Savaş, medeniyettir!

Serginin mimarı Dünyaca ünlü savaş malzemeleri koleksiyoneri, iş adamı ve ekonomist Nejat Çuhadaroğlu, serginin dünyada bir ‘ilk’ olduğunu vurguluyor.
Serginin mimarı Dünyaca ünlü savaş malzemeleri koleksiyoneri, iş adamı ve ekonomist Nejat Çuhadaroğlu, serginin dünyada bir ‘ilk’ olduğunu vurguluyor.

Derin Tarih dergisinden Özlem Kocukeli Özbay, Nejat Çuhadaroğlu'yla yaptığı söyleşisinde bizleri savaşın dünyasına yolculuğa çıkarıyor. Askerler, savaş sahneleri, cephelerden unutulmaz enstantaneler, göz alıcı aksesuarlar, kılıçlar ve silahlar… Hepsi bir adım ötenizde, elinizi uzatsanız tutacak kadar yakınınızda.

Bir İngiliz askeri tam karşınızda silahını size doğrultmuş teslim olmanızı istiyor. Az ilerde ise bir yeniçeri gözlerini uzaklara dikmiş, gururla savaş emri bekliyor. Korkmayın; zira ne cephedeyiz, ne de bir rüyada! İş adamı ve ekonomist Nejat Çuhadaroğlu'nun 'Ottomania: Yaşayan, Savaşan Osmanlı ve Diorama' sergisini adımlıyoruz da heyecanımız ondan. Yıldız Sarayı Mabeyn Köşkü'nde 6 Haziran'a kadar açık kalacak sergide Osmanlı dönemi savaşlarına ait bu çok özel koleksiyon ziyaretçilerini zamanda yolculuğa çıkarıyor.

Yıldız Sarayı Ottomania Yaşayan Savaşan Osmanlı Sergisi. Koleksiyoner Nejat Çuhadaroğlu'nun maket diorama ve savaş malzemelerinden oluşan sergi 12 Nisan 2012'de Yıldız Sarayı'nda açıldı.
25 yıldır tarih konulu maket, 15 yıldır da askerî obje koleksiyonu yapan Nejat Çuhadaroğlu'yla hem sergiyi gezdik, hem sohbet ettik. Osmanlı savaş tarihinin masallar diyarından kurtulup gerçeğe en yakın forma bürünerek bizi selamladığı bu sergide biz çok şey gördük, çok şey öğrendik; şimdi sıra sizde!

Sergide ziyaretçileri neler bekliyor?
1453-1923 yılları arasında Osmanlı savaş kostümleri, silahları, obje ve aksesuarlarına ait dioramalar, maketler ile bunlara ait fotoğraf ve tablolar bekliyor. Sadece Osmanlı değil, mesela Çanakkale Savaşı'ndaki Anzak, İngiliz, Fransız ve Alman askerlerini de orijinal kostümleri içinde, gözlüklerinden nişanlarına kadar özel olarak tasarlanmış mankenler tarafından canlandırılmış biçimde birebir karşınızda buluyorsunuz. Bir nevi zamanda 3 boyutlu yolculuk diyebiliriz.

Gerçek tarih lisede okuduğumuz, ezberlediğimiz, hatta son aylarda televizyon dizileri aracılığıyla kurguladığımız tarih mi sizce?
Kişisel araştırma ve seyahatlerim sonucu üzülerek gördüm ki değil! Son derece kusurlu ve gerçek dışı bir tarih anlayışına maruz bırakılıyoruz. İşte bu serginin amacı da tarihî olay ve objeleri 3 boyutlu ve gerçeğe en yakın biçimde sunarak hatalı ve eksik tarih anlayışını değiştirmek üzere adım atmak, bir anlamda örnek olmak.

Milli Mücadele cephelerinden Türk-Yunan Savaşı'ndan (1922) bir enstantane.
Sergiyi benzerlerinden farklı kılan özellikler neler?

Müzelerde kostümler ve objeler bir zemine sabitlenerek gerçek hayattan uzak, hayalî ve muğlak bir formda sunulur ziyaretçilere. Peki, o dönemdeki askerler kostümleri içinde nasıl bir ihtişama sahiptiler, savunma silahlarını nasıl taşıyor, nasıl kullanıyorlardı? Kostüm, miğfer, kılıç, kemer, kalkan ve silahlar bir savaşçı üzerinde nasıl bir bütünlük arz ediyordu? Bu teçhizatı kontrol edebilmek için nasıl bir vücut yapısı gerekliydi? Tüm bunların cevabı ziyaretçinin hayal gücüne ve mevcut tarih bilgisine bırakılıyor.

