Yavuz Sultan Selim'in Kürt politikası

Derin Tarih
Derin Tarih

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun güvenliği için o bölge halkının talepleriyle uyguladığı istimalet (hoşgörü) siyasetiyle ve özellikle bölge halkının temsilcisi durumunda olan İdris-i Bitlisî’nin yardımlarıyla güven ve istikrarı sağladıktan sonra asıl amacı olan “ittihad-ı İslam”ı (İslam birliğini) gerçekleştirmek üzere yola çıkacaktı.

Prof. Dr. Abdülkadir Özcan


Modern zamanlarda Osmanlı padişahları içinde en çok haksızlığa uğrayan, hatta iftiralara maruz kalan hükümdarlardan biridir Yavuz Sultan Selim. Kâh siyasete, kâh popüler söylemlere kurban giden bu büyük cihangire tarihçi gözlüğümüzü takıp daha yakından bakmaya ne dersiniz?

II. Bayezid’in oğullarından olup annesi Dulkadırlı Alaüddevle Bozkurt Bey’in kızı Ayşe Hatun’dur. Muhtemelen 1470 yılında babasının vali olarak bulunduğu Amasya’da doğdu. İlk çocukluğu orada, babasının kültür çevresi içinde geçti. Bazı özel hocalardan dersler aldı.

Babasının 1481’de tahta çıkmasından sonra Trabzon valiliğine atandı. Ağabeyleri Ahmed Amasya’da, Korkut ise Antalya’da valilik yapıyordu. Çeyrek asır kadar Trabzon’da görev yaptı ve idarî tecrübe kazandı.

Bu sırada kuzeyden Gürcü saldırılarına, doğudan Safevi saldırılarına karşı çıktı. Özellikle Şah İsmail’in Anadolu’ya yönelik propaganda ve askerî faaliyetlerine sert karşılıklar vererek onun zulmünden kaçan Sünnileri Trabzon’a yerleştirdi. Bu faaliyetleri İstanbul’da takdirle karşılanıyor, asker arasındaki şöhretini de arttırıyordu.

Babasının, son yıllarında büyük oğlu Ahmed’i veliahd gibi görerek yerine aday göstermesinden rahatsız olan Selim, saltanatta hakkı olduğu gerekçesiyle Kefe’ye geçerek bir rivayete göre Karadeniz’in kuzeyinde kendisi için bir beylik kurma teşebbüsünde bulundu. Daha kuvvetli bir başka rivayete göre ise babasından kendisine Rumeli’de bir sancak verilmesini istedi.

Teamüle aykırı olduğundan bu talebi reddedilen Selim, küçük bir orduyla Edirne civarına geldi. Bu gelişme üzerine kendisine Semendire sancağı verilince babası ile arasında onun sağlığında hiçbir şehzadeye veliahtlık verilmeyeceğine dair anlaşmaya varıldı. Ancak devlet ricalinin baskısıyla Sultan Bayezid’in Ahmed’i tahta geçirme girişimleri üzerine harekete geçen Selim, 20 bin kadar askerle Çorlu taraflarına geldi. Uğraşdere mevkiinde babasının kuvvetleriyle girdiği savaşı kaybedince geri çekilerek Kırım Hanının yanına gitti.

O sıralarda Şehzade Ahmed İstanbul’a gelme teşebbüsünde bulunmuş fakat yeniçerilerin Selim lehine tezahüratta bulunmaları üzerine şehre girememişti. İstanbul’a gelen ve Yeniçeri Ocağı’na sığınan Korkut’u ise asker başında görmek istemiyordu.

Gelişmeler üzerine yeniçerilerin de isteğiyle İstanbul’a çağrılan Selim’e tahtını bırakan (24 Nisan 1512) II. Bayezid, ondan kardeşlerine dokunmayacağına dair söz almayı ihmal etmedi.

