Türkiye’de mikrobiyoloji uygulamalarını II. Abdülhamid başlattı

Pervasızca eleştirilen, bu yüzden de pek çok hizmeti göz ardı edilen Osmanlı padişahlarının başında kim gelir? Cevap gayet net, söylemeye ne hacet! Peki, bu sultanın dünyadaki sağlık gelişmelerini yakından takip ederek önemli tıp hizmeti girişimlerinde bulunduğunu, doktorları yurt dışında eğitime gönderdiğini ve pek çok yabancı bilim adamını nişanla ödüllendirdiğini söylesek… Şimdiden şaşırma sevgili okur; çünkü ilerleyen satırlarda Sultan II. Abdülhamid'in sağlık ve tıp alanlarındaki hizmetlerine dair daha pek çok sürpriz bekliyor seni. Mustafa Hacıömeroğlu Türkiye’de II. Abdülhamid’in başlattığı mikrobiyoloji uygulamalarını Derin Tarih okurları için kaleme aldı.

Bu konuyu incelemek için öncelikle II. Abdülhamid'in yaklaşımını 3 ayrı açıdan değerlendirmek gerekir. Bunlardan birincisi halk sağlığı ve sosyal yardım yaklaşımı, ikincisi sağlık kurumları ve bunların gerçekleştirdiği katkılar, üçüncüsü ise tıbbî eğitim kurumlarıdır.

II. Abdülhamid'in pratik yönden ciddi bir konuyu çözümlemek üzere yaptıkları ciddi bir tahlili ve takdiri hak eder.

Tıpta dönüm noktası Miralay Hüseyin Remzi Bey (ortada), Haydarpaşa'da Askerî Tıp Mektebi'nde çiçek aşısı uygulamasını gerçekleştirirken (1892)…
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Balkanlardan İstanbul'a büyük göçler yaşanır. Yaklaşık 500 bin göçmenin geldiği İstanbul sokakları, zamanla hasta ve yaralılarla dolar. Bir çare arayışına girişen II. Abdülhamid, zayıf ve hasta kimsesizlerin barınabileceği bir teşkilat kurulmasına karar verir. 31 Ocak 1896 tarihinde hizmete giren Darülaceze (Acizler Evi), bu fonksiyonu yerine getirecek din, dil ve ırk ayrımı yapmadan herkese hizmet verecektir. Bu yapının içinde cami, havra ve kilise yan yana yer alır. Hatta kilisenin 2 farklı mezhep için 2 bölüme ayrılmasına özen gösterilir.

Sağlık hizmetleriyle ilgili yukarıda bahsettiğimiz uygulamanın yanında II. Abdülhamid'in çok önemli bir uygulama alanı olan eğitim konusu üzerinde durulmalıdır. 1881 yılından sonra bu yönde büyük atılımlar göze çarpar. Öncelikle eğitim reformunun ilk halkası olan liseler (idadiler) hizmete girer. Bu liseler 15 vilayet merkezinde açılır. İkinci olarak Gureba (Garipler) Hastanesi hizmete açılır.

Hastaneden üniversiteye… 1903 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şâhâne olarak hizmet vermeye başlayan bina, daha sonra Haydarpaşa Lisesi olur. Bugünse Marmara Üniversitesi'nin Haydarpaşa Kampüsü olarak kullanılıyor.

II. Abdülhamid Pasteur'ü davet ediyor
1880'ler, mikrobiyolojinin doğum yıllarıdır. Mikrobiyoloji dalını kuran Pasteur, gerçekleştirdiği 'ilk' niteliğindeki araştırmalarla insanları felakete götüren küçük canlıları tespit etmiş, üstelik bunlara karşı aşılar geliştirmiştir. Dünyada mikrobiyoloji alanındaki gelişmelere

Pasteur öncülük ederken, bizde 1885 yılı Mayıs ayında '1301 Nizamnâmesi' olarak bildiğimiz çiçek aşısının mecburî olarak uygulanması kanunu yürürlüğe girer. Pasteur 1885 yılı içinde 2 başarılı kuduz aşısı denemesi yapar. Bu gelişmeleri yakından izleyen Abdülhamid, seyirci kalmamaya kararlıdır. Hemen harekete geçer ve Pasteur'ü İstanbul'a davet eder. Pasteur'ün gelemeyeceğini bildirmesi üzerine ikinci bir teklif daha yapılır. Bu teklifte Türk bilim adamlarına kuduz aşısının üretilmesi ve uygulanması üzerine eğitim verilmesi yer almaktadır. Pasteur'ün bu teklifi kabul etmesinden sonra Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şâhâne, yani Askerî Tıb Mektebi'nden Müderris Alexander Zoeros Paşa'nın başkanlığı altında, Kaymakam (Yarbay) Dr. Hüseyin Remzi ve Kaymakam (Yarbay) Veteriner Hüseyin Hüsnü Beylerin eğitime gönderilmesine karar verilir.