İşte bu sorulardan arda kalan boşluğu doldurmak için koleksiyonuma ait olan savaş kostüm ve gereçlerini yine kendi çalışmalarımla tasarladığım mankenler üzerinde, diorama dediğimiz 3 boyutlu formda sunarak etkili ve gerçekçi bir tarih algısı oluşturmayı hedefledim. Ayrıca yine kendi yaptığım maketlerle bir savaşı ya da önemli bulduğum tarihî bir enstantaneyi, kahramanların yüz ifadelerini, olayın geçtiği mekânın ve atmosferin özelliklerini vererek canlandırdım. Döneme ya da canlandırdığım olaya ait tablo ve fotoğrafları da sergileyerek gerçeklik algısını canlı tutmaya çalıştım. Bu anlamda sergi dünya bir ilk diyebilirim.


Sergide gördüğümüz parçalardan sizi en çok heyecanlandıran hangisi?
Ayırt etmek çok zor hakikaten. Hepsinin ayrı bir hikâyesi, ayrı bir hayata geçiriliş serüveni var. Mutlaka bir tane söylemem gerekirse, söğüt ağacından yapılan kalkanı örnek verebilirim.15-16. yüzyıllara ait bu kalkan zamanının tam bir tasarım ve teknoloji harikası. O incecik, süzgün ve zarif ağacın çelimsiz görünen dalları Osmanlı savaş sanatında bir savunma gereci olarak kullanılmış. İnanılmaz değil mi? Ama onun da bir mantığı var. Söğüt dalı hem çok esnek, hem çok dayanıklı, hem de çok hafif. Özel bir iple örülen dal sonuçta halat gibi bir görünüme kavuşuyor. Sahibini güçlü kılıç ve ok darbelerinden korurken, ergonomik yapısıyla da uzun süre yorgunluğa meydan vermeden kullanılabiliyor.

Koleksiyonunuzu incelediğimizde, 1453'ten 1923'e savaş kostüm ve gereçlerinde zamana, coğrafî ve iklimsel şartlara bağlı olarak ne tür değişiklikler yaşandığını görüyoruz?
Orta Çağ'daki çok büyük ve ağır kılıçlar zamanla küçülerek daha işlevsel ve rahat taşınır hale gelmiş. Tıpkı muazzam ağırlıktaki topların küçülerek omuza dayalı olarak atılan topa dönüşmesi, sonra da aynı mantığın sonucu olarak tüfeğin tabancaya dönüşmesi gibi… Kostümler de kullanılan silaha göre yapılıyordu; mesela ok ve kılıca karşı ağır zırhlar giyiliyordu. Zamanla tüfeğin savaş sahnelerine dahil olmasıyla birlikte taşınması güç olan ve hareketi sınırlayan zırhlar yerini zincir zırhlara bırakmış. Ancak korunma güdüsü nedeniyle zırh tam olarak terk edilmemiş. 18-19. yüzyıllarda dahi zırha rastlıyoruz. Silahlar tek atımlık olduğu için hedef tutturulamazsa karşı taraf ok atmaya başlıyor; dolayısıyla bu atışlara karşı zırh mutlaka giyiliyor. Öte yandan, giysi kumaşlarının da coğrafya ve iklime göre değiştiğini görüyoruz.


Ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken diorama hangisi?
Her parçanın özel bir meraklısı var. Ama Deli Süvarisi büyük-küçük hemen tüm ziyaretçilerin hayranlığını kazandı diyebilirim. Bu 15. yüzyıl akıncısı, o dönem Osmanlı'nın, hatta dünyanın en gözüpek, en çılgın ve korkusuz savaşçısıymış. Hazırladığım dioramada süvarinin başındaki ve arkasındaki kartal kanadı, üzerindeki leopar postu ve atın sırtındaki kaplan postu dahil tüm aksesuarlar gerçek. O dönem böylesi bir ihtişama sahip bir süvari, düşmanı daha ilk bakışta psikolojik olarak çökertiyormuş. Deli Süvarisi öyle bir nam salmış ki, Polonya askerleri de Deli Süvarisi'ni taklit eden kostüm ve aksesuarlar kullanmışlar.

