Putin Rusyası, 1944 sürgününde gerçekleştirilemeyen hedeflerine ulaşmayı amaçlıyor

2014’te Rusların işgaliye gündeme oturan Kırım göçler, ayrılıklar ve bitmeyen hasretlerle imlenmiştir hafızalarımızda. Kırım’ın Ruslar için anlamı nedir? 200 yıldır yok edilmeye çalışılan Kırım Tatarları kimdir? Kırım Tatarları ile Ruslar arasındaki gerilimin tarihî kökenleri nelerdir? Rusya-Sovyet imparatorluklarındaki Türk-Müslüman halklarının tarihi, Türk-Rus ve Türk-Ukrayna ilişkileri üzerine çalışmalar yapan Prof. Dr. Hakan Kırımlı ile Kırım’ı, Kırım Tatarlarını ve Rusların bitmek bilmeyen nefretlerinin sebeplerini Tatar sürgünün 77. yılında (Derin Tarih Mayıs-2021) konuştuk.
Konuşan: Munise Şimşek
Hocam sizinle 18 Mayıs 1944 Tatar sürgününün tarihi arka planını konuşmayı istiyoruz. Kırım-Moskova rekabetine odaklanalım ve dengelerin Kırım Tatarlarının hilafına nasıl değiştiğine bir göz atalım isterseniz.
18 Mayıs 1944 Kırım Tatar sürgünü muhakkak ki 20. yüzyılın utanç verici olaylarından ve soykırım suçlarından biridir. İnsanlığın asla unutmaması ve affetmemesi gereken facialardandır. Sürgün sürecinde ve sonrasında yaşanan korkunç olayları hakkıyla kayda geçirelim, konuşalım, yazalım, dinleyelim. Bir halkı yarım asır boyunca vatanından eden, yarısını bilfiil öldüren, kültürel mirasının büyük kısmını yok eden böyle bir insanlık suçunun belgelenmesi ve unutulmasını önlemek bir insanlık vazifesidir. Böyle olmakla birlikte, bu zulme geçmişte yaşanmış, bitmiş bir acı, kapanmış tarihî bir hadise olarak bakamayız. Aksine, bu insanlık cinayetinin sadece neticelerinin devam ettiğini değil, soykırım kurbanı bu halkın varlığının bugün tekrar büyük bir tehdit altında olduğunu da unutmamak zorundayız. Bu bakımdan, 1944’ü hatırlarken mutlaka Kırım’da şu an yaşanan durumu, yani Kırım’ın Putin Rusyası tarafından 2014’ten beri devam etmekte olan tamamen hukuk dışı ve zalimâne işgalini de görmeli, onu da lanetlemeliyiz. Şu andaki işgal ile Rusya, 1944 sürgününde gerçekleştirilemeyen hedeflerine ulaşmayı amaçlıyor. O dönemde yok edemedi, şimdi bu şekilde yok etmeyi hedefliyor. Bu yüzden ben bunun farkına varılmasını ve altının çizilmesini hayatî derecede önemli görüyorum. Aksi takdirde tamamen samimiyetsiz olunur. Stalin dönemindeki vahşetten bahsedip, bugün Putin Rusya’sı tarafından işlenen cinayetlerden bahsetmemek asla kabul edilecek bir durum değildir.

Çok haklısınız. Rusların bile isteye Kırım Tatarlarını yok etmeyi hedefleyen politikaları 1783’ten bu yana devam ediyor. Kırım Tatarları kimdir? İsterseniz buradan başlayalım.
“Kırım Tatarları kimdir?” sorusunu cevaplamaya önce “Kim değildir?” sorusundan başlayalım. “Tatar” kelimesi tarih içinde farklı coğrafyalarda farklı zamanlarda çok farklı manâlarda kullanılmıştır. Bunu bilmeyen pek çok insan tarihte “Tatar” kelimesinin geçtiği her yerde aynı halktan bahsedildiğini zannediyor. Bütün Afrikalılara ya da nerde olursa olsun tüm siyahîlere “Zenci” demek nasıl muğlak, yanlış ve saçma bir ifadeyse “Tatar” kelimesinin de tarih içinde kimi kast ettiği anlaşılmaksızın kullanılması böyledir. Tatar kelimesiyle 19. yüzyılda Moğolistan’da kast edilen halk başka, bugünkü Türkiye coğrafyasında zaman içinde kullanıldığı manâ başkadır. Altın Orda’da kullanıldığı manâ başka, bugün Kırım Tatarlarından kastedilen şey başkadır.
Burada “Tatar” kelimesini diğer tarihî bağlamlarını hiç karıştırmayarak, özellikle Rusya İmparatorluğu bağlamında ele alıyorum. Bu isim, Rusya bağlamında Altın Orda Devleti’nin Müslüman-Türk tebaasının hepsine verilmiş umumî şemsiye bir isimdi. O sebepten Osmanlı Türkleri hariç Ruslar karşılaştıkları Türk dilinde konuşan bütün Müslüman halklara, özellikle de Altın Orda Devleti ile ilişkili olanlara “Tatar” dediler. Bu bakımdan, Çarlık devrinde sadece bugün etnonimlerinde bu ibareyi taşıyanların değil, diğer Türk halklarının da, meselâ “Kırgız Tatarları”, “Özbek Tatarları” gibi isimlerle anıldıklarını görmek mümkündür. Hemen hatırlatayım, şu cümleden olarak, Azerbaycan Türklerinin etnik isimleri de Rus literatüründe 1917’ye kadar “Tatar” olarak geçerdi ve dillerine “Tatarca” denirdi. Aynı şekilde, 1918’e kadar Rusya’nın bir parçası olan Kars, Ardahan ve çevrelerindeki Türklerin Çarlık hükûmeti nezdindeki adı da “Tatar” idi.
“Tatar” ibaresi, Kırım Tatarlarına Altın Orda’dan miras kalmıştır. Kırım Tatarlarının Altın Orda’nın vârisi olan halklardan biri oldukları açık olmakla birlikte, Kırım’daki geçmişleri Altın Orda’dan çok daha geriye gitmektedir. Altını çizerek ifade etmek gerekir ki, bu halkın ismindeki “Kırım” ibaresi yalnızca coğrafî bir sıfattan ibaret olmayıp, etnoniminin ayrılmaz bir parçasıdır. Yani söz konusu halkın ismi bir bütün olarak “Kırım Tatarları”dır ve onlardan sadece “Tatarlar” olarak söz edilmesi yanlıştır.
