Genç Burak’ı ararken

Genç Burak’ı ararken.
Genç Burak’ı ararken.

“Atı kaybolanın kulağından at sesi gitmez.”

Çerkez atasözü.

Yusuf, Karacabey’in keskin sabah güneşi yüzünü iyice ısıttığında derin uykusundan uyandı. Neredeyse bir yıldır mahrum kaldığı Burak’ı, hiç bu kadar yakıcı biçimde özlemediğini hissetti. Onu az önce kim bilir kaçıncı kez rüyasında görmüş, birlikte ülkesinin uçsuz bucaksız kırlarında sonsuzluğa doğru koşturmuşlardı. Burak, taylıktan yeni çıkmış; simsiyah tüyleri ışıl ışıl parlayan sağlıklı ve genç bir aygırdı. Yusuf ise Filistin’de altı kardeşiyle birlikte küçük bir çiftlik evinde büyümüş; unutulmaz bir çocukluk ve ilk gençlik yaşamıştı. Ta ki ülkesi işgal edilene kadar...

75 yıldır ülkesine düşen bombalar, onu can yoldaşı Burak’tan koparmıştı. Burak, görenleri kıskandıran güzellikte safkan bir Arap atıydı. Yusuf, hayatın at üzerinde geçtiği köy irisi bir kasabada büyümüştü. Burası, asırlar boyunca en iyi hafif süvari atlarının yetiştirildiği yerdi. Yörenin atları, Sümerlerden Asurlulara, Urartulardan Babillere dek pek çok uygarlığı tarih sahnesinde ilerilere taşımıştı. Yazının bulunduğu, en eski şehirlerin kurulduğu ve medeni yaşamın ilk adımlarının atıldığı bu kadim coğrafya, insanlık dışı bir işgalin kör kuyusuna düşmüştü. Atların bebeklere bile dadılık yaptığı gelenekli Filistin halklarına dair masallar, çok ama çok uzaklarda kalmıştı.

Yusuf, anılarını, çocukluğunu ve ailesini çalan işgalin korkunç görüntülerinden, sadece atları izleyerek ve Burak’ı düşleyerek uzaklaşabiliyordu. Eğer bir gün dünya güzelleşecekse bunun kırlarda özgürce koşabilen atlarla mümkün olabileceğine inanıyordu. Yusuf, yaklaşık bir yıldır Karacasu’daki bir harada yaşıyordu. Kasabasındaki mutlu günlerinde, çiftliklerinde çalışan Eflatun isminde Azeri bir seyis sayesinde Türkçeye merak salmış; kısa sürede konuşabilecek kadar öğrenmeyi başarmıştı.

Yusuf’un aylardır beklediği gün gelip çattı. Harada kaldığı evin küçük odasında sıcak ve boğucu bir güne doğruldu. Erkenden kalkacak trene doğru yollandı. Tozlu sırt çantasındaki parayı ve erzakı kontrol etti. Evdekilere veda edip istasyon yönünde adımlarını sıklaştırdı. Bir an önce kompartımanına yerleşip, yeniden düşlere dalmak istiyordu. Öyle de yaptı. Lokomotiften yükselen düdük sesiyle birlikte yorgun vagonların camları, kıraç dağ manzaralarını iştahla yutmaya başladı. Yusuf, yol boyu seyislerin anlattığı Anadolu yılkı atlarını görebilmeyi hayal etti. Fakat apartman denizlerinin ve toplu konutların sayısı arttıkça hayal kırıklığı büyüdü. Demek ki Anadolu bozkırlarında gezinip yelelerini serbestçe savuran yılkı atları hikâyelerde kalmıştı.

Yusuf, 22 yıllık kısacık hayatının en güzel günlerini ona yaşatan Burak’a kendisini borçlu hissediyordu. Tutkuyla bağlı olduğu sevgili atına borcunu ödeyebilmesi için, onun ailesini bulması ve yetiştikleri toprakları görmesi gerekiyordu. Bu amaçla aylarca Burak’ın soyunu araştırdı. Haraların kayıtlarından, seyislerden ve at tüccarlarından edindiği bilgilerle Burak’ın büyük dedesinin izine ulaşmayı başardı. Yolunun ucu, Kütahya yakınlarındaki bir harayı işaret ediyordu.

Asırlar boyunca Osmanlı’ya at yetiştiren bu hara, imparatorluğun dağılmasıyla birlikte damızlık at nüfusunu büyük ölçüde kaybetmişti. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye’de, atların soy kurma işlevini Baba Kuruş ve Baba Sa’d adında iki Arap safkanına devretmişlerdi. İnanılmaz olan ise günümüzde hâlâ Türkiye ve çevresindeki ülkelerin haralarında bu iki atın torunlarının bulunmasıydı. Yusuf’un titiz araştırmalarına göre Burak da Baba Kuruş’un torununun torunuydu. Bu bilgi, Yusuf için o kadar önemliydi ki ona ulaştığında günlerce uyuyamadı. Ne yapıp edip, Kütahya’daki haranın sakin bir köşesinde çamların gölgesinde yatan Baba Kuruş’un mezarını ziyaret etmeliydi.

Kütahya’da trenden inince uykusuzluğunu unuttu. Haraya giden otobüsü ararken açlığını hissetti. Yine bir bilinmezden bir başka bilinmeze doğru yol almaya başlamıştı. Sahi, Burak öldükten sonra hayatına ne çok bilinmez girmişti. Oysa ülkesinde ne kadar da mutluydu. O zamanlar hayatında hiç belirsizlik yoktu ya da vardı da Yusuf var olduğunu düşünmemişti. Yusuf’un kafasındaki sorular soruları kovaladı, saatler de saatleri... Bir saat kadar sonra gözünü ikindi güneşine açtığında, hedefine çok yaklaştığını hissetti. Burak’ı düşünde görmediği için bir an üzüldü. Birkaç dakika sonra muavin Yusuf’a, inmek için hazırlanmasını söyledi. Demek yolun sonuna gelmişti.

Burak’ın soyunun geldiği toprakları dikkatlice süzdü. Ufka doğru uzayıp giden denizin berrak maviliğini, suyun kıyılarını süsleyen sıra sıra söğüt ağaçlarını izledi. Şoför, onu bir çiftliğin önünde indirdiğinde bir süre hareket edemedi. Haranın kapısındaki görevliye ne söylemeliydi? “Ya beni içeri almazlarsa” diye düşünüp bir an korktu. Ne olursa olsun haraya girmeyi deneyecekti. Buraya gelebilmek için aylarca uğraşmış, kayıp ipuçlarının izini sürmüştü. Yusuf, cebinden kenarları yıpranıp sararmış eski bir fotoğraf çıkardı. Fotoğraftaki Burak’ın yüzüne bir kez daha baktı. Onu öpüp, “Bana şans dile!” dedi ve kapıya doğru yürüdü.