Batılı tarihçilerin tanıklığı: Osmanlı’da cinayet ve hırsızlık neredeyse yoktu

Osmanlı Devleti döneminde bu topraklarda yaşamış ya da bir şekilde yolu düşmüş Batılı tarihçiler ve seyyahlar, kitaplarında Osmanlı toplumunun üstün ahlakından hayranlıkla bahsediyorlar. Peki, nasıl oldu da üstün Türk ahlakını kaybettik?
Bu millet ne zaman çocukları, kadınları ve hayvanları katleder hâle geldi? Yoksa siz de bu milletin her zaman ahlaksız ve yozlaşmış olduğunu mu düşünüyorsunuz? Hayır, bu millet eskiden çok farklıydı ve bu yorum bana ait değil. Türk ve İslam düşmanı olan Avrupalıların itirafı. Evet, Osmanlı Devleti döneminde bu topraklarda yaşamış Batılı tarihçiler ve seyyahlar kitaplarında Osmanlı toplumunun üstün ahlakından hayranlıkla bahsettiler.
Mesela bugün, vahşi bir cinayet ya da hırsızlık haberi duymadığımız bir gün yok değil mi? Ancak 1600’lerde Osmanlı’da bulunan Fransız seyyah Du Loir, “Bu memlekette hemen hemen hiçbir cinayet vakası duyulmaz,” derken (1), 1800’lerde Osmanlı’da yaşamış Fransız tarihçi Henri Ubicini, “Esnafın dükkânını namaz vakitlerinde kitlemeden namaza gitmesine ve insanların geceleri evlerininin kapılarını basit bir mandalla kapatmasına rağmen yılda dört hırsızlık vakası bile olmadığını ama Galata ve Beyoğlu gibi sırf Hristiyanlardan oluşan bölgelerde hırsızlık ve cinayet vakalarının duyulmadığı gün olmadığını” yazıyordu (2).
Bugün bazıları ahlaksızlıkların artmasını hayat şartlarının kötüleşmesine bağlıyor. Oysa 18. yüzyılda İngiltere’nin İstanbul büyükelçiliğini yapmış bir Türk ve İslam düşmanı olan James Porter hatıratında, “Türkiye’de yol kesme, soygun ve dolandırıcılık vakalarının neredeyse görülmediğini; sadece barış dönemlerinde değil, savaş dönemlerinde bile yolların evler kadar emniyetli” (3) olduğunu yazıyordu. Demek ki gerçekten ahlaklı bir toplum değil şartlar kötüleştiğinde, savaş hâlinde bile ahlaklı kalabiliyordu.
Mesela bugün, sadece etkileşim almak için bile yalan söylenebiliyorken, birkaç asır önce Türkler dürüstlükleriyle tanınıyordu. 1700’lerde İsveç’in İstanbul büyükelçiliğini yapan Mouradgea d’Ohsson hatıratına, “Osmanlı Türkleri diğer faziletleri kadar namuskârlık, dürüstlük ve doğruluk gibi Kuran’ın en kuvvetli hükümlerine dayanan meziyetleri itibarıyla da takdire şayandırlar.” diye yazmıştı (4).

Fransız general Comte de Bonneval de “Türkler ister vicdanı bir akideden, ister ceza korkusundan kaynaklansın, o kadar dürüstlük gösterirler ki insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır,” diyordu (5).
Bugün en ufak anlaşmazlıkta insanlar birbirini boğazlarken, 1800’lerdeki Türk toplumu için Fransız Brayer, “Müslüman Türk’ün diğer bir Müslüman Türk’e hiddetle baktığı nadir görülür. Fakat küfrettiği, yakasına yapıştığı ve dayak attığı hiç görülmez,” diye yazıyordu (6).
Bugün kaba saba, belki küfürlü konuşmak rağbet görürken, Türk düşmanı İngiliz yazar Charles Macfarlane, “Bu milletin o kadar tatlı bir konuşma tarzı vardır ki bütün medeni milletlere örnek olabilir,” diyordu (7).
Bugün insanlar karşısındakini sadece cevap üretmek için dinlerken, Fransız tarihçi Ubicini, bir Türkle konuşmasını şöyle anlatıyordu: “Muhatabım benim bu cümlemi gülümseyerek dinledi. Fakat İslam nezaketi söz kesmeye izin vermediği için, ben sözlerimi bitirinceye kadar ses çıkarmadı.” (8).
Bugün başkası için yapılacak bir iyilik, âdeta enayilik kabul edilirken Hollandalı gezgin Corneille Le Bruyn, “Türklerin hayır ve iyiliğe çok düşkün olduklarını, hatta Hristiyanlardan çok fazla hayrat vücuda getirdiklerini, bu yüzden de dilenciye Türkiye’de çok az rastlandığını” yazmıştı (9).
Meşhur Fransız şair Alphonse de Lamartine de Osmanlı insanı için şu satırları yazıyordu: “Türkler, canlı ve cansız mahlukatın hepsiyle iyi geçinir. Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler. Bizim memleketlerde başıboş bırakılan veyahut eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin hepsini şefkat ve merhametlerine dâhil ederler.” (10).
Binlercesinden sadece birkaçını vermekle yetindiğim bu örnekler, Türk toplumunun birkaç yüzyılda insani ve ahlaki olarak ne kadar çürüdüğünü anlamak için yeterli.
Peki ne zaman ve nasıl bu hâle geldik?
Bizanslı Plethon, 15. yüzyıl Türk toplumunu örnek alarak Avrupa toplumunda yenilik yapılması, böylece Avrupa’nın ilerleyeceğini savunuyordu. Osmanlı devlet gücünün zirveye ulaştığı 16. yüzyıldan sonra Türk toplumu, zamanla pasifleşmeye başladı. Devletin yenilgilerle tanışması ve liyakatsizliklerin artmasıyla devlet daha da zayıfladı.
Osmanlı Devleti, Avrupalı güçlerin gerisinde kaldıkça yöneticiler çözümü Avrupalılaşmakta aradı. Ancak her Avrupalılaşma adımı, Türk toplumunu kendi değerlerinden uzaklaştırıyordu.
İtalyan yazar Edmondo de Amicis 1800’lerde şöyle diyordu: “Şu noktada hemen hemen bütün dünya müttefiktir: Yeni Türk, eski Türk’ün değerinde değildir. Bizim kumaşlarımızı, her türlü refah sebebimizi, ayıplarımızla kötülüklerimizi, manasızlıklarımızı benimsemiştir. Fakat hislerimizle fikirlerimizi henüz kabul etmiş olmadığı için bu yarım yamalak değişim esnasında eski Osmanlı - Türk karakterinin bütün iyi taraflarını kaybetmiştir.” (11).