Kırım Tatarları Kırım’ın yerli halkıdır. Bir Türk halkı olan Kırım Tatarları bütünüyle Müslümandır ve Hanefî geleneğine mensuptur. Aslında dünyadaki hemen hemen her halk gibi, meselâ Türkiye’dekiler gibi, Kırım Tatarları da tek bir kaynaktan veya tek bir soydan peyda olmuş değildir. Kırım Tatarları, 1500 veya 1400 sene evvelinden başlayarak Kırım’a yerleşmiş muhtelif Türk kavimlerinin ve bu süreç içinde Türkleşmiş yahut Müslümanlaşmış birçok diğer kavimlerin kendi aralarında karışmasından, bir halitasının ortaya çıkmasından teşekkül etmiş bir halktır. Bunun içinde kültürel ve linguistik olarak iki unsur ön plana çıkmaktadır: Bunlar kuzeyden gelen Kıpçak Türk ve güneyden gelen Oğuz Türk unsurlarıdır. Kırım Tatarları dünyadaki Türk halkları ve Türk dilleri içinde söz konusu iki unsurun özgün bir birleşimi olmaları hasebiyle ünik bir özellik taşırlar. Pek çok farklı tarihî ve kültürel etkileri de üzerinde taşıyan bu etnik, linguistik ve kültürel birleşim, bugün Kırım Tatarları dediğimiz otantik, otokton ve orijinal halkı ortaya çıkarmıştır.
![PUTİN RUSYASI TARİHİ ÇARPITIYOR: Sovyet döneminden sonra Tatar ismi bugünkü ufacık Tataristan Cumhuriyeti’ne sıkışmış olan İdil Ural Tatarları ya da Kazan Tatarları ile Kırım Tatarlarına münhasır kaldı. Buna bakarak pek çok insan zannediyor ki, Kırım Tatarları ile Kazan Tatarları farklı yerlerde yaşayan aynı halktır. Tabiî ki bu iki Türk ve Müslüman halkı kardeştir. Aralarında gayet sıkı manevî bağlar vardır. Altın Orda geçmişinden dolayı tarihî ve kültürel yakınlıkları da vardır. Ama bunun ötesinde ikisi de coğrafyaları, özgün kültürleri, dilleri ve en önemlisi kaderleriyle ayrı Türk halklarıdır. Bugün Türkiye ile Azerbaycan Türkleri neyse, Türkiye Türkleri ile Özbekler neyse aynı şekilde bunlar da iki ayrı Türk halkıdır. nÖzellikle 2014 işgalinden sonra Putin Rusyası bu konuda kasıtlı olarak şöyle bir propaganda yapagelmektedir: “Kırım Tatarları diye bir halk yoktur. Onlar Kazan Tatarlarının Kırım’daki bir uzantısıdır ve hatta diasporasıdır.” Yani şu mesajı vermeye çalışıyorlar: “Kırım Tatarları Kırım’ın yerli halkı değildir, Tatarlar [yani Kazan Tatarları] Rusya’nın her yerine dağıldıkları gibi Kırım’a da dağılmışlardır. Bunlar Kazan Tatarlarının Kırım’daki bir uzantısından ibarettir. Dolayısıyla bu insanların kendi başlarına herhangi bir idareye veya muhtariyete hatta mevcudiyete bile hakları yoktur.” Verilen subliminal mesaj budur. Bu asla kabul edilemez ve tarihî gerçeklerle de örtüşmez.](https://img.piri.net/mnresize/900/-/resim/imagecrop/2022/02/25/02/54/resized_1cdc0-7e302d71kutu1.jpeg)
Kırım’daki Türk varlığı tam olarak ne zaman tezahür etti?
Kırım’da ta Hunlardan başlayıp Hazarlarla devam eden, Peçeneklerle süren, fakat en önemlisi de 11. asrın ikinci yarısında Kıpçakların yerleşmesiyle önem kazanan bir Türk varlığı söz konusudur. Cengiz Han’ın imparatorluğunun Doğu Avrupa’yı istilası sürecinde, yani 13. yüzyılın ilk yarısında Kırım da bu imparatorluğun hâkimiyetine girdi. Muazzam bir imparatorluktan bahsediyoruz. Japon Denizi’nden Macaristan’a kadar uzanan dünya tarihinin en büyük imparatorluğuydu karşımızdaki. Cengiz Han İmparatorluğu 50 yıl içinde parçalandı ve dört büyük parçaya bölündü. Bunlardan biri de bugünkü Moğolistan’dan Doğu Avrupa’ya kadar uzanan Altın Orda Devleti’ydi. Altın Orda, Cengiz Han İmparatorluğu’nun bir parçası olarak ortaya çıkmış olsa da, kendi döneminde dünyanın en kudretli devletlerinden biriydi. Cengiz Han İmparatorluğu’nun da, onun vârisi olan Altın Orda’nın da mahiyeti maalesef Türkiye’de pek bilinmiyor. Hele hele tarihi çok farklı sunan filmlerde, hikâyelerde ve televizyon dizilerinde son derece yanlış tanılıyor. “Vahşi Moğollar geldi, çıplak paganlar herkesi kesti, yaktı, yıktı” gibi söylemler tarihî gerçeklerle örtüşmüyor. Doğrusu, günümüzde Rusya’nın resmî propagandası da bu imajı Altın Orda’nın vârisi topluluklara yapıştırmaya büyük özen gösteriyor. Esasen, “asıp kesme”nin maalesef âdetâ norm olduğu o dönemlerde bu toplulukların varlıkları sadece “asıp kesmekten” ibaret olsaydı bu devletlerin uzantıları yüzlerce yıl ayakta kalamazdı. Nitekim, modern tarihçiliğin araştırmaları bize rivayetlerden gayet farklı tablolar sunmaktadır.
Öte yandan, bir diğer yanlış da pek çok insanın Altın Orda’yı bir pagan Moğol imparatorluğu zannetmesidir. Altın Orda tarihine biraz olsun eğilen biri böyle olmadığını görebilir. Cengiz Han’ın kendi devrinde bile ordularındaki kumandanların ve yöneticilerin büyük kısmı Türk ve başka unsurlardandı. Ve bunların önemli bir kısmı da o zaman bile Müslümandı. Onların yanında Hıristiyanlar da vardı. Burada hemen altını çizmeliyim, bunu belirtmemenin sebebi, herhangi bir devletin esas unsurları itibarıyla Türk yahut Moğol olmasının daha iyi yahut dahi kötü, daha üstün veya daha aşağı olması gibi bilim dışı bir kaygıdan dolayı değildir. Yalnızca tarihî gerçek öyle olduğu içindir. Aksini görsem aynı şekilde onu söylerdim. Kaldı ki, millî kimliklerin söz konusu olduğu bir devirden söz etmiyoruz.

