nde, Seraskerlik ve Harbiye Nezareti’nin Kırım Harbi’nden Milli Mücadele’ye kadarki muharebe ve harekât kayıtları yer almaktadır. Ancak, Seraskerlik ve Harbiye Nezareti’nin iç işleyişine dair bilgimiz sadece Düstûr-ı Askerî’den edinebildiğimiz kuruluş şemasıyla kısıtlıdır. Seraskerliği ve ona bağlı Erkân-ı Harbiyye Dairesi’ni etkisizleştirip Yıldız Sarayı’nda kendisine bağlı bir Maiyyet-i Seniyye Erkân-ı Harbiyyesi oluşturan II. Abdülhamid, bugün Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ne intikal etmiş Yıldız (Sarayı) Evrakı üzerinden son dönem askeriyesi hakkında bilgi sahibi olmamızı dolaylı da olsa sağlamıştır.

Osmanlı askerî tarihi üzerine yoğunlaşmış bir araştırıcı olarak yıllardır izini sürdüğüm Harbiye Nezareti evrakının Cumhuriyet’in ilanı sonrasında başına ne geldiği hakkında elde ettiğim ilk ipucu, yine Muallim Cevdet Bey’in Başvekâlet Müsteşarlığı’na hitaben yazdığı 8 Ekim 1933 tarihli ikinci bir mektuptur.

Muallim Cevdet’in bu kez resmî bir sıfatı haiz şekilde kaleme aldığı bu metin, Harbiye ve Adliye nezaretlerinin evrakının 1933 sonlarında nasıl göz göre göre yok edildiğini ortaya çıkarmaktadır. Buna göre Osmanlı Harbiye Nezareti’ne ait bir kısım evrak, İstanbul Üniversitesi’ne terk edilen binasının arkasında bulunan meşhur Bekirağa Bölüğü kışlasında tutulmaya devam edildi. Maalesef 1950’li yıllarda yıkıldığı için günümüzde mevcut olmayan Bekirağa Bölüğü, hem II. Abdülhamid, hem II. Meşrutiyet, hem de Mütareke yıllarında idarî bir tevkifhane olarak kullanılmıştı. Öyle anlaşılıyor ki, 1923 sonrasında eski zindan “arşiv deposu”na çevrilmişti.

Ancak İ.Ü. Tıp Fakültesi’nin taşınmasına karar verilmesiyle birlikte binanın boşaltılması ihtiyacı doğmuştu. Cevdet Bey’in verdiği bilgiye göre o sırada Bekirağa Bölüğü’nün altında tahminen 1500 sandık tutuluyordu ve bunların içinde Kırım Harbi’nden 1. Dünya Savaşı ortalarına kadarki dönemin Seraskerlik ve Harbiye Nezareti belgeleri vardı. Maalesef ilk akla gelen şey yine evrakın “lüzumsuz” görülen bir kısmının yakılması oldu. Kalan evrakın “işe yararlarının” ayrılması içinse 1932’de askerî bir heyet görevlendirildi. Kâtibi dahi olmayan bu komisyondaki 2 binbaşının askerlerinin talimleriyle uğraşmaktan bu mühim işe ayıracak vakitleri yoktu. Kaldı ki, mevcut kadroyla senelerce çalışılsa tasnifi bitirmek zordu. Oysa kısa sürede kışlanın boşaltılması isteniyordu.

Muallim Cevdet’e göre bu durumda yapılacak tek şey vardı: Tasnif işini sonraya bırakarak belgeleri hızla güvenli bir yere taşımak. Yakında bulunan en uygun yer, bugün İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi olarak kullanılan Darülfünun Kütüphanesi’nin yanındaki metruk camiydi. Yaklaşık 50 asker, söz konusu 1500 sandığı bir haftada oraya taşıyabilirdi. Ancak bu yapılmadı. Tarihî evrakın hurda kâğıt olarak Bulgaristan’a satılmasından yaklaşık 2,5 sene sonra, Eylül 1933’de bu kez de Harbiye Nezareti’nin çok kıymetli vesikaları 15 gün boyunca alenen Bekirağa Bölüğü’nün civarında yakıldı. Oysa Başvekâlet bütün vekâlet ve dairelerini bu konuda uyarmış, eski evrakın uzman görüşü alınmadan kesinlikle imha edilmemesi talimatı verilmişti.