Yavuz tahta çıktığında 40’lı yaşlarındaydı. Cülûsunu müteakip devlet erkânı ve Yeniçeri Ocağı ileri gelenlerini toplayarak onlara Şah İsmail tehlikesini anlatmış, Doğu seferi için kendilerinden söz almıştı (Âlî, Künhü’l-ahbâr, Kayseri, 2006, s. 575-6).

Son yıllardaki iç karışıklıklar yüzünden Şah İsmail Anadolu’daki propaganda faaliyetlerini iyice arttırmıştı. Fakat Sultan Selim’in önce ülkede birlik ve düzeni sağlaması gerekiyordu.

Babasının Dimetoka’ya giderken aniden vefatı, önemli sayılabilecek bir rakibi ortadan kaldırmıştı. Yeğenlerinden işe başlayan Selim, saltanatta gözü olduğunu belirlediği kardeşlerinden Manisa’ya gelen Korkut’u ve Konya’da hükümdarlığını ilan eden Ahmed’i “nizâm-ı âlem için” ortadan kaldırtarak rakipsiz kaldı. Ahmed’in oğlu Murad ise Şah İsmail’e sığınmış ve Kızılbaş tacı giymişti.

Avrupa devletleriyle dostluk ilişkilerini sürdüren Sultan Selim’in ilk hedefi Doğuya yönelikti. Zira Akkoyunlu Türkmen devletini ortadan kaldırarak Anadolu ve Azerbaycan Alevilerinin desteğiyle Tebriz merkezli Safevi Devleti’ni kurmuş olan (1502) ve Doğuda Özbek Şeybanî Devleti’ni yenerek sınırlarını Ceyhun’a kadar uzatan Türk asıllı Şah İsmail’in asıl gayesi Anadolu’yu istila etmekti. Bunu gerçekleştirmek için Şiî inancını kullanıyordu. Anadolu’ya dâilik (propaganda) yapmak üzere çok sayıda halife de göndermişti.

Siyasî eğilimleri öncesinde II. Bayezid’in Erdebil şeyhlerine saygı duyduğu, zaman zaman armağanlar bile gönderdiği bilinmekteydi. Osmanlı Devleti’nin merkeziyetçi siyasetinden ve kendilerinin de vergi tahrir defterlerine geçirilmek istenmesinden rahatsız olan fakir konar-göçer Türkmen halkı, Orta Asya geleneklerine daha uygun bulduğu heterodoks derviş tarikatlarının faaliyetlerini kolayca benimsemiş görünüyor ve Şah İsmail’in propagandalarına kapılıyordu. Anadolu’da Karaman ve Dulkadır oğulları gibi himaye edecek devletler de kalmayınca İsmail’in başında bulunduğu Safevi Devleti’ni kurtarıcı gibi görüyorlardı.

II. Bayezid’in son zamanlarında şehzadelerin taht mücadelelerinden de yararlanarak faaliyetlerini Anadolu’nun batısına, hatta Rumeli’ye kadar uzatan Şah İsmail’in halifelerinden Hasan Halife’nin oğlu Şahkulu Baba Tekeli Antalya’da büyük bir ayaklanma çıkarmış (1511), vali Şehzade Korkut baş edemeyerek Manisa’ya çekilmek zorunda kalmıştı.

Kütahya’da Osmanlı merkez kuvvetleriyle yaptığı savaşta Veziriazam Hadım Ali Paşa hayatını kaybetmişse de, gözünü Bursa’ya diken Şahkulu yenilmiş, İran’a çekilirken bir daha kendisinden haber alınamamıştı. Bir rivayete göre sığındığı Şah İsmail tarafından korkunç işkencelerle öldürülmüştü.

Öte yandan İsmail’in Sünniler üzerindeki baskıları ve Osmanlı ülkesine kaçanların anlattıkları Osmanlı merkezinde büyük infiale yol açacaktı.

» Şah İsmail’in istihbaratı: Yavuz Sultan Selim’i padişahlığı boyunca çokça uğraştıran Şah İsmail, yandaki minyatürde Osmanlı ordusu hakkında bir esirden bilgi alırken görülüyor.
» Şah İsmail’in istihbaratı: Yavuz Sultan Selim’i padişahlığı boyunca çokça uğraştıran Şah İsmail, yandaki minyatürde Osmanlı ordusu hakkında bir esirden bilgi alırken görülüyor.