Şimdi asıl konumuza gelelim. Cengiz Han İmparatorluğu’nun bakiyesi olan Altın Orda kısa sürede hem Türkleşti hem Müslümanlaştı. Bu zorla olmadı. Altın Orda’nın ezici çoğunluğu zaten Kıpçaklardan oluşuyordu. Cengiz Han ordularının içinde Moğol unsuru çok önemli olmakla birlikte, en baştan beri sayı itibarıyla azınlıktı. Altın Orda ile gelen “Moğollar”ın pek çoğu gerçekte Kıpçaklar (ve diğer başka Türk kabileleri) olduğu gibi, Altın Orda hâkimiyetinin kurulduğu, omurgasının yer aldığı memleketler zaten esas olarak Kıpçaklarla meskûndu. Bu bakımdan, Altın Orda’nın tamamen Kıpçaklaşması, yani Türkleşmesi 50 yılı bulmadı. Aynı şekilde Müslümanlaşması da. 14. asırdan itibaren Altın Orda’dan “Moğol devleti” diye bahsetmek artık imkânsızdır. İstisnasız bütün resmî yazışmaları, toplumun çoğunluğunun dili ve diğerleri itibarıyla da lingua francası Kıpçak Türk diliydi. 14. asırda Altın Orda’ya ait Moğolca hiçbir diplomatik belge bulunmuyor. Hanların Cengiz Han soyundan geldikleri doğrudur ama onlara dahi artık Moğol demek mümkün değildir. Onlar da en az Selçuklu ve Osmanlı sultanları kadar Müslümanlardı. Altın Orda’nın başkenti olan İdil (Volga) Nehri üzerindeki Saray Şehri 14. asırda dünyanın en büyük ve mamur Müslüman şehirlerinden biriydi. Sayısız cami, mektep, medrese ve diğer karakteristik İslâm eserleriyle bezenmiş olup, çok canlı edebiyat ve kültür hayatına mâlikti. Ünlü seyyah İbn Battûta bunu teferruatıyla anlatır. Kırım’daki Solhat (sonraki adıyla, Eskikırım) Şehri de Altın Orda devrinde Türk-İslâm medeniyetinin parlak bir merkeziydi.
Peki, Kırım Hanlığı hangi şartlarda teşekkül etti?
Kırım’a İslâmiyet’in daha 8. asırda Hazar Devleti zamanında girmiş olduğu bellidir. Ancak yarımadanın o dönemde Müslümanlaştığı elbette ki söylenemez. Kırım’ın tam manâsıyla Müslümanlaşması 13. ve 14. asırlarda gerçekleşti diyebiliriz. Elbette yarımadanın evvelden beri mevcut olan Hıristiyan ve Musevî sâkinleri de vardı. Önce de ifade ettiğim üzere, Türk dilini Kırım’a Cengiz Han’ın orduları getirmedi. Aksine, onlar Kırım’ı fethettiklerinde Kırım’da zaten yoğun bir şekilde Kıpçaklar yaşamakta ve Kıpçak Türk dili konuşulmaktaydı.
Altın Orda parçalandığı zaman ortaya çıkan parçalardan birisi de 15. asrın ilk yarısında tarih sahnesine çıkan Kırım Hanlığı idi. Kırım Tatarlarının özgün kültürel kimliği asıl hanlık döneminde teşekkül etmeye başladı. Dolayısıyla, bugünkü Kırım Tatarlarının dil ve kültürü esası itibarıyla Kırım Hanlığı döneminden tevarüs edilmiştir. Elbette, bu hususta Kırım Hanlığı sonrasında ciddî değişimler ve etkileşimler de yaşanmış ve yaşanmaktadır.
Bu noktada üzerinde durmamız gereken hususlardan biri de Kırım Hanlığı ve Osmanlı Devleti ilişkileridir. Kırım Hanlığı 15. asrın son çeyreğinde Osmanlı Devleti’yle ittifak ve himaye ilişkisine girmiştir. Önce iki devlet arasında ittifak gerçekleşmiş, bilâhare bu himayeye dönüşmüştür. Bunun sonrasında, Kırım’ın güneyindeki Kefe Şehri ve sahil şeridi, halkı esas olarak Kırım Tatarlarından müteşekkil olmakla birlikte, doğrudan Osmanlı yönetiminde bulunmuştur. Kırım Hanlığı hiçbir zaman Osmanlı Devleti’nin bir vilâyeti olmadı. Bununla birlikte, çok yakın ilişkiler kurdular. Bu sebeple Kırım’da Osmanlı kültürü çok yaygın bir hale geldi. Kırım’ın Kıpçak olan dili en azından belli ölçüde Oğuzlaştı. Kırım Hanlığı’nın son yüzyılında resmî yazı dili Osmanlı Türkçesi haline gelmişti. Zaten ifade ettiğimiz üzere, Kırım Tatar kültürü aslında Kıpçak ve Oğuz, yani kuzey ve güney Türk-İslâm kültürünün mecz olmuş halidir.
Moskova Knyazlığı ne zaman ortaya çıkıyor ve diğer Rus prensliklerinin arasından sıyrılmayı nasıl başarıyor?
1230’ların sonlarından itibaren “Rus” prensliklerinin tamamı Cengiz Han İmparatorluğu’nun yönetimine girdiler. Bu Rus prensliklerinin hepsinin bugünkü Rusların ataları olduğunu düşünülmesin. Oradaki “Rus” kelimesi sadece bugünkü Moskova’yı ihtiva etmiyor. Kadim “Rus”tan yani “Rus” knyazlıklarından söz ettiğimizde, kısmen bugünkü kuzey ve batı Ukrayna, bugünkü Belarus ve bugünkü Rusya’nın Moskova çevresi ve batısı diyebileceğimiz bir bölgeden, onların dahil olduğu siyasî ve kültürel yapılardan bahsediyoruz. Aslında Moskova bunlardan sadece bir kısmının siyasî vârisiydi. Coğrafya olarak da bugünkü Rusya gibi geniş bir coğrafyayı aklınıza getirmeyin. Bu sebeple “Rusya” demiyorum çünkü bu tabiri kullanmak için 18. asrı beklemek gerekir.
Ayrıca “Rus” kelimesi Slavcadan değil, doğrudan doğruya İskandinavcadan yani Vikinglerden gelmektedir. İlk “Rus” prensleri, elitleri ve savaşçıları Vikinglerdir, Slavlar değildir. Bu bahsettiğimiz coğrafyadaki “Rus” prenslikleri önce Cengiz Han İmparatorluğu’nun, sonra da Altın Orda’nın hâkimiyetine girdiler. Yani en az 200 sene Türk ve Müslüman hâkimiyeti altında yaşadılar. Bazı kaynaklarda bahsedilen Rusya’daki “Moğol hâkimiyeti” işte budur ve bilinçli olarak bu şekilde isimlendirilerek, bugünkü Rusya arazisinin Müslüman Türklerin hâkimiyetinde yaşadıkları uzun dönem perdelemeye çalışılmaktadır. Bunun altını çizelim.
Altın Orda’nın parçalarından biri olan Kırım Hanlığı, 15. asrın ilk yarısında tarih sahnesine çıktı. Kırım Tatarlarının özgün kültürel kimliği asıl hanlık döneminde teşekkül etmeye başladı. Dolayısıyla, bugünkü Kırım Tatarlarının dil ve kültürü esası itibarıyla Kırım Hanlığı döneminden tevarüs edilmiştir.