II. Abdülhamid Han, seçilen ekibi huzuruna kabul eder ve Zoeros Paşa'ya hitaben “Pasteur insanlığın hayrına pek mühim bir iş yapmıştır. Devletimizin nişanını uygun şekilde kendilerine takdim ediniz" buyurur. Bu nişan, 1. Dereceden Mecidiye Nişanı'dır. (Şunu belirtelim ki, Osmanlı Devleti 1852-1910 yılları arasında bu nişandan sadece 40 kişiye vermiştir. Kıymetli taşlarla süslüdür ve 'murassa nişan' diye de bilinir. Ancak askeriye ve ilmiyeden mümtaz kişilere verilir. II. Abdülhamid'in hediye ettiği bu nişan, bugün Pasteur Müzesi'nde sergilenmektedir.) II. Abdülhamid, “Bu para ile de bir aşı hayırhanesi yapsın" diye 800 lirayı Pasteur'e verilmek üzere ekibe teslim eder.

İşte şanslı ekip! 1886 Haziran'ında Fransa'ya Pasteur'den kuduz aşısı uygulamaları üzerine eğitim almaya giden ekipte (üstte-ön sırada-soldan sağa) Veteriner Hüseyin Hüsnü Bey, Müderris Zoeros Paşa ve Dr. Hüseyin Remzi Bey bulunuyordu.

O zamanlar, İstanbul- Paris arası deniz yoluyla 16 gün sürmektedir. Zamandan tasarruf amacıyla, o günlerin en hızlı ulaşım aracı olan şimendiferle 3 Haziran 1886 günü başlayan yolculuk İstanbul-Varna-Bükreş-Paris üzerinden 5 günde tamamlanır.

Pasteur henüz bir enstitüye sahip değildir; mütevazı bir laboratuarda çalışmaktadır. Osmanlı doktor ekibi burada önce mikrobiyoloji eğitimi alır. Ardından kuduz aşısının üretilmesi ve uygulanması eğitimi verilir. Bu arada Zoeros Paşa Yıldız Sarayı'na mektuplar yazarak gelişmeler hakkında bilgiler vermekte, kuduz aşısının üretilebilmesi için ne gibi tedbirlerin alınması gerektiğini belirtmektedir.

Nihayet dönüş vakti gelir. Pasteur'ün bizzat enjeksiyon yaptığı 2 ada tavşanı ile aşı üretiminde kullanılacak virüs Paris'ten yola çıkacaktır. Yedinci gün tavşanların omuriliğinin çıkarılıp pasajlanması gerekmektedir; ne var ki sıkıntılı bir durum vardır ortada: O zamanlar ülkemize giriş yapacaklar, tahaffuzhanede (karantinada) 16 gün kalmak mecburiyetindedir. Bu durum, bütün fedakârlıkların boşa gitmesi anlamına gelmektedir. Nihayet Sultan II. Abdülhamid devreye girer ve ekibin karantinada kalmaması yönünde bir irade çıkartır.

1887 Ocak'ında, Zoeros Paşa'nın dahiliye kliniğinde pasajlama (virüsün aşı üretim aşaması sırasında optimum hale getirilmesi) işlemi yapılır. Kalan miktar ile de ülkemizde ilk defa kuduz aşısı üretilecektir. Ayrıca saraya yapılan müracaatla Dâûlkelb Ameliyathanesi, yani kuduz aşısı üretmek üzere bir enstitü kurulması için II. Abdülhamid'den irade çıkar. Enstitünün müdürlüğü Zoeros Paşa'ya tevdi edilir. İstanbul-Sirkeci'de eğitime devam etmekte olan Askerî Tıbbiye'nin bahçesindeki bir binada faaliyete başlayan bu birim, hıfzıssıhha teşkilatımızın ilk bölümü olarak tarih sahnesinde yerini alır. Bölümde sadece kuduz hastalığı tedavisi yapılmaz; Terkos sularının mikrobiyolojik araştırmaları da yapılır. Böylece II. Abdülhamid Han, ülkemize mikrobiyoloji ilmini getiren kişi olarak tarihteki haklı yerini alır.

 Pasteur Müzesi Louis Pasteur'un anısına 1935 yılında yapılmış Fransa'nın başkenti Paris'te bulunan bir müzedir.

Tıp alanındaki 'ilk'ler…
4 Kasım 1888'de Pasteur Enstitüsü Paris'te faaliyete geçer. II. Abdülhamid daha önce enstitünün kuruluşu için 10.000 Frank bağışta bulunmuştur.