“40 bin Aleviyi öldürdü” masalı

Bazı tarihlerde Yavuz Sultan Selim’in Anadolu’da 40 bin Aleviyi öldürttüğü nakledilir ve bu masal hemen hiç tartışılmadan tekrarlanır durur. Fakat nedense Akkoyunlu Devleti’ni yıkan Şah İsmail’in Sünni halka yaptıklarından pek bahsedilmez. Oysa çağdaş Osmanlı ve İran kaynaklarında, hatta Venedikli bir gezginin eserinde İsmail’in Akkoyunlulardan aldığı yerleşim yerlerinde Sünni halka çok şiddetli davrandığı, bunlardan 40 - 50 bin kişiyi öldürttüğü, bazı ileri gelenlerinse mezarlarını açtırarak kemiklerini yaktırdığı nakledilir.

Hele hele Uzun Hasan’ın kızı olan öz annesini, sırf Sünni olduğu için kendi elleriyle boğarak öldürdüğünü çoğu kimse bilmez.

Hakikaten çok kısa sürede eski Akkoyunlu şehirlerinde neredeyse hiç Sünni nüfusun kalmaması bu katliamın yapıldığını doğrular niteliktedir.Halbuki Yavuz’un Anadolu’da katlettiği ifade edilen 40 bin Aleviye rağmen buralarda bu inancı paylaşanların yüzyıllarca, hatta zamanımıza kadar varlıklarını sürdürmeleri, sözümona katliamın bir söylentiden ibaret olduğunu göstermektedir.

Peki bu iddianın sağlam bir mesnedi var mıdır?

Anadolu’nun kargaşa içinde bulunduğu bir ortamda tahta çıkan Sultan Selim sert önlemler almak zorundaydı. Önce beylerbeyi ve sancak beyleriyle bölge kadılarına gönderdiği fermanlarla yediden yetmişe Anadolu’da Şah yanlılarının tespitini yaptırdığı ve toplam 40 bin kişiyi öldürttüğü nakledilir. Hemen belirtilmelidir ki, bu defterlerin hazırlandığı ve merkeze gönderilip gönderilmediği kesin değildir. Her şeyi kayıt altına alıp muhafaza eden Osmanlı’nın son derece önemli mahiyetteki bu belgeleri korumaması düşünülemez.

Bu bilgiyi veren ilk tarihçi o sıralarda Osmanlı hizmetinde bulunan İdris-i Bitlisî’dir. Osmanlı tarih yazıcılığına mübalağalı İran tarih yazımı anlayışını getiren İdris’in, Cüveynî ve Vassâf’ın tarihlerini örnek alarak yazdığı Heşt Bihişt, sonraki tarihçiler tarafından kaynak olarak kullanılmıştır. Fakat eserini kullanan tarihçiler İdris’i aşırılığa kaçmakla itham etmekten kaçınmamışlardır. O da bu ithamlara “tarih kitaplarının sadece haberlerden ibaret olmaması gerektiğini, hükümdarların nitelikleri ve yaptıkları anlatılırken mübalağaya kaçmanın, yapılan işleri abartarak ortaya koymanın önemli olduğunu” belirterek cevap vermeye çalışmıştı. Ancak mübalağalı anlatımı sırasında İdris’in yer yer karışıklık ve hatalara düştüğü görülür.

Yavuz Sultan Selim’in Doğu seferi öncesinde 40 bin kişiyi öldürttüğü ifadesi İdris’in Selimşahnâme’sinde geçer ki, şehnameler, büyük ölçüde hamasete kaçmış olmalarından dolayı abartmalarla dolu eserlerdir.