Altın Orda’nın Rus prensliklerini zorla Müslümanlaştırmak veya yerinden yurdundan etmek gibi bir derdi hiç olmadı. Şayet böyle davransaydı, ihtimal ki bugün Rus diye Hıristiyan bir topluluk pek az kalır, belki de hiç kalmazdı. Tam aksine, Altın Orda sonradan Moskova kilisesi olarak adlandırılan Rus kilisesini doğrudan doğruya himaye etti. Han’ın yarlığını taşıdığı için kiliseye kimsenin dokunması mümkün değildi. Halbuki bugün Rusya’da devlet güdümlü medyada, eğitimde ve genel propagandada bunların tam tersi iddia ediliyor. Buna göre Altın Orda kiliseleri yakmış ve Rusları kesmiştir. Çok çirkin bir karalama ajitasyonu yapılıyor. Bu doğru olsaydı o dönemden bugüne ulaşan hiçbir kilise kalmazdı. Tersine, bugüne ulaşan pek çok kilisenin bu dönemden veya öncesinden kalma olduğunu turistik rehberlerdeki tarihlerden bile görebilirsiniz.
Elbette Rus prenslerinin tayini de Altın Orda Hanı tarafından yapılırdı. İçlerinden biri “Büyük Knyaz” unvanını taşırdı. Altın Orda Devleti kurulduğunda Moskova Knyazlığı küçük bir kazâ kadardı ve diğer prensliklerin gölgesinde kalmıştı. Bu şartlar altında Moskova’nın diğer “Rus” knyazlıkları içinde siyasî önceliği gösteren “Büyük Knyazlık” unvanını alması söz konusu olamazdı. Moskova’nın diğer “Rus” knyazlıkları yani prenslikleri arasında ön plana çıkması, daha doğrusu çıkarılması tamamen Altın Orda’nın Moskova’ya 1263’te “Büyük Knyazlık” unvanı vererek bundan böyle diğerleri nezdinde öncelikli olarak taltif ve himaye etmesiyle gerçekleşmiştir. Bunun sebebi de Moskova’nın Altın Orda’ya “en sadık” knyazlık olarak hizmet etmesiydi. Moskova bu sadakatini 200 yıl boyunca sürdürdü. Diğer Rus prenslikleri Altın Orda’ya sorun çıkarttıklarında, Han adına Moskova Knyazlığı eliyle cezalandırılmaktaydılar. Moskova yine Altın Orda’nın tasarrufuyla tedricî olarak güçlenerek Rus knyazlıkları üzerinde hâkimiyet kurdu. Bugün Putin Rusyası’nın resmî ideolojisi, Moskova’ya büyük knyazlık unvanının bizzat Altın Orda Hanı tarafından ihsan edildiğinin hatırlanmasını asla istemez. Oysa Moskova varlığını Altın Orda’nın bu ihsanına borçludur.

Moskova Knyazlığı’nın güçlenmesi dengeleri Kırım Hanlığı hilafına değiştiriyor. Moskova bağımsızlığını ne zaman kazandı?
15. yüzyılın ilk yarısında Altın Orda’nın dağılma sürecine girdiği dönemde de Moskova’nın Altın Orda’ya tâbiyeti devam etti. Ancak bu dönemde problem “Altın Orda”nın kim olduğu, yani kimin “gerçek Altın Orda”yı temsil ettiğiydi. Zira Altın Orda’nın mirası için birbiriyle mücadele eden birçok devlet ortaya çıkmıştı. Bunlar arasından Kırım Hanlığı sivrildi. 15. asırda bu Müslüman Türk hanlıkları birbirleriyle mücadele ederken Moskova da bazen birinin, bazen diğerinin yanında yer aldı. Fakat 16. yüzyılın dönümünde artık Kırım Hanlığı Altın Orda’nın en güçlü vârisi durumundaydı. Bu, artık Kırım Hanlığı’nın ve Moskova Knyazlığı’nın kesin birer hasıma dönüşmesinin de başlangıcıydı.
Bu süreçte Moskova Knyazlığı fiilî bağımsızlığını elde etmekle birlikte, Kırım Hanlığı’na vergi ödemeye devam etti. Sadece Moskova Knyazlığı değil Polonya Krallığı ve Litvanya Büyük Prensliği de Kırım Hanlığı’na yıllık vergi ödüyordu. Kırım Hanlığı’na bu vergi ödenmesi olgusu, Moskova itibarıyla 1700 İstanbul Antlaşması’nda, Polonya-Litvanya itibarıyla da 1699 Karlofça Antlaşması’nda sona ermiştir. Bunlar Osmanlı Devleti’ne ödenen vergiler değildi, doğrudan doğruya Kırım Hanlığı’na ödeniyordu. Sözünü ettiğimiz dönemde yani 16. ve 17. yüzyıllarda Kırım Hanlığı’nın askerî olarak Moskova’ya bariz üstünlüğü olduğunu söyleniliriz. Bu savaşlar sürecinde Kırım Hanlığı orduları Moskova’ya pek çok sefer düzenledi. Hemen her yıl Moskova’nın 100 km yakınına kadar gittiklerini söyleyebiliriz. Meselâ, 1571’de I. Devlet Geray Han doğrudan doğruya Moskova’yı hedef almış ve şehri tamamen yakmıştı. I. Devlet Geray Han’ın otağı bugün Moskova Devlet Üniversitesi’nin bulunduğu tepeye (Vorobyovıe gorı) kurulmuştu. 1659 yılında güneye inmeye teşebbüs eden büyük bir Moskova ordusunun IV. Mehmed Geray Han tarafından Konotop Muharebesi’nde fena halde bozguna uğratıldığını, 1687 ve 1689 yıllarında Kırım’a girmek isteyen iki büyük Rus ordusunun I. Selim Geray Han’ın savunması karşısında perişan olduğunu biliyoruz. Hatta I. Selim Geray Han’ın bu zaferleri neticesinde Rusya’da iktidar değişti ve genç Çar I. Pyotr (Türkiye’de pek de doğru olmayarak “Deli Petro” diye bilinir) iktidarı ele geçirdi. I. (Büyük) Pyotr 17. asır sonu ile 18. asır başında gayet kanlı bir şekilde uygulamaya koyduğu reformlarla Moskova Knyazlığı’nın kaderini ve yapısını değiştirdi. Böylece Rusya İmparatorluğu ortaya çıkmış oldu.
