Viyana'ya giden Osmanlı kendi tüfeğini yapıyordu

Mehmet Genç tarihçiliğimizin kronik soru(n)larına getirdiği ilginç yorumlarla gzt.com'da.
Mehmet Genç tarihçiliğimizin kronik soru(n)larına getirdiği ilginç yorumlarla gzt.com'da.

Geçtiğimiz yıllarda TÜYAP Kitap Fuarı’nda düzenlenen“Tarihçilikte Yeni Ufuklar” panelinde Derin Tarih dergisinin yazarları okurlarıyla buluştu. Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Armağan’ın moderatörlüğünde Mehmet Genç, Abdülkadir Özcan ve İsmail Kara’nın katılımıyla gerçekleştirilen panelde geçmişten günümüze Türk tarihçiliğinin ahvali değerlendirildi. Mehmet Genç’in tarihçiliğimizin kronik soru(n)larına getirdiği ilginç yorumlarıyla başbaşa bırakıyoruz sizi.

50 yılı aşkın süredir Osmanlı tarihiyle uğraşıyorum. Osmanlı tarihini ciddi olarak araştırmaya henüz başladık diyebilirim.

Devletin tarihinin esas kaynağı arşivlerdir. Arşivlerimiz henüz toparlanmış ve tasnif edilmiş değil. Ben çalışmalarıma başladığımda tasnifi biten kısmın ancak yüzde 1 veya 2’si incelenmişti. Şimdi muhtemelen yüzde 10-15’ine kadar gelmiş olabiliriz ama meçhullerimiz hâlâ çok fazla.

Madem Osmanlı tarihinden açtık bahsi, Türk tarihçiliğini de konuşalım.

Türkiye’de 180’den fazla üniversite var. Her üniversiteyi asgari 10-15 kişiden hesaplarsak Türkiye’de ortalama 2-3 bin tarihçi var. Bu çok kaba bir hesap, kesin rakamı bilmiyoruz. Bu sayıya lise hocalarını da katarsak 5-6 bine ulaşabiliriz.

Hepimiz Osmanlı ve Türkiye tarihiyle uğraşıyoruz. Hâlbuki Türkiye’den çok daha küçük ölçekli ülkelerde tarih çalışmalarına baktığımız zaman dünyanın önemli bölgeleriyle ilgili ciddi araştırmalar yapıldığını görüyoruz. Ülkemizde araştırılan yalnızca Türkiye tarihi, hatta sadece Osmanlı tarihidir. Bu 2-3 bin kişinin yüzde 95-98’i Osmanlı tarihiyle uğraşıyor.

Uğraşıyoruz da onun her tarafı ile ilgileniyor muyuz? O da çok şüpheli. Çalışmadığımız, girmediğimiz alanlar var.

Bir kere Türkiye çevresindeki ülkelerle ilgili ciddi araştırmalar maalesef yapılmıyor. Osmanlı mirasçısı 40’a yakın ülke var. Onların tarihi de bizim meselemizdir, onları da araştırmak zorundayız. Balkanlar, Ortadoğu, İslam dünyası araştırmalarının Türkiye’de ciddi olarak başlamış olması lazım. Henüz böyle bir şey yok. Uzakdoğu’yu da bilmemiz lazım. Mesela dünyanın geleceğini etkileyeceğine dair ciddi ipuçları olan Çin’in tarihini... Uzakdoğu tarihi okuyoruz ve öğreniyoruz ama bu alanlarda araştırma yapanımız yok denecek kadar az. Avrupa Birliği’ne girmek için uğraşıyoruz fakat Avrupa tarihini sadece onların yazdıklarından okuyoruz. Amerika tarihiyle de ilgilenmemiz lazım. Türkiye, Çin ile yarışacak şekilde bütün Afrika’da temsilcilikler açıyor ancak Afrika tarihiyle ilgilenen bir çalışma birimi yok henüz. Bunlar önemli eksikler.

Diğer bir eksiğimiz de Osmanlı tarihi konusunda. Bu alanda çalışmalarımız çok mahdut alanlara inhisar ediyor. Hemen hepimiz Osmanlı’nın siyasî, diplomatik ve askerî tarihiyle uğraşıyoruz. Son zamanlarda buna iktisat tarihi de eklendi. Rahmetli Hocam Ömer Lütfi Barkan Türkiye’de bu disiplini başlatan büyük bir âlimdi. Onun sayesinde iktisat tarihi Türkiye’de epeyce bir kadroyla faaliyete devam ediyor. Ancak yetmiyor. Bütün alanları kuşatmak için çok daha büyük kadrolara ihtiyaç var.