Gerçek bir gönüllü olarak mücadele veren Muallim Cevdet Bey’in ifadesiyle evrak mahzenlerindeki vesikaların imhasına gitmek, “devlet ve medeniyetin tarih unsurlarını boğazlamak demek”ti. Bütün Avrupa hükümetleri tarihî evrakı mutlaka muhafaza ettirmekte ve muamelesi biten 20-30 senelik evrakı erbabına inceleterek korunması lâzım gelenleri saklamakta ve çoğunlukla da umumî devlet arşivine verdirmekteydi.

» İhmalin kurbanı oldular: İsmet İnönü, Muallim Cevdet’in dilekçelerinden sonra harekete geçerek Milli Savunma ve Adliye vekaletlerine birer yazı yazmış, ancak her iki kurum da ciddi bir adım atmamıştır.
» İhmalin kurbanı oldular: İsmet İnönü, Muallim Cevdet’in dilekçelerinden sonra harekete geçerek Milli Savunma ve Adliye vekaletlerine birer yazı yazmış, ancak her iki kurum da ciddi bir adım atmamıştır.

Türkiye’de ise böylesi bir ortak devlet arşivi yoktu. Daha önce Bulgaristan’a satılan tarihî belgeler meselesinde yaptığı gibi Muallim Cevdet Bey bir kez daha, gidenin ardından ağlarken geride kalanları korumak için Başvekil İsmet Paşa’yı ikaz etmekten geri durmamıştı. İstanbul’daki eski Evkaf (Vakıflar İdaresi), Bahriye, Adliye, Dahiliye ve Maarif nezaretleri mahzenlerindeki evrak acilen Müzeler İdaresi’ne devredilerek “tarihî eser” olarak muhafaza altına alınmalıydı. Özellikle İstanbul Adliye Binası mahzenindeki 2-3 milyon evrak çeşitli sebeplerle her an yangına kurban gidebilecek halde açık duruyordu (BCA, 030-0-010-000-000-146-42-11).

Muallim Cevdet’ten gelen bu mektup da Ankara’da önceki gibi bir etki yaptı ve sadece üç gün sonra Başvekil İsmet Paşa imzasıyla Milli Müdafaa Vekâleti ve Adliye Vekâleti’ne birer yazı gönderildi. Eski Harbiye Nezareti evrakının yakıldığına ihtimal vermek istemediğini belirten İsmet Paşa Milli Müdafaa Vekâleti’nin acilen konuyu araştırıp kendisine cevap vermesini isterken; Adliye Vekâleti’ni de İstanbul’daki Adliye binası mahzeni hakkında uyarıyordu.

Ancak bugün erişebildiğimiz devlet vesikalarına bakılırsa her iki Vekâlet de kayda değer bir adım atamadı. Tam tersine korkulan oldu ve sadece iki ay sonra İstanbul Adliyesi’nde yangın çıktı ve o gün için güncelliği olan mahkeme kayıtlarının yanı sıra son dönem hukuk tarihimize dair pek çok belge de kül olup gitti (BCA, 030-0-010-000-000-146-42-11).

Tarihî mirasımızı korumak için elinden gelen her şeyi yapan Muallim Cevdet Bey, sağlığı daha fazlasına müsaade etmeyince 1935’de görevinden istifa etmek zorunda kaldı. 3 ay sonra bu kez İstanbul Kütüphaneleri Tasnif Heyeti başkanlığına getirildiyse de, hastalığından dolayı işe gidemediği için maaşı kesildi. Nihayet 1937 yılında henüz 52 yaşındayken vefat etti. Onun yokluğunda Osmanlı belgeleri de artık tamamen sahipsiz kalacaktı.