Fransa'ya mikrobiyoloji eğitimine giden ekipte bulunan ve daha sonra ülkemizin ilk mikrobiyoloğu unvanına sahip olan Hüseyin Remzi Bey'e, 1890 yılı sonlarında bir telkihhane (çiçek aşısı üretim yeri) kurması için görev verilir. Telkihhane-i Osmanî, 1892 yılının Temmuz ayında Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şâhâne'nin bahçesinde bulunan bir binada çiçek aşısını üretmeye başlar. 1867- 1870 yılarına kadar Tıbbiye-i Şahanede eğitim dili Fransızcadır. Hatta Fransızca bilmeyenin hekimlik sanatını icra edemeyeceğini ileri sürenler dahi vardır. O yıl uzun süren mücadelelerin ardından eğitim Türkçeleştirilir. Hüseyin Remzi Bey, Tıbbiyede Türkçe eğitim verilmesi için gayret edenlerden biridir.

Yine 1890 yılında “Bir kimyahâne nasıl hizmet verir?" sorusuna cevap aramak üzere ülkemizin ilk kimyageri olan Ali Rıza Bey, 4 yıllık bir eğitim için Fransa'ya gönderilir. Sonunda 1894 yılı Ocak ayında Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şâhâne'nin bahçesinde bulunan bir binada Ali Rıza Bey'in idaresinde Kimyahâne-i Şâhâne hizmete başlar.

1892 yılında Alman fizyoloji uzmanı Emil von Behring tedavi edici serumu keşfederek difteri serumunu insanlığın hizmetine sunar. Bu büyük hizmetin mükafatı olarak II. Abdülhamid'den 1. dereceden Mecidiye Nişanını 1907 yılında İstanbul'a gelerek alır ve 3 hafta süreyle Hünkâr'ın özel misafiri olur.

1893 yılı Aralık ayında, Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şâhâne'nin bahçesinde bulunan bir binada 'Bakteriyolojihâne-i Şâhâne', Dr. Maurice Nicollo idaresinde hizmete başlar. Burada ülkemizde ilk defa 1896 yılında difteri serumu, 1897 yılında da dünyada ilk defa sığır vebası serumu veteriner hekimlerimizden Mustafa Adil Bey tarafından hazırlanır. (Adil Bey, ülkemizde viroloji ile ilk uğraşan ilk, dünyada da ikinci kişidir.)



Sargı bezi hazırlığı Gülhane Hastanesi'nde savaş yaralılarına sargı bezi hazırlayan sağlık görevlileri…

Bu ilginç çalışmalar yanında sağlık eğitimi için büyük atılınlar yapılmıştır.1898 yılında Almanya'dan Prof. Dr. Robert Rieder Tıp Fakültesi kurmak üzere davet edilir. Rieder karşılaştığı direnç karşısında farklı bir taktik izleyerek bugün Gülhane Askerî Tıp Akademisi Komutanlığı'nın aslı olan Gülhane Tabâbet-i Askeriye Tatbikat Mektep ve Seririyatı'nı 30 Aralık 1898'de hizmete açar. Bunun yanında Haydarpaşa'da tıp fakültesi binasının inşaatına başlanır. Bir zamanlar Haydarpaşa Lisesi, şu an Marmara Üniversitesi olarak hizmet gören bina, 1903 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şâhâne olarak hizmet vermeye başlar. Proje, okul ve poliklinikler olarak planlanır. 1908 yılında, Askerî ve Sivil tıp mektepleri, Tıp Fakültesi olarak hizmete açılır. 1908'den sonra hürriyet hareketlerinin had safhaya ulaşması ve terör olaylarının baş göstermesiyle rejim değişir ve tıp fakültesi polikliniklerinin inşaatı gerçekleşemez. Diğer taraftan, Şam'da bir tıp fakültesi açılır. Bu fakülte uzun yıllar başarıyla faaliyet göstermiş, çok adam yetiştirmiş ve 1918'de Suriye'nin işgali ile elimizden çıkmıştır. Şunu da ilave edelim ki Şam Tıp Fakültesi ve Eczacılık mektebi o zamanlar Arap ülkelerindeki tek tıp fakültesidir.

1899 yılında bugün Şişli Etfal Hastanesi adıyla İstanbullulara hizmet veren Hamidiye Etfal Hastanesi hizmete girerek çok ileri tekniklerle donatılır. Bir tür yüksek ihtisas hastanesi niteliğinde olan Hamidiye Etfal Hastanesi ne yazık ki daha sonra önemini kaybetmiştir. Dr. Mustafa Hilmi Sağun, Gülhane Bakteriyoloji şefi olarak çalıştığı dönemde, 1911 yılında tifo, daha sonraki yıllarda da kolera, dizanteri ve veba aşıları üzerinde çalışmak fırsatını bulmuş, Dr. Reşat Rıza (Kor) ile birlikte Türkiye'de ilk kez bu aşıları hazırlamıştır. Bu dönemde birçok dalda önemli atılımlar yapılmış ve Türk hekimliği o dönemde çağ atlamıştır.


Görüldüğü üzere halen yararlandığımız birçok tıp ve sağlık hizmetini II. Abdülhamid'in yenilikçi ve çağdaş girişimlerine borçluyuz, birilerinin uydurduğu bağnaz ve tutucu bir hükümdarın buyruklarına değil…