Kılıç şakırtıları silah ateşlerine karışmış Avusturyalı araştırmacılar balistik incelemeler neticesinde 1683 tarihli 2. Viyana Kuşatması’nda Osmanlı’nın kullandığı silahların Avrupa ordularının kullandığından daha üstün olduğunu ortaya koydular.
Kılıç şakırtıları silah ateşlerine karışmış Avusturyalı araştırmacılar balistik incelemeler neticesinde 1683 tarihli 2. Viyana Kuşatması’nda Osmanlı’nın kullandığı silahların Avrupa ordularının kullandığından daha üstün olduğunu ortaya koydular.

Osmanlı’nın kara deliği

Demografi tarihi çalışan da yok. Oysa medeni ülkelerde nüfusla ilgilenen demografi tarihçileri çok önemli işler yapıyorlar. Geçmişe ait nüfusu bilmeden iktisat tarihi, siyasî tarih ve askerî tarih yazamazsınız. Aşağı yukarı 40 yıldır demografi tarihine yönelsinler diye propaganda yapıyorum gençlere. Şimdiye kadar bir tek genci kandıramadım. Sebebi şu: Demografi tarihi için tarihçi olmak yetmez. Demografi de bilmek lâzım.

Cumhuriyet döneminde nüfusumuz hızlı arttı. Şimdi bu artış biraz yavaşlar gibi olunca Cumhurbaşkanımız ‘üç çocuk yapın’ diye tavsiyede bulundu. Hakikaten demografi bilgisine göre aile başına 2.1 çocuk düşüyorsa o nüfus durağandır. Ne ileri, ne geri gider. Bir aile 2.1’den az çocuk yapıyorsa orada nüfus azalıyor demektir. Bizim nüfusumuz aile başına 2.1’e doğru iniyor. Türkiye’de 1950’den 1990’ların sonuna kadar çok hızlı bir nüfus artışı vardı. Bu çok önemli problemleri de içeren büyük bir potansiyeldi.

Osmanlı ve Türkiye tarihçiliğindeki büyük eksiklerden biri budur. Genç ve zeki bir insan hem tarih, hem demografi çalışabilir ve bu alana girse şöhret olur. Çünkü Osmanlı coğrafyası eski dünyanın kalbinde, 5-6 milyon kilometrekarelik muazzam bir bölgedir ve bu bölgenin nüfusu kara bir delik gibi meçhuldür. Avrupa’nın ve Asya’nın nüfusu biliniyor; Osmanlı coğrafyasının ise bilinmiyor. Oysa arşivde bu konuda çok kaynak var.

Bir diğer eksiğimiz teknoloji tarihidir. Bu alanda da maalesef çalışan çok az. Son zamanlarda mühendislik okumuş, fizik okumuş birkaç genç teknoloji tarihi üzerine çalışıyor. Ama yeterli değil.

Başımıza gelen bütün felaketlerin ve hayırların bir yerinde mutlaka teknoloji vardır. Teknolojik değişme veya gelişme son derece önemli, stratejik bir alan. Günümüzde dış ticaret açığı var, dolayısıyla ödemeler dengesi açığını bir türlü kapatamıyoruz. Deniliyor ki sattığımız bir kilo malın fiyatı 2 dolar, aldığımızınki 200 dolar. Yani katma değeri çok yüksek olan malları alıyor, daha düşük olanları satıyoruz. Neden? Çünkü yeteri kadar sofistike teknoloji üretmiyoruz. Eskiden nasıl teknolojiler kullanıyorlardı? Bunu maalesef bilmiyoruz.

Osmanlı tarihinden bir hikâye anlatayım:

1983’de Viyana’da, şehrin kurtuluşunun 300. yıldönümünü kutladılar. Viyana kuşatması 1683’de gerçekleşmişti malumunuz. O toplantıda Avusturyalı araştırmacılar kuşatmada Osmanlı askerlerinin kullandıkları tüfeklerin ateş gücü, isabet derecesi ve menzili ki, bunlar bir tüfeğin en önemli fonksiyonlarıdır, konusunda Avrupa ordularının kullandıklarından daha iyi ve daha üstün olduğunu balistik incelemeleriyle ortaya koydular. Biz bunu bilmiyorduk.