İdris, II. Bayezid’e gücenerek İstanbul’u terk eder, daha sonra kendisini çağırarak hizmetine alan Yavuz’a hoş görünmek için her icraatını bire on, hatta yüz katarak anlatan eserini kaleme alır. Onun bu iddiasını doğrulayacak veya kuvvetlendirecek bir başka çağdaş kaynak da yoktur.

20’yi aşkın Selimname’nin hiçbirinde bu önemli olaydan söz edilmez. Bu bakımdan İdris’in buradaki “40 bin” rakamına tarih metodolojisi bakımından ihtiyatla bakmak gerekir. Aynı tarihçi, Şah İsmail’in Tebriz ve dolaylarında 40-50 bin Sünni’yi öldürttüğünden, Şahkulu olayında 50 bin kişinin hayatını kaybettiğinden söz eder ki, bu rakamların da epey abartılı olduğu kabul edilebilir.

Dolayısıyla “40 bin” rakamının gerçeği yansıtmadığı, gerçeğin en az on, belki de yüz katını ifade ettiği söylenebilir.

Objektif bir tarih araştırıcısı böyle düşünmek zorundadır. Yoksa bilimsellikten uzaklaşır ve hataya düşer. Aslında Yavuz’un yaptırdığı tespitte çocuklar ve kadınlar dahil yediden yetmişe 40 bin kişinin varlığı söz konusu olabilir.

Cezalandırdığı kişiler ise sadece elebaşılar olup muhtemelen sayıca fazla değildir. Destekleyici kitleden pek çoğunun başka yerlere, özellikle Rumeli ve Mora’ya tehcir edildiği (sürüldüğü) bilinmektedir. Nitekim İdris’i kaynak olarak kullanan Hoca Sadeddin Efendi bunların bazısının hapsedildiğini yazar.

Bu arada Yavuz Selim, topluca Şah İsmail’e sığınanlardan geri dönenlere vergi muafiyeti tanımış ve iskânlarını sağlamıştır. Şu husus da belirtilmelidir ki, Yavuz Şark seferine giderken ordusundaki yaşı küçük, fazla yaşlı ve dayanıksız 40 bin kadar askeri Kayseri-Sivas arasında bırakarak arkasında çıkabilecek bir gaileyi önlemek istemişti. Bu 40 bin rakamının da çokluktan kinaye olduğu düşünülebilir.

Yavuz’un aldığı bir başka önlem İran’la ticarî münasebetleri durdurarak bir tür ekonomik ambargo uygulamak olmuştur.

Karşılıklı mektuplardaki sert meydan okumalarsa yaklaşan savaşı haber veriyordu.

Bazı devlet adamlarının muhalefetine rağmen ulemadan İbn Kemal ve Sarıgörez Nureddin’den “seferin ehemm (çok önemli) ve akdem (daha evvel) olduğu yolunda” aldığı fetvalarla harekete geçen Selim, gönderdiği fakat Şah’ın öldürttüğü elçiyle İran Şahını önce doğru yola çağırdı, ardından savaş için Bursa ve Konya üzerinden sefere çıktı. Kendisine merkezde oğlu Şehzade Süleyman vekâlet edecekti.

Şah İsmail Avrupa’da Venedik, Osmanlı Padişahı ise doğuda Özbeklerle ittifak arayışına girmişse de başarılı olamamışlardı. Bu sıralarda mektuplaşmalar devam ediyordu.

Kayseri-Sivas arasını aşan Osmanlı ordusunda Şah İsmail’in batı ucu kumandanı Ustacluoğlu’nun çöle çevirdiği yerlerden geçerken yeniçerilerin yiyecek sıkıntısı yüzünden homurdanmaya başlamaları Selim’i sert tedbirler almak zorunda bıraktı. Bu arada aracı olarak gönderilen çok sevdiği Karaman Beylerbeyi Hemdem Paşa’yı öldürterek kararlılığını gösterdi. Alâüddevle’den istenen yardım da alınamamıştı.