Oradan oraya taşınan Harbiye Nezareti evrakı

1930’lu yılların “evrak mahzenlerini bir şekilde boşaltma” politikasından sonra 1940’lı yıllarda ortada 2 adet Askerî Evrak Mahzen Müdürlüğü vardı. Bunlardan biri Sultanahmet’teydi, diğeri Kayseri İncesu’da. Genelkurmay Başkanlığı’nın 1949’da MSB’ye bağlanmasıyla birlikte her iki arşiv müdürlüğü de bakanlığa bağlı hale geldi. Bu arşivlerde Osmanlı’dan kalma tarihî evrakın yanı sıra Cumhuriyet döneminde üretilen defter ve belgeler de depolanmaktaydı. Samsun-İskenderun hattının batısında kalan bölgedeki birlik ve kurumların arşiv malzemesi Sultanahmet’e, doğusunda kalanlarınkilerin ise Kayseri-İncesu’ya gönderilirdi.

Günümüzde MSB Arşiv Şube Müdürlüğü’nün kendi kısa tarihçesine bakılırsa 1958 sonlarında bu iki arşiv birleştirildi ve “Evrak Mahzen ve Tasnif Komisyonu Müdürlüğü” adıyla Genelkurmay Merkez Dairesi’ne bağlandı. Sonraki yıllar bitmek bilmeyen bir taşınma faaliyetine sahne oldu. Önce 1962’de İncesu’daki arşiv yine Kayseri’de oluşturulan Zincidere Askerî Arşiv Müdürlüğü’ne taşındı. Aynı yıl Sultanahmet’teki belge ve defterler ise MSB’nin Eskişehir’deki Teftiş Dairesi Başkanlığı Hesap Teftiş Arşivi’nin bulunduğu siteye gönderildi. Ancak ne Eskişehir, ne de Zincidere depoları evraka yetmedi ve 1962’nin Ekim ve Kasım aylarında sırasıyla her iki arşiv de İzmir Tire’ye yollandı. Böylelikle MSB’ye bağlı “Genelkurmay Başkanlığı Tire Askerî Arşiv Müdürlüğü” ortaya çıktı.

Peki İstanbul ve Kayseri’den yola çıkıp önce Eskişehir’de, sonra Tire’de ve 1976’dan sonra tekrar Eskişehir’de buluşarak 1982 başına kadar “Eskişehir MSB Müsteşarlığı Arşiv Müdürlüğü” altında tutulan tarihî defter ve belgeler nelerdi? Osmanlı askeriyesinin 1860’lardan 1922’ye kadarki yazışmaları İstanbul’dan buralara mı taşınmıştı?

Bu soruların cevabını uzun süre aradıktan sonra bir kütüphanede tarama yaparken tesadüf ettiğimiz bir kitapçık ile bu problemi büyük ölçüde aydınlatma imkânı bulduk. O tarihlerde hâlâ MSB’ye bağlı Genelkurmay Başkanlığı’nın İkinci Başkanı Tümgeneral Nüzhet Akıncılar’ın sunuşuyla başlayan Genelkurmay Başkanlığı İstanbul-Sultanahmed ve Kayseri-Zincidere Arşivleri Fihristi (Ankara: Genelkurmay Basımevi, 1961) başlıklı fihrist, tamamen hizmete mahsus hazırlanmış bir çalışmaydı. Kendilerine gelen “Şu evrak sizde mi?” sorularından bezmiş gözüken askerî arşiv yetkilileri, kitapçığın önsözünde şikâyet ettikleri bu durumdan kurtulmak için oturup 1 Mart 1961 itibariyle ellerinde ne varsa bir listesini hazırlamışlardı.