Kırım Hanlığı’nın, I. Pyotr’la ya da yeni teşekkül eden Rusya’yla rekabetinin kolay olmayacağı belliydi. Her şeyden önce Rusya’nın artan nüfusu ve dolayısıyla çok büyüyen ordusu dengeyi her geçen yıl ziyadesiyle Kırım aleyhine değiştirmekteydi. Öte yandan, Rusya ciddî manâda modernleşme yoluna girmiş, emperyal yayılması çoktan başlamış durumdaydı. Bilhassa Büyük Pyotr’un reformlarından sonraki on yıllarda Kırım Hanlığı’nın nüfus, konum ve yapı itibariyle Rusya’ya mukabele edebilmesi çok zordu. Büyük ölçüde süvari gücüne dayanan Kırım Hanlığı ordusunun sınırlı sayıdaki ateşli silâhları ve ananevî düzeniyle, gelişen Rus ordusuna karşı direnebilmesi hiç kolay değildi. Büyük Pyotr’un reforme ettiği Rusya İmparatorluğu hem Kırım Hanlığı hem de Osmanlı Devleti için tartışmasız en büyük tehdit haline gelecektir. Hal böyle olmakla birlikte, en azından 18. yüzyıl başlarında Kırım Hanlığı’nın hatırı sayılır bir güç olmaya devam ettiğini, hatta I. Pyotr’un ordusu ile birlikte 1711’de Prut bataklıklarında çaresiz şekilde sıkıştırılmasında II. Devlet Geray Han’ın Kırım ordusunun birinci derecede rolü bulunduğunu hatırlamak gerekir.
Altın Orda’nın Rus prensliklerini zorla Müslümanlaştırmak veya yerinden yurdundan etmek gibi bir derdi hiç olmadı. Şayet böyle davransaydı, ihtimal ki bugün Rus diye Hıristiyan bir topluluk pek az kalır, belki de hiç kalmazdı.
Osmanlılarla yapılan ittifakın Kırım Hanlığı için müspet ve menfi yönleri nelerdir?
Osmanlı-Kırım ittifakına bakacak olursak, bunun artılarının da eksilerinin de olduğunu görürüz. Altın Orda vârisi olan Kırım Hanlığı’nın özellikle 16. asırdan itibaren gayet kudretli bir devlet olan Osmanlı Devleti ile ittifakı muhakkak ki Kırım Hanlığı’nı hasımlarına karşı daha güçlü kılıyordu. Öte yandan, Kırım Hanlığı da Osmanlı Devleti için kuzeyden gelebilecek tehditlere karşı tampon vazifesi görüyor, koruyucu fonksiyon üsteniyordu. Zira Kırım Hanlığı sadece Kırım yarımadasından ibaret değildi. Güney Ukrayna’dan kuzey Kafkasya’ya uzanan geniş bir coğrafyaya hükmediyordu. Bu anlamda iki devletin aralarında simbiyotik bir ilişki vardı diyebiliriz.
Osmanlı-Kırım ittifakının eksilerine gelince, bir noktadan sonra Osmanlı Devleti, Kırım Hanlığı’nı sadece asker deposu olarak görmeye başladı. Oysa Kırım Hanlığı ordusu Osmanlı ordusunun bir parçası değil, müttefiki durumundaydı; başlarında daima ya bizzat han ya da Geray sultanlardan (hanlık prenslerinden) biri olurdu. Osmanlı Devleti’nin bu yaklaşımı, hanlık ordularının İran sınırından Almanya içlerine kadar farklı coğrafyalarda gerçekleşen bitmek bilmeyen savaşlarda kırılıp gitmesine yol açtı. Önemli bir nokta, Geray hânedânı ile Osmanlı hânedânı ilişkisinin esasıdır. Geray hânedânı İslâm âleminin o dönemdeki en mühim hânedânlarından biriydi. Cengizli hânedânı olmak itibarıyla meşruiyeti tartışılmazdı. Bu yüzden Osmanlıların da Geray hânedânına büyük bir hürmeti vardı. “Osmanlı hânedânının başına bir şey gelirse yerini Geraylılar alır” şeklindeki (aslında gerçeğe uymayan) söylentilerin kaynağı da bu hürmetti. Öte yandan, Osmanlı devlet adamlarının kafasında, Gerayların ve Kırım Hanlığı’nın Altın Orda geçmişi dolayısıyla “Güçlenirlerse başımıza belâ olurlar” düşüncesi de hep vardı.
Rus topraklarında rejim değişse de Kırım coğrafyasına yönelik baskı ve düşmanlık istikrarlı bir şekilde devam ediyor. Bu istikrar varlığını neye borçlu?
Pek çok faktör var. 1) Psikolojik faktör. Başta Moskova olmak üzere diğer “Rus” yahut Doğu Slav prenslikleri en az iki asır İslâm ve Türk hâkimiyetinde yaşadılar. Moskova açısından bakarsak Kırım Hanlığı’nın Altın Orda’nın vârisi olması, hanlığa uzun yıllar vergi ödemek durumunda kalmaları gibi faktörler rövanş psikolojisini tetiklemiştir. Bilhassa Sovyet döneminde ve sonrasında yazılanlarda Altın Orda’nın ve Kırım Hanlığı’nın rolleri son derece çarpıtılarak yazılsa ve üstün oldukları dönemler sistematik olarak gizlense de, bu psikoloji hep mevcudiyetini sürdürmüştür. Halbuki, tarihte roller sık sık değişmişken, falan halkın filan halka karşı tarihin bir dönemindeki üstünlüğüyle övünmesi de, aksi durumda yerinmesi de bence gayet abes bir haldir.
2) Stratejik önem. Kimin yaşadığını unutun, tepeden baktığınızda Kırım haritası size tartışılmaz netlikte bir şey söyler: Karadeniz denen göle hâkim olmak istiyorsanız, bir taraftan Kırım’a, öbür taraftan İstanbul ve Çanakkale Boğazlarına hâkim olmak gerekir.

Hâsılı, stratejik olarak hayatî derecede önemli, hâkim olunması gereken bir yerdi Kırım. Türkiye için akıldan çıkarılmaması gereken bir husus da şudur: Kırım bu stratejik önemine bağlı olarak, İstanbul’un kapısı olarak görülüyordu. Kırım’dan sonraki kaçınılmaz “ihtiyaç” İstanbul idi. 200 yıldır bu böyledir. Rusya’nın daha Kırım’ı resmen ilhak ettiği ay olan Temmuz 1783’te ayağının tozuyla, Kırım Tatar balıkçı köyü Akyar’da Sevastopol limanını ve Karadeniz filosunu kurmaya girişmesi boşuna değildir. Bugün de mevcudiyetini sürdüren Rus Karadeniz filosunun yegâne amacı, İstanbul’a yönelikti, İstanbul’u yani “Tsargrad”ı fethetmekti. Bu hiçbir vakit de gizlenmedi. Kırım’ın resmî ilhakından 4 yıl sonra, 1787’de Rusya İmparatoriçesi II. Yekaterina büyük bir törenle, Mukaddes Roma İmparatoru II. Josef’i de yanına alarak Kırım’a fevkalâde tantalalı bir ziyarette bulundu. Gelişi şerefine hazırlanan devasa taklarda “İstanbul’a giden yol” (“Путь в Константинополь”) yazıyordu. Rusya’nın Kırım’a bakışını müthiş biçimde özetleyen bir tabloydu bu. Anlayana elbette!