» Büyük zaferin haklı gururu: Yavuz, padişahların kahramanlık ve meziyetlerinin anlatıldığı Hünernâme’de Osmanlı tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil eden İran Seferi’nden dönerken tasvir ediliyor.
» Büyük zaferin haklı gururu: Yavuz, padişahların kahramanlık ve meziyetlerinin anlatıldığı Hünernâme’de Osmanlı tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil eden İran Seferi’nden dönerken tasvir ediliyor.

“Er iseniz benimle gelin”

Sıkıntılar gemilerle Trabzon’a getirtilen malzemeyle ve Gürcü beyinin gönderdiği erzakla giderilmeye çalışıldı. Kısmen sükûnet sağlandıysa da, yeniçerilerin homurdanması devam ediyordu. Eleşkirt taraflarında yeniçerilerin taşkınlıkları padişahın otağına kurşun sıkacak kadar ileri gidecekti.

Hemen dışarı çıkan ve yeniçerilerin arasına giren Sultan Selim’in mealen, “Henüz kastedilen yere gelmedik. Düşmanla karşılaşmadık. Dönme ihtimali yoktur. Bunu düşünmek bile boş bir hayaldir. Şahın maiyeti efendileri yolunda canlarını verirken, biz dinimize aykırı davranan bu kişileri ıslah için buralara gelmişken bazı gayretsizler mesaimizi akim bırakmak istemektedir. Kesinlikle yolumuzdan dönmeyeceğiz. Kalpleri zayıf olanlar, ailesini düşünenler, yol zahmetini bahane edenler kendileri bilirler. Dönenler dîn-i mübîn yolundan dönerler. Düşman ileridedir. Er iseniz benimle gelin...” şeklinde yaptığı kısa fakat etkili konuşma sonunda homurdanmalar yatıştı ve ardından yola devam edildi.

Osmanlı ordusu Tebriz-Urmiye arasındaki Çaldıran’a ulaşmıştı. Burada 23 Ağustos 1514’te yapılan ünlü meydan savaşında Osmanlılar mutlak bir galibiyet elde ettiler. Zaferde Osmanlı topçusunun büyük rolü olmuştu. Şah İsmail, zevcesi Taçlı Hatun’u bile bırakarak kaçacaktı.

Tebriz’e ilerleyen Yavuz, hutbenin kendi adına okunduğu bu şehirde bir hafta kadar kaldıktan sonra külliyetli miktarda servet ve 1,000 kadar sanat ve ilim erbabıyla tüccarı da yanına alarak dönüş yoluna çıktı. Yanına aldıkları arasında Timurlu hanedanından Bediüzzaman Mirza ile daha sonra kendisine musahip yaptığı Hasan Can da vardı.

Yavuz’un amacı, o kışı Karabağ’da geçirip ertesi bahar Şah İsmail’in devletini ortadan kaldırmaktı. Ancak bazı kışkırtmaların da etkisiyle yeniçerilerin ayaklanması üzerine dönüş kararı almak zorunda kaldı. Bu arada isyanın ele başısı olarak gördüğü Veziriazam Hersekzade Ahmed Paşa ile ikinci vezir Dukakinzade Ahmed Paşa’yı görevlerinden aldı. Kışı Amasya’ya geçirdi.

Yeniçeriler tekrar ayaklanınca askeri zapturapt altına alamayan Sadrazam Dukakinzade Ahmed Paşa’yı hançeriyle yaraladı, sonra da öldürttü. Ardından yeni veziriazam Hadım Sinan Paşa’yı, istediği erzak yardımını yapmayan Dulkadırlı Beyi, dedesi Alâüddevle Bozkurt üzerine göndererek onu ortadan kaldırttı; kendisine bağlı Şahsüvaroğlu Ali’yi Dulkadırlı beyi yaptı. Bu sırada Kemah üzerine yürüyerek burayı da aldı.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun güvenliği başta Diyarbekir olmak üzere o bölgenin kendi topraklarına katılmasına bağlıydı. Zira Şah İsmail buradaki faaliyetlerini aralıksız sürdürüyordu. Şah’ın adamı Karahan kumandasındaki Kızılbaşların Diyarbekir’i kuşatmaları üzerine 25-30 kadar Kürt beyinin İdris vasıtasıyla padişaha gönderdikleri arizada (dilekçe) özetle ve mealen şunlar yazıyordu:

Kürt beylerinden Sultana

“Cân u gönülden İslam’ın Sultanına biat ettik. Mülhid Kızılbaşlardan uzak durduk. Kürdistan diyarı bir aylık mesafededir. Kızılbaşın dalalet ve bid’atlerini kaldırıp Ehl-i Sünnet üzere Şâfiî mezhebini icra ettik. Hutbelerde İslam Padişahının adını zikredip onun yardımını bekliyoruz. Mevlana İdris’i yüce huzurunuza gönderdik. Cümlemizin talebi budur: Bu muhlis kullara yardım buyuralar. Zira bizim beldelerimiz Kızılbaşa çok yakındır. Diyarbekir, Bağdat, Azerbaycan ortasında bulunuyoruz. Yıllardır bu mülhidler sitem kılıcıyla kökümüzü kazımıştır. 14 sene bizimle savaşmışlardır. Muhabbet üzere olduğumuz padişahımızdan temiz inançlı bizleri o zalimlerden kurtarmasını bekliyoruz. Zira bizler kendi başımıza onlarla baş edemeyiz. Kürt taifeleri muhtelif kavim ve aşiretlerden oluşmaktadır. Din birliğimiz dışında birbirimize tabi olmamız mümkin değildir. Sünnetullah böyledir. Padişah bize yardım ederse Irak, Arap, Acem ve Azerbaycan beldelerinden o sitemkârların elleri kesilmiş olacaktır. Bilhassa İran diyarının kilidi ve Bayındır sultanlarının (Akkoyunlu Türkmenlerinin) payitahtı olan Diyarbekir bir yıldır Kızılbaş askerinin işgali altındadır. Bu civarda 50 binden fazla kişi helak olmuştur. Eğer bu sene Sultan bize yardım ederse uhrevî ve dünyevî kazançlara nail olacaktır. Bâki ferman yüce dergâhındır” (Koca Hüseyin, Bedâyiü’l-vekayi, Moskova, 1961, s. 921-922).

Başta Diyarbekir olmak üzere Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun ilhakında bu arzuhalin büyük rolü olduğu kesindir. En dikkat çeken yeriyse Kürt beylerinin öteden beri çeşitli aşiret ve kabileler halinde yaşayageldikleri, asla bir araya gelemeyecekleri kısmıdır. Gerçekten Diyarbekir’in ğeri alınmasından sonra İdris-i Bitlisî’nin “te’lif-i kulûb-i Ekrad” (Kürtlerin kalplerini ısındarmak) için gösterdiği gayretleriyle bölgedeki Kürt ve Türkmen beyleri Osmanlı Devleti’ne tâbi olmuşlardı. O sıralarda İdris’in Yavuz Sultan Selim’e yazdığı mektup mealen ve özetle şöyle:

“Diyarbekir ve civarındaki mazlum Müslümanlar devletinizin hizmetine taliptir. Siz İstanbul’a döndükten sonra bu kullarınız Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa’ya itaatlerini arz etmişlerdir. Daha önce düşmanlarımız Kürt beylerini isyana teşvik etmekteydiler. Kürt beldelerinin Devlet-i Aliyye’ye iltihakı İstanbul’un fethini tamamlayacak kadar önemlidir. Çünkü bu bölgenin ilhakıyla Bağdat, Basra, Azerbaycan ile Halep ve Şam’ın yolları da açılmış olacaktır. Bende-i ahkar ve çâker-i efkâr İdris.” (Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. E. 1019)

Bu çok ilginç mektuptan da anlaşılıyor ki, Doğu meselelerinin hallinde, daha sonra İslam birliğinin sağlanması yolunda Yavuz’u yönlendiren en büyük isim İdris-i Bitlisî’dir. Yavuz Sultan Selim cevabî mektubunda özetle ve mealen şunları yazmıştır:

“...Mektubun tarafıma ulaşmıştır. Diyanet, emanet, sadakat ve istikametinle Diyarbekir vilayetinin fethine sebep olduğun bildirilmiştir. Yüzün ak olsun. İnşallah diğer vilayetlerin fethine dahi sebep olasın. Her türlü ihsan ve inayetim seninledir. Biriken ulûfeniz ile 2.000 flori ve çeşitli hediyeler tarafına gönderilmiştir... Bu arada Diyarbekir Beylerbeyi Mehmed Paşa’ya nişan-ı şerîfimle mühürlenmiş beyaz kâğıtlar gönderilmiştir. Gerektiğinde bunları berat haline getirip o bölgedeki sancakların beylerine gönderesiniz. Birer suretini de tarafıma yollayınız ki, burada da saklansın. Bu beratlar dışında istimaletnâme gönderilmesi gereken beyler için de yine boş nişanlı kâğıtlar gönderilmiştir. Bunlar da ilgili kişiler için kullanılsın. Bunların da defterini merkeze gönderiniz ki, burada da bilinsin. Niyetim o taraflara gelmektir. O beyler hakkında lütuflarım fazladır. Şu günlerde Şah İsmail elçiler göndererek, yalvararak ve ne istenirse yapacağını beyan ederek sulh talebinde bulunmaktadır. Ancak onun sözlerine ve salahına katiyen itimat caiz olmadığından gönderdiği elçileri hapsettirdim. Sen de gerektiğinde bu hususta elinden geleni yapasın... (Âli, Künhü’l-ahbâr, 610-11; Koca Hüseyin, Bedâyiü’l-vekayi, s. 936-939).

Yavuz’un İdris-i Bitlisî’ye gönderdiği mektupta en çarpıcı husus, Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa’ya üzeri tuğralı boş kâğıtlar gönderilmiş olması, Paşa’nın da bunları doldurarak aşiret beylerine gönderip oraların ilhakını sağlamış olmasıdır.

Gerçekten bu çabalar sonunda çok kısa bir sürede ve kolayca Doğu ve Güneydoğu Anadolu Osmanlı Devleti idaresine girmişti.

Bu Kürt ve Türkmen aşiretleri dışında bazı Arap kabileleri de yine kendi istekleriyle Osmanlı idaresini seçmişlerdi. Osmanlı merkezî idaresi sadakat ve bağlılıklarının mükâfatı olarak bu yerleri geleneksel timar sistemi dışında tutarak özel statüde sancaklardan saymıştı.

Bir kısmının yönetimi babadan oğula geçen yurtluk-ocaklık, bir kısmını ise hükümet denilen hâkimlikler şeklinde yüzyıllarca sorunsuzca idare etmişti. Hatta Diyarbekir merkezli Arap ve Acem kazaskerliği kurulmuş ve başına İdris-i Bitlisî getirilmişti.

Çaldıran Savaşı sonunda Şah İsmail’in Şiiliği devlet politikası haline getirmesine karşılık Yavuz’dan itibaren Osmanlılar Sünniliğin hamisi konumuna gelmişlerdi.

“İttihad-ı İslam için”

17 Haziran 1515’te İstanbul’a gelen Yavuz Sultan Selim, yaptırdığı tahkikatla yeniçerileri kışkırtan kişileri tespit ettirmiş ve şiddetle cezalandırmıştı. Bunlar arasında ünlü kazasker ve nişancı Tacizade Cafer Çelebi de vardı.

Safevileri yendikten sonra unvanları arasına “Şah”ı da ekleyen Yavuz, merkezde büyük bir donanmanın hazırlıklarını başlattı. Bu arada Yeniçeri Ocağı’nda yaptığı tensikatla (düzenlemelerle) daha kolay ve etkili bir kontrol sistemi kurdu.