Biz tüfekleri müzelerde görüyoruz. Ama yaklaştırmıyorlar, dokunmak yok. Ben bir ara gördüm, o tüfeklerin üzerinde imzalar vardı. “Amel-i Ahmet”, “Amel-i Mustafa” diye, imal eden ustaların isimleri yazılı idi.

Tüfekleri nasıl yaptılar? O dönemde Osmanlı’nın Avrupa ile teknoloji alanındaki ilişkilerini pek bilmiyoruz. Muhtemelen kendi içlerinde 15. yüzyıldan itibaren o silahları geliştirdiler ve 1683 Viyana kuşatmasına giderken askerlere verilen tüfekler bunlardı.

Plevne savunmasının sırrı

Rakip dünya dediğiniz 17. yüzyıl Avrupa’sı ne yapmış? Bilim devrimi yapmış, bütün dünyayı keşfe ve fethe kalkmış bir Avrupa. Onun yaptıklarından daha iyi tüfek yapabilen Osmanlı’nın başka neler yaptığını anlamak için teknoloji tarihini çalışmak gerek.

Kısa süre önce biri bana Türkiye-Amerika silah ticaretiyle ilgili bir kitap gösterdi. Birkaç sene evvel çıkmış ve yeniden basılmış. Amerika ile Türkiye’nin silah ticareti 19. yüzyılda başladı. Viyana’ya giden ordu silahını yapıyordu ama 1850’den sonra teknoloji o kadar hızlı değişti ki Osmanlılar tüfek yerine tüfeğin barutunu, fişeğini imal etmeye zor yetiştiler.

Meşhur 93 Harbi’ni (1877-78 Osmanlı- Rus Savaşını) çok ağır bir şekilde kaybettik; fakat bu savaşı kazanan Rusya’nın başkomutanı Grandük Nikola hatıralarında diyor ki: “Biz Türklerin bu kadar hazırlıklı olduğunu bilseydik bu savaşa girmezdik.” Çünkü Ruslar bir sene uğraştılar ve çok zayiat verdiler. Hatta borçlandılar. “Rus ekonomisi için bu bir felaket oldu” diyenler var. Hatta 93 Harbi’ni kazanmak için Rusya’nın yaptığı fedakârlık sonucu ekonomik yapısı öylesine darbe yedi ki “ülkeyi 1917 İhtilali’ne götüren yolun ilk tohumları bu savaştır” diye tezler ileri sürülmüş.

O savaşta yenildiğimiz halde bildiğiniz gibi Plevne’de muhteşem bir savunma yapıldı. Aylar sürdü ve Ruslar çok kayıp verdiler. O meşhur Plevne Savunması nasıl gerçekleşti? diye düşündüğünüz zaman şunu öğreniyoruz:

1860’ların sonunda New York’ta askerî ateşe konumundaki bir Osmanlı zabiti İstanbul’a bir rapor gönderiyor. O zaman Winchester ve Martini tüfekleri yeni çıkmış; onu anlatıyor. Bu tüfekleri satın almanın doğru olacağını ifade ediyor. Bu yarı otomatik tüfekleri, kovboy filmlerini seyredenler bilir. Kızılderililere karşı çok kullanıldı. Çok mermi tükettikleri için Avrupa orduları “Bunları kullanamayız” dediler ve benimsemediler. Bizim Osmanlı zabitinin gönderdiği raporu inceleyen otoriteler ise tüfekleri beğendiler ve büyük sayılara ulaşan miktarda satın almaya karar verdiler.

Gazi Osman Paşa toprak tabya sistemi gibi birtakım yenilikler yanında, bu yeni tüfekler sayesinde Plevne’de aylarca direnmeyi başardı. Savaştan sonra bütün Avrupa orduları ‘Bu tüfekler iyiymiş’ dediler ve her ülke bunları Osmanlı’dan görerek benimsedi. Hatta 1904-05 Rus-Japon Savaşı’nda Japonların savaşa başlamadan önce Türkiye’ye gönderdikleri bir heyet Plevne savunmasını, kullanılan silahları ve lojistik planlamayı inceledi.

Yani Viyana’ya giden Osmanlı kendi tüfeğini yapıyordu. 93 Harbi’ne giden Osmanlı ise teknolojideki büyük değişmeyi hakkıyla takip edemiyordu. Ama yöneticiler neyin iyi, neyin doğru olduğunu Avrupalıların anlamakta geciktiğini hemen fark ettiler ve bu sayede Plevne’deki o unutulmaz savunmayı gerçekleştirdiler