Elimizdeki bu listeye göre 1961’de Sultanahmet’te Cumhuriyet dönemi birlik kayıtları depolanmıştı. Bizim bugün dahi peşinde olduğumuz Osmanlı askeriyesinin son dönem evrakı ise Kayseri Zincidere’ye intikal etmişti. 1916’da Enver Paşa’nın Erkân-ı Harbiyye Riyaseti bünyesinde kurdurduğu Harb Tarihi Encümeni’nin 1912-22 arası tarihlerini taşıyan 6 sandık evrakı oradaydı. İstanbul’dan öncelikle Ankara’daki yeni Milli Müdafaa Vekâleti’ne gönderilmiş olan ve ancak 1951 yılında Zincidere’ye yollanan 1902-27 arasına tarihli 28 sandık belge oradaydı. II. Dünya Savaşı yıllarında İstanbul’un işgali tehdidine karşı pek çok kurum, malzeme ve tarihî eser Anadolu’ya taşınırken, Osmanlı Harbiye Nezareti ve ona bağlı Levâzım-ı Umumiyye Dairesi’nin 1877-1923 arası evrakı da 1940 yılı ve sonrasında Zincidere’ye taşınmıştı. Ancak bunlar tasnif edilmiş değildi. Aralarında Umûr-ı Havaiyye Şubesi, yani ilk Osmanlı askerî havacılık şubesinin belgeleri de mevcuttu. Ayrıca 1890’dan 1922’ye pek çok birlik, karargâh ve askerî müessesenin 19 sandık dolusu belgeleri de Zincidere dolaplarında yerini almıştı.

MSB ve Genelkurmay’ın arşiv depolarına kapatıldı

Söz konusu fihriste bakarsak, Zincidere Arşivi’nde sadece bu “muameleli evrak” değil, Osmanlı askeriyesinin tarihine ışık tutacak 1840’lardan 1920’lere uzanan pek çok defter de mevcuttu. Sadece bir kısmına değinirsek, askerî personelin emeklilik dosyaları ve muhelafatları; Osmanlı askerî sanayii tesislerinin kayıtları; 1908-22 arası askere alma heyeti tutanakları, askerî nezaret, meclis, müfettişlik, müşavirlik ve şûraların kayıtları, sınıf okulları ve talimgâhlar dahil askerî mekteplerin kayıtları, itfaiye ve sanayi alayları ile bandolar ve jandarma dahil ordudan takıma askerî birliklerin künye defterleri; askerî hastaneler ve personellerine dair kayıtlar bunlar arasındaydı. Ayrıca askerî konulardaki karar ve irade defterleri ile 31 Mart Vak‘ası dahil II. Abdülhamid ve akabindeki Meşrutiyet dönemlerinin örfî idare (sıkıyönetim) ve harp divanlarının tutanak ve mazbataları da 1961 itibariyle Zincidere’deydi.

Yakın dönem askerî tarihimiz için çok önemli olan ve Cumhuriyet’in 91. senesinde sivil ya da asker hiçbir araştırmacının erişemediği bu belgeler ve defterler Eskişehir’den sonra nereye gitti? Bugün hangi depolarda bürokratik vesayetin pençesinde hapis tutuluyorlar? Şimdi bu soruları tek tek cevaplayalım.

1976’da tekrar Eskişehir’e getirilen Osmanlı askeriyesinin son 70 yılının kayıtları, 12 Eylül İhtilâli sonrasında İhsan Doğramacı tarafından MSB’ye bağışlanan Lodumlu/Beytepe’deki arazide kurulan depolarına taşındı. 1982 yılı Nisan ayına gelindiğinde artık bütün tarihî evrak MSB Arşiv Müdürlüğü’nün içerisinde bulunduğu Beytepe Kışlası’na intikal etmişti. Günümüzde General Şefik Erensü Kışlası olarak bilinen bu kampüste yer alan hangar şeklindeki depolar, söz konusu belge ve defterlerin tasnif edilmiş halde ama sivil-asker bütün araştırmacılara kapalı olarak tutulduğu yerdir.