Stratejik faktöre şunu da ilave etmek gerekir: Az önce belirttiğim gibi Kırım Hanlığı sadece Kırım yarımadasından ibaret değildi; Kuzey Kafkasya’nın da kapısıydı. Kırım Hanlığı’nın çökmesiyle birlikte Rusya’nın Kafkasya’yı istila süreci de başladı. Kırım Hanlığı düşmeden Kafkasya’nın istilâsı mümkün olamazdı. Bu kapı açılınca bir asır boyu devam edecek olan Kafkasya savaşları başladı.
Günümüzde birtakım sözde “strateji uzmanı” geçinen şahısların tekrar edegeldiği husus, Karadeniz’e dolayısıyla da Kırım’a hâkim olmanın Rusya için bir mecburiyet olduğu, bu yolda faaliyet göstermesinin çok tabiî olduğu safsatasıdır. Hatta buna göre güya Rusya’nın “güvenliği” için bu şarttır, tarihî olarak da bu Rusya’nın hakkıdır! Bu elbette ki Putin rejiminin daima pompaladığı bir propaganda argümanıdır. Zaten Karadeniz’de limanları olan Rusya’nın ayrıca niye Kırım’a ihtiyacı olabilir? Kim Rusya’nın “güvenliği”ni nasıl tehdit etmektedir? Birileri Karadeniz üzerinden Moskova’ya yürüyüp orayı fethetmek planlarını mı yapmaktadır? Bir devletin başkalarının da paylaştığı bir denize hâkim olması niçin bir “mecburiyet”, daha da ötesi bir “hak” olabilir? Tarihe referansla böyle bir “hak” otomatik olarak tanınacaksa, diyelim Osmanlı’nın vârisi Türkiye’nin bir zamanlar hâkim olduğu Kızıldeniz’e, diyelim Britanya İmparatorluğu’nun vârisi İngiltere’nin Hint Okyanusu’na hâkim olması hakkını mı savunacağız? Rusya (Sovyet) emperyalizmini ve yayılmacılığını ve onun devam etme arzusunu böylesine meşru görmek, önlenmesine karşı çıkmak, o milletler hapishanesinden her nasılsa çıkabilmiş olan ülkeleri de hâlâ Rusya’nın arka bahçesi olarak görmeye devam etmek, vicdanî ve mantıkî olarak kabul edilebilir bir tavır değildir.
Bugün Putin rejiminin en büyük yalanlarından biri, Kırım’ın tarihî Rus toprağı olduğudur. Kırım 1783’teki istilâya kadar hiçbir zaman, hiçbir şekilde, hiçbir ad altında Rusya’nın toprağı olmadı. Bu tarihe kadar Kırım’ın yerlisi denilebilecek, Kırım’da yaşamış tek bir Rus yoktu. 1783’teki Kırım’ın nüfusunun yüzde 95’i Müslüman ve geri kalanları da Türk dili konuşan Hıristiyan ve Musevî unsurlardı. Ancak bunlar da kesinlikle Rus değildi. Rusya’nın Kırım’ı ilhak ettiği sırada bizzat Rus istatistiklerine göre yarımadadaki cami sayısı 1500 küsurdu. Her Kırım şehrinde 30-40 civarında cami mevcuttu.
3) Egzotik subtropikal iklim. Kırım’ı görmeyen birine bunu anlatmak çok zordur. Kırım, İç Rusya’nın soğuk ikliminin aksine subtropikal iklime sahiptir. Kırım’a gelen Rus bilginleri ve devlet adamları bu egzotik atmosferi övgüyle anlatırlardı. Rusya İmparatorluğu’nda denize ya Kırım’da ya da Kafkas yalısında girerdiniz. Kırım’ın yeşilliği Türkiye’nin Karadeniz kıyılarına, sıcaklığı ve canlılığı ise Marmaris’e, Bodrum’a benzer. Rus hâkimiyetinden sonra devam etmedi ama Bizans döneminde Konstantinupolis’in zeytinyağının önemli bir kısmı, Osmanlı döneminde de İstanbul’un buğday dahil bir çok ürünü Kırım’dan gelirdi. Özellikle Kefe yağı çok meşhurdu.

Ve o yolu boşaltmaya karar verdiklerinde zorunlu göçler başlıyor sanırım.
19. yüzyılda Kırım’ın neden Rusya’ya ait olması gerektiğine dair bin bir tane masal uyduruldu. Amaç Kırım’ın Ruslaştırılması için yapılagelen zulmü meşrulaştırmaktı. Güya Kırım kadimden beri Rus toprağıymış, Ruslar Hıristiyanlığı Kırım’da kabul etmiş vs. Bugün birçok kişinin hiç sorgulamadan gerçek gibi kabul ettiği bu masallar 19. yüzyılın ortalarında uyduruldu. Çok tekrarlayınca da yerleşti. Rusların Hıristiyanlığı kabul ettiği tarihe bakın, bir de Kırım’ı ilhak ettikleri tarihe. Arada 800 yıl var. Zamanla bu masallara Ruslar kendileri de inanmaya başladı. İnandırmak için önce kendiniz inanmalısınız. 19. yüzyılın ilk yarısında Kırım hâlâ ağzına kadar Müslüman Kırım Tatarlarıyla doluydu. Bu bakımdan, “İstanbul’a giden yol” diyorlardı, ama aradaki durak sıkıntılıydı. O zaman o durağı boşaltmanız ve oraya istediğiniz unsurları doldurmanız lâzımdı. Böylece, 1783’ü takip eden yaklaşık bir buçuk asır boyunca uygulanan sistematik Çarlık politikaları bu insanları yıldırıp, bezdirip Osmanlı ülkesine hicrete icbar etti. Bunun yolu da dinî, siyasî ve ekonomik baskılardı. Kırım Tatarlarının 1783’ten Sovyet dönemine kadarki tarihi koca bir göç tarihidir. Bugün Kırım’daki her Kırım Tatarına karşılık Türkiye’de 10 Kırım Tatarı görebilirsiniz. Bu anomali zorunlu göçlerle ortaya çıkmıştır. Bununla da kalmadı. Zira, insanları kovsanız bile geride kültürel topoğrafya kalıyordu. Kırım peyzajına bakınca özgün Türk-İslâm mimarîsini, minareleri, kubbeleri, çeşmeleri ve hamamları görüyordunuz. Bu da büyük bir sorundu. Böylece onları da tıraşladılar. Sovyetler dönemine gelindiğinde 1500 camiden geriye 750 kadarı kalmıştı. 1940’larda ise bu sayı bir elin parmakları kadardı. Sürgün sonrasında onlar da kapatıldı. Binaları kalabilenler ancak başka maksatlarla kullanıldıkları için kalabildi.
Göçler tam olarak hangi tarihte başladı hocam?