Yeni seferin kararı öncesinde Divan-ı Hümayundaki sert tartışmalar yüzünden çok öfkelenen Selim, bir ara toplantılara katılmayarak tepkisini gösterdi. Savaş hazırlıklarının İran’a yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Zira Şah İsmail doğuda faaliyetlerini iyice arttırmış durumdaydı. Fakat Memlük Sultanı Kansu Gavri’nin bazı hareketleri ve ordusuyla Halep’e gelmesi seferin yönünün değişmesine yol açacaktı.

Aslında bu durumun gerçek sebebi, bir süredir Portekiz gemilerinin Kızıldeniz’e girerek İslamın kutsal beldelerini tehdit etmeleri ve Doğu ticaretini ele geçirme gayretleriydi. Hakikaten Portekizliler Kızıldeniz’i Arabistan ve Afrika arasından Hint Okyanusu’na bağlayan Bâbülmendeb Boğazı’nı kapatmışlar, Basra Körfezi’ndeki Hürmüz’ü ele geçirmişler, hatta Cidde şehrine kadar ilerlemişlerdi.

Memlük Sultanlığının zayıf deniz gücüyle onlara karşı koyması mümkün değildi. Nitekim II. Bayezid zamanında talep üzerine Memlük Sultanlığına gemi yardımları yapılmıştı. Öte yandan, Portekiz saldırıları karşısında Araplar da gözlerini Memlük Sultanına değil, Osmanlı Padişahına dikmiş, ondan yardım bekliyorlardı.

İşte böyle zorlu ve çok kritik bir dönemde tahta çıkan Yavuz Sultan Selim, öncelikli olarak iç istikrarın sağlanması üzerinde durmuştu. Aldığı sert önlemlerle hanedan içinde düzeni kurduktan sonra Anadolu’yu karıştıran fitnenin söndürülmesine çalıştı. Bu fitneyi körükleyen Safevi hükümdarı Şah İsmail’i geçici olarak saf dışı bırakmayı başaracaktı.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun güvenliği için o bölge halkının talepleriyle uyguladığı istimalet (hoşgörü) siyasetiyle ve özellikle bölge halkının temsilcisi durumunda olan İdris-i Bitlisî’nin yardımlarıyla güven ve istikrarı sağladıktan sonra asıl amacı olan “ittihad-ı İslam”ı (İslam birliğini) gerçekleştirmek üzere yola çıkacaktı.

Yavuz Sultan Selim’in sayfalara sığmayacak “İslam birliği” mücadelesini şimdilik bir başka yazıya bırakalım ve bu büyük Sultanı tartışmaların hırçın zemininden kurtarıp hakkaniyetli tarihçilerin olgun kalemlerine emanet edelim.

Timur’un torununa saygı

Sanatçı yönüyle tanınan ünlü Tümurlu hükümdarı Hüseyin Baykara’nın oğlu Bediüzzaman Mirza, Şah İsmail Horasan’ı işgal ettiği zaman ele geçirilmiş, bir başka rivayete göre ülkesinin Özbekler tarafından işgali üzerine Şah’a iltica etmişti. Hakaretlerle Tebriz’e getirilip bir kümbete yerleştirilmiş, her yere yaya olarak getirilip götürülmüştü.

Yavuz, onun bu halini öğrenince kendisine saygı, itibar ve inamlarda bulunmuş, altın eyerli atlar ve çeşitli elbiseler göndermiş; bir rivayete göre ise bir taht da onun için kurdurup yanına oturtmuştur. Osmanlı padişahıyla birlikte İstanbul’a götürülen Mirza’ya Yavuz’un, “Eğer Cenâb-ı Hak ecelden aman verirse seni tahtına kavuştururum” dediği nakledilir.

Kendisine günde 1,000 akçe tahsis edilip değerli atlar ve elbiseler verilerek İstanbul’da rahat yaşaması sağlanan Timur’un torunu 1517’de vebadan ölmüş ve Selim’in emriyle hükümdarlara layık bir törenle Eyüp Mezarlığı’na defnedilmişti. Dikkat çeken husus, Yavuz’un bu sırada vaktiyle Timur tarafından dedesi Yıldırım Bayezid’e yapılanları hiç dile getirmemesidir.