Altın ve Bakır filminde hastalık, ilim ve sevgi iç içe geçiyor

Seyid Rıza hayatını ilme adamış, birçok medresede eğitim görmüş, kendi alanında bilgisini genişletmeye istekli ve şevkli bir talebedir. Nişabur’da başladığı eğitim hayatına Meşhed’de, ardından Yezd şehrinde devam etmiştir. Tahran’daki yeni medresesine başladığında ise bir eşi iki de çocuğu vardır.

Eşi Zehra Sadat, kocasının şimdiye kadarki ilim yolculuğunda onu hiç yalnız bırakmamış, o nereye giderse arkasından geldiği gibi evin geçimi için de evde halı dokuyup satarak eşine maddi destek sağlamaya çalışmıştır. Seyid Rıza, karısının onun ilim öğrencisi olmasına duyduğu aşkı ve ona muhabbetini her daim hissetmektedir ancak Tahran’da geçirdiği günler bu muhabbeti daha yoğun hissetmesine sebep olacaktır.
Zehra Sadat, ev işlerini yaparken fazla yorulmaya, güçten düşmeye başlar. Halı dokurken bazen gözleri görmemekte, bardağı tutmakta zorlanmaktadır. Seyid Rıza bunun yorgunlukla ilgili olduğunu düşünerek karısını yatıştırmaya çalışsa da Zehra bir gün yürüyemeyip yere düşünce durumun ciddi olduğunu anlarlar. Zehra kesin tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanmıştır. MS adı verilen bu hastalık bir tür merkezi sinir sistemi hastalığıdır.

Zehra’nın hastaneye yatmasıyla medrese öğrencisi Seyid Rıza’nın hayatı tamamen değişir. Artık hem çocuklara bakması hem yemekleri yapması hem de okuluna devam etmesi gerekmektedir. Bu öylesine zordur ki çocuğun altını değiştirirken yemeği ocakta unutur yakar, temizlikle uğraşırken dersleri kalır. Önceden sadece şahit olduğu hayatın bu kez tam ortasında bulmuştur kendisini.

Diğer yandan karısının ilaç masrafları ve evin giderleri için bir şeyler yapması gerekmektedir. Halı dokuma tezgâhının başına geçer ve çok öncelerden yaptığı bu işe yeniden başlar. Seyid Rıza artık sadece medresenin değil hayatın da talebesi olmuştur.
Bütün bunlar olurken Seyid Rıza’nın hiç isyan etmediğini ve tevekkül hissiyle çabaladığını görüyoruz ki bu tevekkül, sabır gerektiren zorlu süreçte onu canlı tutan yegâne güç olmaktadır.

Filmin hikâyesini anlatmaya ara verip bazı yan karakterlerden de bahsetmek istiyorum. Filmde Seyid Rıza’nın arkadaşı Hamid, onu medreseye getirip götüren ve ona yardım eden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Kafası biraz karışık olan Hamid’in derdi ise evlilik ve iyi bir kız bulmaktır.
Bir yanda kendisiyle ilim aşkı sebebiyle evlenen ve para kazanmasa da kendisini çok seven bir eşe sahip utangaç Seyid Rıza, diğer yanda para kazanan ve evlenmeyi çok isteyen hatta atılgan bir karaktere sahip ama tevekkül konusunda sıkıntıları olan Hamid. Bu karşıtlığı yan karakterler üzerinden çok güzel vermiş yönetmen.

Yan karakterlerden bir diğeri komşu teyze ve down sendromlu kızıdır. Seyid ilk başlarda yüksek sesle pop müzikleri dinledikleri için onları yargılasa da durumlarını öğrenince onları hoş görmeye başlıyor. Hatta öyle ki filmin sonuna doğru, down sendromlu kıza yeni bir hediye kaset aldığını bile görüyoruz.
Başka bir yan karakterimiz ise hemşire hanım. Bir sahnede son durumlarını öğrenmek için eve geldiğinde Seyid Rıza’nın onunla yalnız başına kalmamak için kapıyı, pencereyi ve perdeleri açması onun iffetine olan düşkünlüğünü anlatması açısından çok önemli bir sahne olarak hafızalara kazınıyor. Nasıl Hamid’in karakteri Seyid ile tam olarak zıtsa, Hemşire Sepide’nin karakteri de Zehra’yla o kadar zıt. Bu zıtlıkların içerisinde kendi dengesini bulan bir dünya portresi izliyoruz.
Filmin devamında Zehra eve geliyor ama artık dönüşü olmayan bir hastalığa sahip. Evde ister istemez arada bir tansiyon yükseliyor ve Seyid ile Zehra birbirlerini kırabiliyorlar. Bunların birinde kavga sonrası o kadar güzel barışıyorlar ki, yönetmen izleyiciye âdeta “İşte evlilik böyle olmalı.” dedirtiyor.


Zehra Sadat: Özür dilerim Seyid, beni affet.
Seyid Rıza: Öyle deme üzülüyorum, sen beni affet.
Zehra Sadat: Peygamber evladına hizmet edeyim diye eşin oldum, bunun yerine sana bir yük oldum.
Seyid Rıza: Peygamber soyundan olmak liyakat ister. Uzun yıllar boyunca benimle ilgilendin. İzin ver ben de sana hizmet edeyim. Sonra, çevremde olan biteni anlarım.
Zehra Sadat: Sen bana daha önce hiç bağırmamıştın. Maşallah sesin de... (utanır)
Seyid Rıza: Eğer bir daha sana sesimi yükseltirsem, Allah beni affetmesin.
Bir yandan çocuklarına bakmaya çalışırken diğer yandan medreseye de gitmeyi sürdüren Seyid Rıza bir gün oğlunu bırakacak kimse olmadığı için onu da derse götürüyor. Oğlu ile birlikte içeri giremese de kapının eşiğinden dinlediği derste hocanın şu anlamlı cümleleri söylediğini duyarız:
“Sanmayın ki, önce bilgi biriktirip sonra amel etmeliyiz. Eğer ağır olursanız artık yürüyemezsiniz. İlim üstüne ilim biriktirmek, karanlık üstüne karanlık… Amel olmadıkça ne fayda? Daha fazla ilim biriktirmek yerine daha fazla amel edin.”
İnsanın asıl karakteri zorlu koşullarda ortaya çıkar derler ya, Seyid Rıza da her şeye rağmen koruduğu sabrı ve tevekkülüyle eşine layık bir koca olduğunu bize film boyunca her sahnede daha net şekilde gösteriyor.
Filmin başından beri yarısını Zehra’nın diğer yarısını ise Seyid’in dokuduğu halı artık bitiyor ve güzel bir ücrete satılıyor. İkisinin birlikte güzel bir şekilde dokuduğu başka bir şey daha var, her şeye rağmen sabır ve tevekkül ile taçlandırdıkları huzurlu bir aile ortamı.
Filmde değinilecek o kadar güzel sahne, o kadar anlamlı diyaloglar var ki hepsini buraya taşımak mümkün değil. Altın ve Bakır, başlı başına bir muhabbet filmi desem eksik bir tabir olmaz. Filmin final sahnesinde medresede hocanın söylediği şu cümlelerle yazımı sonlandırıyorum:
“Herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı. Bir hazine ya da bir kimya, iksir…
Bu hazineyi hayal edenler bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar…
İnsanların arayıp durduğu bu kimya aşktır (muhabbettir), gerisi çer çöptür…
Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa, yırtıp atın kitaplarınızı.
Çünkü aşk ilmi (muhabbet ilmi) hiçbir kitapta yazmaz!”
Film yorumcusu: Ali Burak Cesur
*Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.