Rusya İmparatorluğu amacını hiçbir zaman gizlemedi. Çarlar, devlet adamları “Kırım, Müslümanlardan temizlenmelidir” diye apaçık söylüyorlardı. 19. asır boyunca iki defa Kırım Tatarlarını Kırım’dan tamamen çıkarmak gibi projeler gündeme geldi ama şartlar yüzünden gerçekleşmedi. Geriye yıldırma politikalarıyla onları göçe zorlamak kalmıştı. 1783’ten itibaren göç yaşanmayan hiçbir yıl yoktur neredeyse. Torbanın içine su koyun, dibini delin, sürekli akar, bazen şırıl şırıl, bazen daha kuvvetli… Ta ki boşalana kadar. 19. asra gelene kadar Kırım’ın manzarası buydu. Sayısız göç dalgası olmuştur. Her biri de facialarla doluydu. Bunları bir insanın bir yerden çıkıp diğerine gitmesi gibi düşünmeyin. Perişanlık ve sefalet şartları içinde yapılan yolculuklar, iskân edilen yerlerdeki dayanılmaz şartlar binlerce insanın canına mal oldu. Karadeniz’in yuttukları ise ayrı bir felâketti.
Kırım Harbi’nden sonra gerçekleşen 1859-62 dalgası göç dalgalarının en büyüğüydü. En az 300 bin kişinin o süreçte Kırım ve kuzeyinden Osmanlı topraklarına göç ettiğini biliyoruz. Türkiye’deki Kırım Tatar ve Nogayların büyük kısmı o dalgayla gelmiştir. Bu göç dalgaları Kırım’ı büyük ölçüde boşalttı ama Rusya için bu yeterli değildi. Tamamen boşalması için 1944’te Stalin’in o korkunç sürgün planını uygulamaya koyması gerekiyordu.

Sürgünden sonra nasıl bir iskân politikası izlediler?
Sürgün gerçekleşirken 2. Dünya Savaşı devam ediyordu ve Kırım tekrar Kızılordu’nun eline geçmişti. Sürgünü takiben bu topraklara cebren Slav unsurlar iskân edildi. Sovyetler Birliği toparlandıktan sonra da Kırım, Sovyet rejiminin ödüllendirilmek istenilen insanların iskân edileceği yer haline geldi. En fanatik komünist, en şovenist unsurlar yerleştirildi ki, bu bugünkü Kırım felâketinin sebeplerinden biridir. Ukrayna idaresi altında dahi Kırım’a hâkim olanlar komünist rejimin en yolsuzluğa bulaşmış, en fanatik Rus şovenist unsurlarıydı ve Kırım Tatarlarından nefret ediyorlardı. Kırım’ın Rusya’ya yutturulması sürecinde en çok kullanılanlar bunlar oldu, hâlâ da Kırım’ın mahallî idaresinde bunlar var.
Rus rejimleri onları yok etmek konusunda ne kadar ısrarlıysa Kırım Tatarları da 200 yıldır bu zulme direnmekte o kadar istikrarlı. Zorunlu göçler, çalışma kampları, hapis cezaları vs. hiçbir şey onları yıldırmıyor. Bu ruhu diri tutmayı nasıl başarıyorlar?
Kırım Tatarlarına karşı Çarlık, Sovyet ve Putin rejiminde en yumuşak ifadeyle bir antipati, daha doğrusu apaçık bir nefret vardır (Burada emperyalist rejimlerden ve onların zalim temsilcilerinden söz ediyorum elbette ki. Genel olarak Rus halkını kesinlikle tenzih ederim). Çünkü Kırım Tatarları en baştan beri hem az önce bahsettiğim rövanşın öznesi, hem de Kırım’ın tamamen Ruslaşmasının önündeki engel konumundadır. Putin’in dünyaya yaydığı rezilâne yalan, Kırım’ın halkının Rus olduğu ve Rusya’nın bu toprakları haklı olarak geri aldığı yönündedir. Bir de utanmadan demokratik referandumla aldığını iddia ediyor.
Sürgün sonrası dönemde, Kırım Tatarları Sovyetler Birliği’nin nüfusu içinde yüzde biri bile değilken, Sovyetlere en büyük direnişi gösteren halk oldu. Kesinlikle şiddete ve kanun dışı yollara tevessül etmeksizin insanî ve millî haklarının iadesi mücadelesini verdikleri için sayısız Kırım Tatarı hayatını kaybetti, hapse, ağır çalışma kamplarına ve akıl hastanelerine atıldı, her türlü kanunî haklarından bilfiil mahrum edildi. Şu anda bağımsız olan o zamanki Sovyet cumhuriyetlerinin birçoğunda Sovyetlerin son dönemlerinde demokrasi, insan ve millet hakları mücadelesi sebebiyle takibata uğramış, hapse girmiş insan sayısı Kırım Tatarlarıyla mukayese edilemeyecek kadar azdır. Samizdat denen gizli yayınlar en çok Kırım Tatarlarında görülmekteydi.
1991’de Sovyetler Birliği’nin kısmen parçalanmasının ardından Kırım’ın Rusya tarafından tekrar yutulmasının karşısında bir numaralı engel Kırım Tatarları olmuştur. Kırım’a dönen Kırım Tatarları asla ve kat’a Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasını istemediler. Herkes uyurken, bu yönde Rusya’nın adım adım yaptığı hazırlıkların nereye varacağını anlayan ve bilen, bir türlü seslerini duyuramasalar da sürekli dünyayı uyarmaya çalışanlar onlar oldu. 2014 işgali sırasında Ukrayna devletinin kendisi bile ciddî bir karşı koymaya muktedir olmadığı halde, halde fiilî direnişi yine Kırım Tatarları gösterdi. Açıklanan rakamlara göre, Kırım’da Rus işgalinden sonra (faili meçhul şekilde!) öldürülen, hapse atılan ve türlü baskıya maruz bırakılanların % 90’ı Kırım Tatarlarıdır.
Her halkın yüzyıllar içinde kendine has geliştirmiş oldukları birtakım hasletleri vardır; tarih, tabiat, kültür ve içinde yaşanan şartlar oluşturur bu hasletleri. Bu halkın içinden biri olarak söylüyorum, Kırım Tatarlarının gayet meşhur bir inatları vardır. Başına ne gelirse gelsin, Kırım Tatarı dimdik durur, inatçıdır. Bunun bedelini öder, ama teslim olmaz. Başka türlü de hayatta kalamayacağını bildiği için, böyle olmayı öğrenmiştir. Sizin gelecekteki akıbetinizi tarih, coğrafya ve iklim belirliyor büyük ölçüde. Eğer var olmak istiyorsanız, mücadele etmeniz gerekiyor. Entelektüel olarak da, fiilî olarak da, siyasî olarak da… Kırım Tatarları da bunu yapıyor.
Bu sözlerim yanlış anlaşılmasın, asla hiçbir milletin bir diğerinden daha iyi veya kötü, daha üstün veya aşağı olduğunu düşünen bir insan değilim. Dünyadaki her halk, şu cümleden olarak, Kırım Tatar halkı da, Rus halkı da her türlü fertleri, çok iyileri de, çok kötüleri de ihtiva eder. Yani, zulme ve emperyalizme, bunların üstünün örtülerek dünyanın aldatılmaya çalışılmasına karşı çıkmam asla Rus milletinin yahut başka bir milletin düşmanı olduğum şeklinde görülmemelidir.