Osmanlı savaş gereçleri hakikaten çok estetik. Ama her detayın bir anlamı ve işlevi olsa gerek!
Kesinlikle! Mesela kılıçların sapına yakın kısmında püsküller var. Bunların genellikle dekoratif amaçlı olduğu düşünülür. Ama öyle değil. Bu püsküller bileğe bağlanmak üzere özel olarak eklenmiş kılıçlara. Cephede kılıç sallamaktan yorgun düşen savaşçının elinden kayıp düşmemesi için bir tedbir yani; asla boşuna ve laf olsun diye konmamış. Bir de bazı tabancaların kabzasının topuz şeklinde olduğunu görüyoruz. Bu da yeri geldikçe silahın ters tutulup bir gürz olarak kullanıldığını gösteriyor.

Fotoğraf: Sedat Özkömeç
Koleksiyon parçalarını derleme ve oluşturma sürecinde sizi en çok ne şaşırttı?
Osmanlı dönemi giysilerini bugün ortalama insan büyüklüğündeki mankenlere giydirirken, giysilerin mankenlere sığmadığına hayretler içinde şahit oldum. Anladım ki, o zamanki vücut ölçüleri çok daha küçükmüş. Dolayısıyla o kostümlere uygun manken tasarlamak zor oldu. Yani atalarımız bizim tahmin ettiğimiz kadar iri yarı insanlar değil, minyon yapılı kişilermiş. “Bu kadar ufak tefekseler o devasa kılıçları, zırh ve kalkanları nasıl kullandılar?" diye bir soru gelebilir akla. Bu durumda diyebilirim ki, her daim savaşa hazır oldukları için antrenmanlılar, vücutları daha ufak tefek de olsa bu savunma silahlarına alışkın olarak yetiştirilmişler. Bir de seçme askerler var içlerinde. Onlar diğerlerinden çok daha iri. Bizim muhafız taburlarımızdakiler gibi…

Tarihî dizilerde pek çok hata gözünüze çarpıyor olmalı. Bir örnek verebilir misiniz?
Osmanlı'da miğfer insan başından çok daha büyüktür. Çünkü miğfer doğrudan başa geçirilmez; önce kafaya özel bir sarık sarılır, sonra miğfer takılır. Böylece kafa hem miğfere, hem de dışarıdan gelecek darbelere karşı muhafaza edilir. Ne yazık ki bugünkü dizilerde miğferlerin kafayla aynı ölçüde olduğunu görüyoruz. Üstelik orijinal Osmanlı miğferlerine bakılarak o zamanki kişilerin kafasının büyük olduğu gibi bir sonuca ulaşanlar da var. Bu da son derece trajikomik bir durum.

Cephede burun buruna Osmanlı ve Anzak askerlerini karşılıklı tünel açarken gösteren çarpıcı bir diorama.
Koleksiyonda sizin için yeri ayrı olan bir parça vardır mutlaka…
Son yaptığım, Çanakkale cephesindeki bir enstantaneye ait diorama benim için çok özel. Osmanlı ve Anzak askerleri, yer altında ayrı ayrı kazdıkları tünellerde, lüks lambaları ışığında ilerlerken burun buruna geliyorlar. İkisi de birbirinin cephesine sızmak istiyor ama az sonra karşılaşacaklar. Öte yandan, üstte İngiliz siperini Türkler ele geçirmişler; orada da ayrı bir mücadele sürüyor. Bu enstantane, savaşın hem acımasız ve katı yüzünü, hem de dokunaklı anlarını bir arada vermesi açısından çok önemli bence.

Koleksiyonunuzdaki parçalar sadece Osmanlı tarihine mi ait?
Hayır; 1. ve 2. Dünya Savaşı, Vietnam ve Kore Savaşı, Kıbrıs Barış Harekâtı, Romalılar, Vikingler ve Western koleksiyonum var. Korsanlarla ilgili bir koleksiyonun da hazırlığı içindeyim. Hedefim, tüm koleksiyonlarımı bir araya getireceğim uluslararası bir müze oluşturarak Türk ve dünya tarihinin önemli savaş sahnelerini ve malzemelerini, diorama ve maketlerle her yaştan ve her kesimden ziyaretçiyle paylaşmak. Bu konudaki çalışma ve girişimlerim devam ediyor.

Sergiden “Savaş medeniyettir" gibi bir sonuç çıkarabilir miyiz?
Bana neden özellikle savaş kostüm ve objelerini seçtiğim soruluyor. İnsanlık tarihinde savaşsız bir dönem geçmediği gibi üstelik medeniyet ve teknoloji savaş sayesinde gelişmiş. Tekstilden yol yapımı ve ulaşım araçlarına, modern silahlardan istihbarat teknolojilerine ve müzeciliğe kadar hemen her alanda gelişimimizi savaşa borçluyuz. Dolayısıyla evet, “Savaş medeniyettir" diyebiliriz.