Avusturyalı meşhur diplomat Prens Klemens von Metternich, Osmanlı Devleti’ni bu yarım yamalak değişim konusunda bir mektupla şöyle uyarmıştı: “Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdarenizi düzene sokun, ıslah edin. Ama yerine size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın. Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza uymayan kanunları almayın. Batı kanunlarının temeli, Hristiyanlıktır. Türk kalınız. Avrupa’nın şartları başkadır, Türkiye’nin başka. Avrupa’nın temel kanunları Doğu’nun örf ve âdetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler. Onlardan hayır gelmez sizlere,” diyordu (12).
Gerçekten de devlet bir felakete sürüklenmiş; Batıcı aydınlarımız, medeni Avrupa gerçeğiyle Batılılar topraklarımızı işgal ettiklerinde tanışmıştı. Türk milleti de üzerindeki iki asırlık miskinlik ve ölü toprağından bu işgal ile birlikte kurtulmuştu.
Ancak ilginç olan, Osmanlı sonrası ülke kurulduktan sonra milletin bu inancının ve değerlerinin ayaklar altına alınması, uğruna öldükleri dini yaşamasına müsade edilmemesiydi. Osmanlı modernleşmesi bir yandan Avrupalılaşırken, diğer yandan kendi gibi kalmayı istemiş, ikisini de başaramamıştı. Kemalist devrim ise milletin geçmişle bağlarını tamamen koparmayı, yani kendisi olmaktan isteyerek vazgeçmeyi amaçlamıştı.
Kendi medeniyetini öğrenemeyen nesiller köksüzleşmiş, zamanla atalarının uğruna savaştıkları değerleri unutmuş; yetmemiş, atalarının savaştığı emperyalistlere benzemiş, benzemek için can atar hâle gelmişti. İnandığı gibi yaşamasına müsaade edilmeyen millet, kendisine dayatılan hayat tarzını yaşadıkça, yaşadığı gibi inanmaya başlamıştı.
Şehitlerin canlarını feda ettikleri dinin kanunları kaldırılmış, yerine İsviçre’nin, İtalya’nın kanunları getirilmişti. Toplumun kendi medeniyetinden uzaklaşması pahasına girişilen modernleşme de şekilde kalmış; şapka, balo ve kıyafetin ötesine geçememişti. Yani yüksek bir ruha ve ahlaka sahip bir millet ve medeniyeti tamamen imha edilmiş; geriye, ahlak sahibi olmayı ahmak olmakla eşdeğer gören ve kendi istek ve hazlarından başka kimseyi umursamayan yığınlar kalmıştı. Çocuk ve kadın cinayetleri sıradanlaşmış, hırsızlık, tecavüz ve kul hakkı yemek hayatın parçası hâline gelmişti. Yani narin bir medeniyete kıyılınca, narin bedenlere kıyılan bir toplum da kaçınılmaz olmuştu.
Bugün, kaybettiğimiz bu medeniyeti tekrar inşa etmemiz mümkün. Çünkü bu medeniyetin kökleri, yüzlerce yıldır ithal etmeye çalıştığımız modernlik gibi dışarda değil; bu topraklarda, tarihimizde, benliğimizde. Yeter ki modernitenin olmamızı istediği işlevsel bir makine değil, sorgulayan ve hisseden bir insan olduğumuzu hatırlayalım.
*Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.