200 yıldır Müslümanlara ait her şey silip süpürüldü. Peki, yazılı kaynakların durumu nedir?
Çarlık devrinde de, Sovyet devrinde de pek çok tarihî kaynak yok edildi. Meselâ, Kırım Hanlığı’nın arşivinden ancak çok sınırlı bir kısmı bugüne ulaşabildi. Bunda savaşların payı az değil muhakkak, ama burada sistematik bir uygulama da var. Bugüne ulaşmayı başaran belgeler ancak kenarda köşede kalanlar. 1936-38 yıllarında Sovyetler Birliği ülkenin genelinde aydın katliamı yaptı. Bundan nüfusları daha az olduğu için küçük halklar daha fazla zarar gördü. Onları hepten yok etmiş oldular. Yani Kırım’da Sovyet öncesi tahsil görmüş, muallimlik yapmış, imamlık-müezzinlik yapmış, hele hele Türkiye’de tahsil görmüş insanların hayatta kalma şansı hiç yoktu. Bunların hemen hepsi öldürüldüler. Enselerine birer kurşun yediler. Bazıları çalışma kamplarına gönderildi, ama oradan da sağ çıkan insan yok gibidir. Aynı şey belgeler için de geçerli. 1944 sürgününden sonra Kırım Tatarlarından kalan binaları, belgeleri ve her şeyi sistematik olarak yok etmeye çalıştılar. Bu bakımdan çok büyük bir kültür ve tarih katliamı yaşandığını söylemek mümkün. Her şeye rağmen geride kalabilmeyi başaran bazı şeyleri bugün altın gibi, elmas gibi korumamız lâzımdır.
Kırım’da Kırım Tatar tarihine ait ayakta kalabilen en önemli yapı hiç şüphesiz Bahçesaray’daki Hansaray’dır. Harika bir eserdir. Avrupalı seyyahlar ona “Tatar el-Hamrası” adını verirlerdi. Çarlık ve Sovyet dönemlerinde sağı solu çok tahrip edildi. Peki, bu abide nasıl kurtuldu? Bunun bir hikâyesi var tabiî ki. Hansaray, esasen bizzat Rus edebiyatına girmiş bir eserdir. Gelmiş geçmiş en büyük Rus şairi Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in meşhur Bahçesaray Çeşmesi poeması konusunu Hansaray’daki Gözyaşı Çeşmesi’nden alır. Bu poema Rus dilinin şaheserlerindendir. Yani Hansaray’ı yok edebilirsiniz, ama hatırasını silmeniz için Puşkin’i de yok etmeniz gerekir. Buna rağmen sürgün sonrasında Hansaray’ın yerle yeksan edilmesine yönelik bir karar çıkartıldı. Bu muhteşem eserin kurtulması için çaba sarf eden bir Rus hanımı sonsuz saygıyla anmalıyız. O zamanki Hansaray Müzesi Müdürü Mariya Kustova, Puşkin’e atıfla “Bu mimarî eser Rus tarihinin de bir parçasıdır” diyerek büyük bir cesaretle Stalin’in emrine karşı direndi ve burayı yıkımdan kurtardı. Sovyetlerin hışmından kurtulabilen camilere baktığımızda bunların mutlaka ya depoya, ya ahıra, ya parti binasına, ya da sinemaya çevrildiğini görürüz. Bu şekilde ayakta kalabilen camii yapısı sayısı 50’yi bulmuyor ne yazık ki.

Hocam son olarak güncel gelişmeler hakkında neler söylemek istersiniz?
Rusya’nın 2014 yılında Kırım’ı işgali asla meşru gösterilemez ve kabul edilemez. Bunu bir an evvel sona erdirmek için her şey yapılmalıdır. Bu işgal muhakkak ki Kırım Tatarlarını yok etmeyi hedeflemektedir. Yok etmek sadece öldürmek, sürgüne göndermek veya denize dökmek ile olmuyor. Eğer bunları günümüzde Kırım’da yapabilmek mümkün olsaydı, Çeçenistan’a ve Suriye’ye yağdırdığı bombalarla on binlerce insanı öldüren ve sayısız insanlık suçunun faili olan Vladimir Putin, bir saniye düşünmeden bunu Kırım’da da uygulamaya koyardı. Fakat şu andaki konjonktür buna izin vermediğinden, başka yollara başvuruyor. Kırım’daki Kırım Tatar basını susturulmuş bir vaziyette, serbest Kırım Tatar televizyonu ve radyosu da çoktan kapatıldı. Kırım’da Kırım Tatar çocuklarına kendi dil ve kültürlerini öğretebilecek mektepler ve diğer kurumlar yok seviyesine getirildi. Toplumun kanaat önderi sayılabilecek insanlar ya sınır dışına çıkmaya zorlandı, ya Kırım’da çok büyük baskı altında sindirildi, hatta tımarhaneye bile kapatıldı. Ağzını açan 20-25 yıl hapis ile yargılandı ve neticede bu cezaları da aldılar. Güya “faili mechul” fakat faili herkesçe malûm ve alenî cinayetlerle 18 Kırım Tatar genci ortadan kaldırıldı. Bir o kadarı da “kayıp”. İnsanlar ekonomik olarak da sindirildi. Yani “Çıkın gidin başka yerlerde iş arayın” demeye getirdiler. Burada mesele başı dik olan Kırım Tatarlarını tasfiye etmek, kaçırtmak ve yok etmek. Geri kalanların da hızla asimile olması bekleniyor. Putin Rusya’sının istediği, Kırım Tatarlarının Kırım’da ismi dışında tamamen Ruslaşmış, minik, folklorik ve egzotik bir azınlık olarak kalmasıdır. O da dışarıdan gelenlere mostralık olarak gösterebilmek için.
Kırım’da bunun ötesindeki her türlü Kırım Tatar, her türlü Müslüman varlığına, bugünkü Rusya rejiminin asla ve kat’a tahammülü yoktur. Kırım’ın kadim Rus vatanı olduğu masallarının önündeki en büyük engel, Kırım Tatarlarının varlığıdır. Aslında şu anda Kırım Tatarlarının bu direnişi olmasa, dünyada bile pek çok kişi Kırım’ı çoktan unutmaya, bu meseleyi “donmuş kriz” olarak gösterip halının altına süpürmeye razı görünmektedir.
Ben yeryüzünde hiçbir halkın ve kültürün yok edilmeyi ve zulmü hak etmediğini düşünüyorum. Buna elbette Kırım Tatarları da, Kırım’daki o güzel tarihî eserler de dahildir…
Kırım’ın son durumunu halen Kırım’da yaşamakta olan aydın bir Kırım Tatar kadını şu sözleriyle bence mükemmelen tasvir etmektedir: “1944’te Kırım Tatarları olarak vatanımız Kırım’dan sürgün edilmiştik. Yarım asır sürdü dönüp gelmemiz. 2014’te ise bütün Kırım olarak dünyadan sürgün edildik.”