Her ne kadar MSB Arşivi’nde sadece Osmanlı kara kuvvetlerinin 1870’lerden 1920’lere subay, astsubay ve er özlük dosyaları ile Anadolu’daki askerlik şubelerine ait evrakın bulunduğu söyleniyorsa da, hem 1. Dünya Harbi’ne, hem de öncesine ait çok önemli resmî kayıtlar burada yok yere kapalı olarak bekletilmektedir. Subay ya da er birinci derece yakını hakkında bilgi isteyenlere dahi gösterilemeyen “özlük dosyaları” ise üzerinden 100 sene de geçse “umuma açılmaz şahsî bilgi” statüsünde kabul edilmektedir.

Ankara’daki sözde açık, özde kapalı Genelkurmay Başkanlığı ATASE Arşivi ise, MSB Arşivi’nden buraya devredilen irade ve karar defterleri ile 31 Mart da dahil divan-ı harb ve örfî idare tutanaklarının yanı sıra, başta 1. Dünya Savaşı olmak üzere 1853-1918 arası Osmanlı muharebelerine ilişkin kayıtları barındırmaktadır. Bu arşivin depolarında 100. yıldönümünde hâlâ kaba tasnif ile 5776 dosya içinde bulunan 1. Dünya Savaşı belgeleri, bürokratik engeller ve zorluklar ile sivil asker araştırmacılara “sadaka kabilinden” gösterilmektedir. Oysa harekât konularından istihbarat meselelerine, propaganda ve sansür faaliyetlerinden esirlere, ordunun lojistik sisteminden sağlık hizmetlerine, kara kuvvetlerinden ilk hava birliklerine, amele taburlarından aşiret isyanları ve Ermeni Tehciri’ne pek çok husus bu belgelerin sağlayacağı veriler sayesinde aydınlatılabilir. Ama mevcut şartlarda değil…

Belge tasnifine niyeti ve personeli olmayan, araştırmacıya belgelerin kendisini vermek yerine ön inceleme sonrası memurun seçtiği dijital kopyalarını gösteren, Ankara dışından gelmiş bir öğretim üyesi ya da doktora öğrencisine bir araştırma boyunca en fazla 200 dijital kopya alma hakkı tanıyan, öğlen 12.00-13.30 arası arşivi kapatan, talep ettiğiniz belgelerin sadece bir kısmını ancak 2-3 ayda dijital ortamda erişiminize veren, depolarında hangi evrakın olduğundan habersiz, muharebeler dışındaki barış devirlerine ait belgelerin kataloğunu dahi göstermeyen, internet ve intranet hizmeti vermekten çekinen, arşive bilgisayar sokturmayan, aynı anda birbirinden farklı görülen iki konuda belge talep ettirmeyen bir yerdir ATASE Arşiv Şubesi.

100. yıldönümünde 1. Dünya Savaşı’na katılmış devletlerden üzerinde en az araştırma yapılabilmiş askeriye, Osmanlı askeriyesidir. Böylesi önemli bir tarihte askerî arşivlerinde en küçük bir hazırlık ve rutin dışı faaliyet yapılmayan, Askerî Müzesi’nde 100. yıldönümünde 1. Dünya Savaşı’na dair olağandışı bir sergi ya da kültürel etkinlik düzenlenmeyen tek büyük ülke Türkiye’dir. Oysa 1. Dünya Savaşı bizler için sadece bir büyük harp değil, imparatorluktan ulus-devlete geçişin yaşandığı dramatik bir süreçtir.

Cumhurbaşkanlığı makamı bu yıl başlarında üniversitelerden bu konuyla ilgili etkinlikler düzenlemesini haklı olarak istemişken, biri Başbakanlığa, diğeri Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı bu iki arşivdeki bütün Osmanlı evrakının İstanbul’daki Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ne devredilmesi için emir ve talimatlarını da esirgememelidir. Çünkü bu belgeler, Osmanlı Türkçesi okuyamayan ve içinde ne olduğunu bilmedikleri için onlardan öcü gibi korkan bürokratların ya da bir kurumun değil, bütün milletimizin ve evrensel bilim camiasının ortak malıdır.